28 Kasım 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
29 MAYIS 2020 19 ‘ Opera, sanatın şeref tribünü ama Türkü söylerken arınıyorum K oronavirüs hepimizi evlere hapsettikten sonra “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” sözü birçok alanda vücut bulmaya başladı. Bunlardan biri de sanat alanı. Kameranın karşısına geçip, yeteneklerini sergileyenlerle tanıştığımız gibi, gizli kalmış ya da gizli kalmayı tercih etmiş cevherlerin de farkına varır olduk. Onlardan biri Gonca Birol Bahar. Opera sanatçısı, İstanbul Üniversitesi Güzel Sanatlar Bölümü’nde hoca... Ama... Soma faciasının yıldönümünde öyle bir ağıt yaktı ki internette hepimizin yüreğini dağladı. Biz de kapısını çaldık, tanışmak istedik... u Instagram’da çok etkileyici bir Soma ağıdı paylaştınız. Sizin besteniz miydi? Evet, benim ağıdım... “Ağıt”ın anlamı ağlamaktır. Ağaçla, hayvanla, insanla; her canlıyla empati kurarak büyüdüm... Yıpratıcı olduğu kadar, insanın yaratıcı gücünü ayakta tutan bir özellik. Müzikle birleştiğinde hayatın müzikal oluyor. Mutlu olduğunda da kendine ve çevrene güç veren melodik kelimeler dökülüyor ağzından, neşen katlanıyor ve herkese yetiyorsun... Kayıpların arkasından ağladığında ise ağıt yakıyorsun, ana oluyorsun, baba oluyorsun, çocuk oluyorsun... O gün çok acı bir gündü, ağlarken ağzımdan dökülüverdi kelimeler, içten gelen bir şey, tarifi yok... MÜZİĞİN İÇİNE DOĞDU u Hadi sizi tanıyalım, nasıl bir aileye doğdunuz? Babaannemler, Makedonya Selanik kültürüyle bezenmiş, Köy Enstitülerinde yıllarca öğretmenlik yapmış, müzik derslerine girmiş. Rahmetli dedemin mandolin çalarak söylediği türküler hâlâ anılarımda capcanlı. Eskişehir’de evlerinde her sabah radyodan gelen Türk sanat müziği ezgileriyle uyanmak, babaannemin mutfakta söylediği yumuşak güzel sesiyle, baharat kokulu kileri, çekmeceleri, sandıkları karıştırmak... Anneannemler, Antalya Akseki Torosların iklimi, kekiği, keçisi, kaşık havaları, yörüklerin ritimleri, yakarışları, ayaklarını yere vuruşları, yiğitliği, doğruluğu, neşeleri... Bizim evimiz ise Burdur’daydı...1980’de doğdum. Sipsi, cura, teke zortlatması, hop diri diri daddirididdiri dom, kezban yenge rengârenk folklörü şivesi... Rahmetli annemle babam neredeyse her tür ve kaliteli müzik dinlerlerdi, söylerdi. Tabii bir de aynanın karşısında şarkı söyleyip dans etmekten bıkmayan kız kardeşim canım Seçil... u Baya müzikli bir ev... Evet müziğin içine doğdum... Dört yaşındayken izlemeye gittiğimiz konserlerde “Ben de sahnede şarkı söylemeliyim!” deyip kendimi sahneye atardım; bu, tiyatroya gittiğimizde de böyle olurdu, aileme zor durumlar yaşatmışlığım var... İlkokulun ilk senesini bitirdiğim yaz, İstanbul Gülhane Parkı’nda festivalde Nilüfer sahnede... Hınca hınç kalabalık... Sahneye çıkıp ben de söyleyeceğim diyerek ağlıyorum, anneannem kaybolurum diye beni sımsıkı tutmuş... Ertesi gece, İstanbul’dan Burdur’a trenle dönüyoruz. Vagonun en önündeki koltuğun tepesine ters şekilde oturarak tüm yolculara seslendim “Merhabaaa beeen Gonca, şimdi size bir şarkı söylememi ister misiniz?” u Çok güzelmiş... O gece beni üzmemek için kimse “sus” demedi. Yorulana kadar şarkı söyledim. Soruyorum; “Tamam mı devam mı” diye, alkışlayarak “Devaaam” diyorlar... Hava ağarmaya başlayana kadar devam ettim, karşımda kafası düşenler uyuyanlar çoğalmıştı... ILKOKULDA KORO ŞEFI u Şahane bir sesiniz var ama aynı zamanda küçükken babadan çekiniyorsunuz değil mi? Ne de olsa o bir usta... Evet, babam Ankara Gazi Müzik Eğitimi Bölümü eski mezunlarından. Kolay kolay beğenmez, çok seçici ve mükemmelliyetçiydi... Dün gibi hatırlıyorum. İlkokul 2. sınıftayım, evin salonunda kendi kendime oyun oynuyorum, dedeme dönüp “Biliyor musun ‘Gonca Birol’ ismini tüm dünya bilecek ben büyüyünce konserler vereceğim” diyorum. Dedem elindeki Cumhuriyet gazetesinden başını kaldırıp, “Tabii ki öyle olacak, biliyorum” diyor. İki sene sonra ilk sahne tecrübemi yaşadım, okulumuzun flüt korosunun şefliğini yaptığımda artık sahne tozunu yutmuştum... u Üniversitede müzik eğitimi bölümüne giriyorsunuz. Peki ya sonra? Yıllar sonra İstanbul’da tanıştığım dünyaca ünlü bas Ayhan Baran’ın, “Gel beraber çalışalım” demesiyle bambaşka bir pencereden dünyaya bakmaya başlamıştım... Artık tek başına konserler veriyordum, festivaller, kongreler... Ama türkü u Müziğin geleceği konusunda ne görüyorsunuz? Evlere kapanmadan önce bu soruyu sorsaydınız, farklı konuşabilirdim ama bu süreç kendimizi sorguladığımız gibi, dünyayı, hayatı, sanatı, müziği, mutluluğu sorguladığımız bir sürece dönüştü. Gençlerin bu süreci iyi değerlendirdiğini düşünüyorum ve müzik adına umutluyum... İPEK ÖZBEY “Üniversitede okurken her cuma gecesi Burdur’dan otobüse biniyor, sabah Ankara’da oluyordum. Simit yiyip, çayımı içtikten sonra doğru operaya. Akşam olunca otobüsle Burdur’a... Türkiye’nin en iyi korepetitorlerinden Fikri Özdemir “Gonca operanın senin gibi istekli azimli santçılara ihtiyacı var” demişti, sevgiyle anıyorum... Beş yıl boyunca sürdü ses eğitimi çalışmalarım...” ‘Kaydolmayı bekleyen yeni bestelerim var ve tabii sahneye çıkmadan hayatımın perdelerini kapatmayacağım... Gonca Birol Bahar lerden vazgeçemiyordum... u Haydaa..., uzaktan bakınca müziğin şeref tribünü gibi geliyor insana... Evet, hatta sanatın şeref tribünü, çünkü içinde tüm sanat dallarını barındırıyor... u Hep merak etmişimdir, operacılar pop söylemez mi? Tırnak içinde ayıp mıdır? Opera sanatçıları popüler şarkı söyler mi; evet tabii ki söyler ama o zamanlar yani benim öğrenciliğimde daha katıydı. Opera prensibi, insanı tepeden tırnağa bir kalıba sokuyordu. Duruş, kıyafet, davranış; hepsi bir bütündü, Özellikle Ayhan Hocam, belli bir eğitimden sonra oturmuş gırtlak yapısının bozulmasını istemediği için katı kurallar, yasaklar koyardı... Onunla çalışırken türkü söyleyemezdim mesela... Şimdi o kadar katı değil. u Siz en çok türkü söylemeyi seviyorsunuz ama... Evet, arınmak gibi, kendimi en iyi, en mutlu hissetiğim anlar... Bunun en büyük sebebi de beni dinleyen insanlarla aramda bir bağ oluşması, gözlerin teması, kalbin teması, gözlerden taşan duygu, sihir... Bu etkileşimin başka bir tür müzikte olması benim için mümkün değil, çünkü burası Anadolu, biz hepimiz aynıyız... KREDİ ÇEKTİ ALBÜM YAPTI u Bir de albüm yaptınız, değil mi? Eşim Hakan’la İstanbul’a geliş sebebimiz kendimizi geliştirmekti. O tıpta bense sanat... Rahmetli annem “Sesini kaydetmelisin hatıra kalmalı senden” demişti. Anneciğim göremedi ama gökyüzünden dinlediğine eminim... Vedat Sakman müzik ahlakıyla konservatuvar çıkışlı müzisyenlerin ağabeyiydi... Çevresinde müzik sevgisiyle dopdolu yetenekli müzisyen gençler vardı. Muhterem Sur’u Hüseyin Sarısaltıkoğlu’nu o zaman tanıdım... Muhterem’le hesap yaptık, müzisyen arkadaşların parası ve stüdyonun kirasını vermek için bankadan kredi çektim, biraz da ailem ek yaptı. Beyoğlu’nda eski ahşap binanın bir katındaki stüdyoda türküleri kaydettik. İkinci bebeğime sekiz aylık hamileyim. Bir sabah telefonum çaldı, Muhterem, “Gonca, bir şey söyleyeceğim ama korkma” dedi. u Eyvah... Stüdyonun bulunduğu binanın yanında ki eve yıkım için gelmişler. Evi yıkarken bi zim stüdyonun bulunduğu bina da tamamen çökmüş. Muhterem: “Enkazın içine indik kayıtları kurtarmayı başardık ama stüdyo PAccuZotmAmYaahRm.tzuraıGr’ndimyıÜeneıtNÜ artık yok.” “Şükürler olsun” dediğimi hatırlıyorum... Albüm idefix’te en çok satanlar listesine girdi, D&R’da türkü kategorisinde ilk 10’a girdi... Rengârenk oburluk çağında yapayalnız 1 Orta sınıf üyeleri genellikle Netflix izleyerek geçirdi karantina günlerini. Sosyal medya paylaşımlarından, sanal sohbet konularından anlıyorum. Doğrusu okuryazar insanların bile türlü bahanelerle uyuşturan görüntüler peşine düştüklerine tanık oluyorum. Artık edebiyat seçkin uğraş halinde, dar çevrenin ilgisini çekiyor. Tamamen yadsıyamam görsel iletişimin gücünü, oradan hikâye izlemeyi; ancak, hayal gücünü baskı altına alan, genellikle eylemsizliği özendiren bu yapımların tehlikeli olduğunu düşünüyorum. Siyasal kurguların ideoloji dayattığının da farkındayım. 2 H omeland adlı diziyi kısa sürede tamamladım. Onlarca bölümü ardı ardına izlemenin sağlık sorunu yarattığı açık. Hareketli görüntüler karşısında, kahramanların başına gelen baş döndüren olayları takip etmek beceri istiyor. Bedensel sıkıntılar kadar, ruhsal sıkıntı da doğuruyor bu izlence. İnat ettim bu ABD yapımına. Ortadoğu, CIA, darbeler, adam kaçırmalar eşliğinde geçti saatler. “Amerikan Rüyası” eleştiriliyor gibi dursa da, esasen dünya üzerinde en akıllı, duyarlı, özgürlük peşinde ülkenin ABD olduğu savı sürekli dayatılıyor. Ortadoğu halklarına ve İslama bakış tiksinti verici. Hiçbir ilkesi olmayan ajanların, insanların zaaflarını kışkırtarak kurdukları dünya, bilişim olanaklarıyla hapishaneye dönen küremiz üstüne düşünmek gerek. Şuna eminim, bu kurgu salt düş gücüne dayanmıyor, belli ki hayli iyi hazırlanmış senaristler. Bireyin küçük, yalnız, savunmasız, güçsüz olduğu vurgusu yapılıyor. Karşımızda ürküten bir devlet mekanizması var; Homeland dizisinden. dünya jandarmalığına soyunan ABD, farklı biçimlerde anımsatıyor kendini. Dinciliğin, milliyetçiliğin nasıl kullanışlı olduğunu görüyoruz. İsrail gerçeğini de ekleyelim. 3 Son bölümlerde ABDRusya gerilimini anlatıyor Homeland, yakın dönem öyküsü. Hemen çocukluğa gittim, TRT ekranından sürekli rüyalar ülkesi ABD anlatılırdı. SSCB ise gri, renksiz, korkutucu bir ülkeydi. İkisi arasında çıkan her kavgada ABD haklıydı, kazanan da o olurdu. Komünizm düşmanlığı salgın hastalık halindeydi. Bu yolla, üçüncü dünya ülkeleri tutsak alınıyor, kanları emiliyordu. Darbeler böyle yapıldı, piyasacılık meşruiyet kazandı. “007 James Bond” filmlerini de kuşaklar boyu izledik. “Soğuk Savaş” yılları denklemi böyleydi, ya şimdi? Yeni yol tutturmuşlar, kendilerine dönüp, eleştirel bakıyormuş gibi yapıyorlar. Oysa alt metin hep aynı! Dizinin bir faydası oldu elbet, ne haltlar karıştırdıklarını yakından gördüm, bir kez daha kapi talizmin tiksindirici olduğuna tanıklık ettim. 4 H omeland’in bir yerinde ajanlar kendi arasında konuşur, hayli alkol aldıkları bir an gelir ve şöyle der: “Biz onlara neden yeniliyoruz biliyor musunuz, bizim davamız yok!” Onlar dedikleri “Siyasal İslam” savaşçılarıdır. El Kaide, IŞİD başta olmak üzere, yüzlerce örgüt. Dava dedikleri, uğruna ölünen dindir. Allah’ın emirlerini yeryüzünde egemen kılmak için verilen savaştır! Diyor ki ajan: “Onlar her gün aynı kitabı okuyorlar ve inançlarını güçlendirip, korkmadan ölüme gidiyorlar.” Doğru ve ürkütücü saptama bu. Soğuk Savaş süresinde “komünizm” korkusuyla sırtını sıvazladıkları bu radikal gruplar, şimdi tüm dünyaya korku salıyor, artık denetlenemez haldeler. Ölenler kim? 5 Dizide sapkın şeyhleri, çöllerden taşan zenginliği, görkemli yaşamları izliyoruz. Yoksul halk sömürülüyor, çocukları ölüyor. Örgüt liderlerine, devlet başkanlarına, çöl krallarına hiçbir şey olmuyor. Özellikle Avrupa içinde kümelenen grupların davranışlarını izlemek, eylemlere nasıl hazırlandıklarını, para kaynaklarını görmek sarsıcı kuşkusuz! Dünya küçüldükçe sömürü artıyor, korku büyüyor. “Komünizm kaybetti!” söyleminin nasıl büyük yanılgı olduğunu da belgeliyor bu yapımlar. Doğrusu “İnsanlık kaybetti!” olmalıydı. ABD yapımcıları en iyi bildikleri işi yapıyor, sahte dünyalar pazarlıyor, incelikli düşünmenin önüne set çekiyor, asıl büyük saldırı bu işte! Hamburger, bira, plastik bardaklarda kahve, pompalanan pornografi, silahlar, psikiyatristler, lüks arabalar arasında şişmanlayan insanlar. Her anlamda oburluk! 6 İ çinde bulunduğumuz düzen bu “Amerikan Rüyası” artığıdır. Siyasal İslamcılar, Beyaz Saray kapısında makyajlı karşılamalardan pek etkileniyor. Üstelik anlıyoruz ki ABD başkanları da kullanışlı kukla. Kurulan masalarda hakiki tek konu tartışılmıyor. Kaldı ki sorunları siyaset tacirleriyle konuşmanın anlamı ne, o da ayrı tartışma. Bize bir dönem Gorbaçov’un nasıl kakalandığını düşündüm. Bu hainle dostluk kurmakla övünenleri anımsadım. Garip tahterevalli siyaset, ne zaman hain, ne zaman kahraman sayılacağınız belirsiz. Ölçüt yok. İlke yok. Dava yok. Bu pisliğe bulaşmadan ayakta kalmak mümkün mü? İşe zihnimizi temizleyerek başlamalıyız. 7 G örsel şiddet çağından korunmak kolay değil. Amaç geniş kesimleri kolay yönlendirmek, aptallaştırmak, düşünmesine engel olarak, dürtülerle davranmasını sağlamak! Her tür iktidar bundan faydalanıyor. Bugün kendini “aydın” sanan beyaz yakalıların kültürlerini nerden edindiklerini araştırın, acı hakikat yüzünüze tokat gibi inecek. Yaşam koçları, kişisel gelişimciler arasında kıvranıp duruyorlar. Üstelik “sahte bilgelik” pazarında, hepsi iyi birer müşteri! ENVER AYSEVER KURŞUNKALEM “Komünizm kaybetti!” söyleminin nasıl büyük yanılgı olduğunu da belgeliyor bu yapımlar. Doğrusu “İnsanlık kaybetti!” olmalıydı. ABD yapımcıları en iyi bildikleri işi yapıyor, sahte dünyalar pazarlıyor, incelikli düşünmenin önüne set çekiyor, asıl büyük saldırı bu işte!
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle