15 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
HABER POLİTİKA, EKONOMİ 9 26 KASIM 2020 PERŞEMBE ve DUVARA TOSLAMA Siyasal liderler, özellikle ekonomik alanda konuşurlarken çok dikkat etmek zorundadırlar. Ekonomi alanı hassastır. Hele bizim gibi ülkelerde çok kırılgandır. Politikacı bilgiçlik taslarken, ülke ekonomisine zarar vermekten kaçınmak zorundadır. Politik yaşamda hamaset, cesaret, yiğitlik unsurlarını taşıyan ve halk kesimlerini etkileyen söylemlere çok sık rastlanır. Ancak içi boş, bilimden uzak, hamaset taşıyan konuşmaların geçerli olmadığı alan ekonomidir. Ekonomi; yalanı, bilim dışı önermeleri ve söylemleri kaldırmaz. Açıkçası bilimsel dayanaktan yoksun söylemler çok hassas olan ekonomik alanda ters etki yapar. Kamu yönetimi; bilgi, liyakat ve yeteneğe dayanmalıdır. Bu ilke özellikle ekonomi yönetimi için temel bir kuraldır. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, bu temel ilkeyi özellikle son yıllarda altüst etti. Ekonomik alanlarla ilgili olarak; faiz, enflasyon, işsizlik ve istihdam konularında birbiri ile çelişen konuşmalar yaptı. Oysa piyasa ve ekonomik alan çok hassastır, böylesi konuşmalardan etkilenir. Bu yazımızda özellikle faiz ve dalgalanan kurlar üzerinde durulacaktır. Bu girişten sonra, AKP’nin izlediği ekonomik politikaların temel çizgileri üzerinde özetle duralım. İktidara geliş 2001 yılı ağustos ayında kurulan ve 3 Kasım 2002’de seçimlerden birinci parti çıkan AKP iktidara geldi. Siyasal hedefi belliydi. Ancak, IMF ve dışa borçlu bir ekonomik yapı devralmıştı. IMF’ye ve diğer yabancı kaynaklara olan borçların ödenmesi için sorumluluk ve taahhüt altına girilmişti. Bu nedenle sıkı bir mali denetimin sürdürülmesine özen gösterildi. Sonunda IMF’ye olan borçlar ödenmiş, enflasyon tek haneli rakamlarda tutulmuş ve “ekonomik istikrar” kabul edilir bir düzeye ulaşmıştı. Üretim ekonomisi Küreselleşmenin başladığı 1990’lı yıllardan itibaren Türkiye kamuya dayalı üretim ekonomisini terk etmiştir. Turgut Özal’la başlayan, Tansu Çiller’le devam eden kamuya ait fabrikaların satılması AKP’nin ekonomi politikasının da temel ilkesi oldu. O günden bugüne ekonomiden siyasete, hukuktan adalete ve güvenliğe kadar birçok alanda büyük değişimler yaşandı. AKP iktidarı, Türkiye’nin büyük ekonomik kamu kuruluşlarını, fabrikalarını, otellerini, limanlarını, enerji üretim tesislerini, elektrik ile doğalgaz dağıtım şebekelerini ve arazilerini yerli ve yabancı özel şirketlere sattı. 268 kuruluşta kamu payı sıfırlandı 2002 yılından bu yana 273 kuruluşta hisse senedi veya varlık satış devir işlemleri yapıldı. Bu kuruluşlardan 268’inde kamu payı kalmadı. 1986 yılından AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılına kadar 16 yıllık dönemde 8.2 milyar dolarlık özelleştirme yapılırken, 2002’den günümüze 18 yılda, 70 milyar doları aşan satış gerçekleştirildi. Parçalayarak sattılar AKP, iktidara gelir gelmez ilk önce ‘fabrika kuran fabrikaları’ elden çıkardı. 2003 yılında iki kamu şirketi, Ortadoğu ve Balkanlar’ın en büyük tezgâh üreticisi TAKSAN ile sanayi tesisi üretimi yapan GERKONSAN satıldı. Aynı yıl Türkiye Denizcilik İşletmeleri’ne ait limanlar, SEKA’nın kâğıt fabrikaları, özellikle ellerinde tuttukları kamu arazileri de satılarak sıfırlandı. Büyük kamu işletmelerini parçalayarak elden çıkardılar. Türk Telekom, Tekel, Eti Bakır, Eti Krom, Eti Gümüş, şeker fabrikaları ve Sümerbank bu politikanın sonucunda satıldı. Üreten kamu iktisadi kuruluşları elden çıkarılıyordu. Bu satışlardan elde edilen gelirin bir kısmı ile dış borç ödenirken asıl olarak yandaş şirketler ve müteahhitler güçlendirildi. Bununla da yetinilmedi, yabancı şirketler finanstan enerjiye, sağlıktan eğitime ve gıdaya kadar birçok sektörde ağırlık ve etkisini artırdı. Bankacılık sektörünün yüzde 50’den fazlası, sigortacılık sektörünün yüzde 70’ten fazlası yabancıların denetimine geçti. Yabancı payı, ilaç sektöründe yüzde 70, akaryakıt dağıtımında yüzde 70, doğalgaz ve elektrik dağıtımında sıfırdan yüzde 20 düzeyine çıktı. Tarihe geçecek Bununla da yetinilmedi, Samsun ve Bandırma limanları, Tekel’in Çamaltı ve Ayvalık tuzlaları ile birçok elektrik dağıtım kuruluşları satıldı. Özetle bir yandan dünyadaki genel politik Tablo: 20132019 Yılları Arasında K ş Başına Düşen Gayr Saf Yurt ç Hasıla ($)* 13.000 12.519 12.500 12.000 11.500 11.000 10.500 10.000 9.500 9.000 8.500 8.000 2013 12.596 2014 10,949 10,821 2015 2016 10,514 2017 9,370 2018 9,128 2019 * Kaynak: Dünya Bankası ortam, öte yandan denetimli mali politika ve üretime dayalı fabrika ve kuruluşların satışından elde edilen yüksek gelir, AKP siyasal iktidarına göreceli rahat bir ekonomik alan ve ortam yarattı. AKP, Cumhuriyet’in 80 yıllık birikimlerini satıyor, har vurup harman savuruyordu. AKP,Cumhuriyet’in 80 yıllık kazanımlarını satan bir siyasi parti olarak tarihe geçecektir. Türkiye’de Süleyman Demirel, Turgut Özal dahil bütün sağcı iktidarlar Başkanlık Sistemi’ni kurmak istediler. Bu isteği AKP gerçekleştirdi. Ancak kurulan sistem; dünyada bir örneği olmayan, hukuk devleti ve demokrasi ilkelerine aykırı, kuvvetler ayrılığı kuralını tahrip eden bir sistemdi. Açıkçası “ucube” bir modeldi ve seçilen kim olursa olsun, onu “tek adamlığa”, “otoriterliğe” yöneltecek unsurları olan bir sistemdi. Parlamenter demokratik sistemde siyasal yaşamın unsurları göreceli olarak alanlara ayrılmıştı. Özellikle ekonomi ve maliye, konuyla ilgili uzmanlık alanından gelen deneyimli bakanların sorumluluğu ve denetimindeydi. Varlık fonu AKP döneminde 125 büyük özelleştirme yapıldı. Diğer küçük özelleştirmelerle birlikte toplam 70 milyar dolara yakın gelir elde edildi. 80 yılda elde edilen Cumhuriyet eserleri 10 yılda satılarak açıklar kapatılmaya çalışıldı ama buna rağmen Türkiye’nin iki yakası bir araya gelmedi. Geçen 10 yılda 170 milyar doları aşan bütçe açığı verildi. Yükseliş ve düşüş Nasıl yerçekimi kuralına göre cisimler bırakıldığında yere düşüyorsa, siyasal sistemde iktidara gelen parti de bir süre sonra yıpranıp grafik eğrisinde başını aşağıya doğru sarkıtmak zorunda kalmaktadır. Cumhurbaşkanlığı sisteminin kabul edilmesiyle başladı Türkiye’de Süleyman Demirel, Turgut Özal dahil bütün sağcı iktidarlar Başkanlık Sistemi’ni kurmak istediler. Bu isteği AKP gerçekleştirdi. Ancak kurulan sistem, dünyada bir örneği olmayan, hukuk devleti ve demokrasi ilkelerine aykırı, kuvvetler ayrılığı kuralını tahrip eden bir sistemdi. Açıkçası “ucube” bir modeldi ve seçilen kim olursa olsun, onu “tek adamlığa”, “otoriterliğe” yöneltecek unsurları olan bir sistemdi. Parlamenter demokratik sistemde siyasal yaşamın unsurları göreceli olarak alanlara ayrılmıştı. Özellikle ekonomi ve maliye, konuyla ilgili uzmanlık alanından gelen deneyimli bakanların sorumluluğu ve denetimindeydi. 21 Ocak 2017 tarihinde yapılan anayasa değişikliği ile kabul edilen “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi”nde bütün yetkileri tek adamda toplandı. Erdoğan konuşmalarında, “Benim asıl mesleğim ‘ekonomi’dir. Ben ekonomistim” demeye başladı. Bu yetmedi, ideolojik olarak iç benliklerinde yer etmiş olan “faiz” konusunu gündeme getirmeye başladı. Faiz ve enflasyon Faiz, ekonomi biliminde kısaca şöyle tanımlanıyor: “Belli miktardaki bir paranın, iade şartı ile belli bir zaman kullanılmasına karşılık verilen paraya, kiraya faiz denir.” Enflasyon ise şöyle tanımlanıyor: “Fiat düzeyinin sürekli artması ve para değerinin düşmesi.” Erdoğan, bu konuları çok iyi bilen bir “uzman” olduğunu belirten konuşmalar yapıyordu. Tüm televizyon konuşmalarında ünlü “Faiz sebep, enflasyon neticedir” sloganını yinelemeye başladı. Oysa günümüz karmaşık mali ve ekonomik yaşamında, konular böylesine basit formüllerle çözümlenemez. Maliye ve ekonomi alanı ve konuları günümüzde çok boyutludur. Örneğin Erdoğan’ın ileriye sürdüğü tezin tersi de geçerlidir. Şöyle ki; “Enflasyon yükselirse buna dayalı olarak döviz fiyatları da yükselir, denge kurmak için faizlerin artırılması kaçınılmazdır.” Günümüz ekonomi dünyası çok karmaşıktır. Enflasyonu etkileyen tek değil, onlarca faktör vardır. Aynı döviz yükselmelerini ve faizin yükselmesini etkileyen onlarca faktör olduğu gibi. Ama Erdoğan bu ideolojik “faiz” saplantısından kurtulamadı. Siyasal liderler, özellikle ekonomik alanda konuşurlarken çok dikkat etmek zorundadırlar. Ekonomi alanı hassastır. Hele bizim gibi ülkelerde çok kırılgandır. Politikacı bilgiçlik taslarken, ülke ekonomisine zarar vermekten kaçınmak zorundadır. Konu, tespit ettiğimiz kadarıyla ilk kez yurtdışında, Erdoğan’ın 15 Mayıs 2018’de Londra ziyareti sırasında Bloomberg International’a verdiği bir söyleşide ortaya çıktı. Orada, “Sebep netice ilişkisine baktığımız zaman; faiz sebep, enflasyon neticedir” dedi. O gün 4.33 olan dolar ertesi gün 4.41 ve mayıs ayında 4.47’ye yükseldi. Bu söylem o derece ileriye gitti ki, 2015 tarihinden bugüne Merkez Bankası beş yıldır, siyasal iktidarın gündeminden düşmüyor. Örneğin, 17 Mart 2015 tarihinde Erdoğan, “Faiz işsizliğe neden oluyor” diyerek Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı’ya yüklendi. Sonunda Merkez Bankası başkanı değiştirildi ve 2016 yılında Başçı yerine göreve Murat Çetinkaya getirildi. Çetinkaya, üç yıl kadar dayanabildi. Yine faiz tartışması ve uygulamaları nedeniyle görevden alındı ve yerine 2019’da yardımcısı Murat Uysal getirildi. Murat Uysal’ın görev süresi çok kısa sürdü ve 7 Kasım 2020’de Murat Uysal da görevinden alındı. Yerine Naci Ağbal getirildi. Merkez bankaları, Avrupa’nın demokratik ülkelerinde bağımsız kuruluşlardır. Siyasal iktidarlar, fiyat istikrarını sağlayan bu kuruluşların başkanlarını değiştirmezler. Bugünkü yazımızda, genel olarak AKP’nin ekonomi politikaları ve faizenflasyon konularına değindik. Yarın, Merkez Bankası politika faizinin yükseliş ve indirilişinin ekonomiye etkileri tablolar verilerek incelenecektir. DEVAM EDECEK Seçim istemek yetmez! Erdoğan, yola çıktıklarını yolda bulduklarıyla değiştirerek... Damadı dama atarak... Çatlamış sacayağını koparıp kenara koyarak... Avrupa’ya göz kırpıp tekme atarak... Faizi artırıp faize saldırarak... Benzini biten aracın şoförünü değiştirerek... Tarafsız bir cumhurbaşkanı olarak, yargıyı muhalefete karşı pasif bulduğunu ilan ederek... Muhalefeti Biden’dan medet ummakla suçlayıp Biden’a giden yolu bulmak için Washington’a heyetler yollayarak... Günde 10 vakit Bahçeli’ye bağlılıklarını bildirip Diyarbakır’da yeni arayışlara girerek... Hak arayan işçileri haklayıp 5 müteahhidin hakedişini katlayarak... Devam ediyor... Nereye kadar? Gittiği yere kadar! HHH Bu tablo, deyiş yerindeyse tam muhalefete, daha doğru anlatımla, iktidarı sandıkta devirip yerine gelmek isteyen partilere göre. Dün bu konuda son dönemin en net mesajı verildi. İYİ Parti Genel Merkezi’nde bir araya gelen Kılıçdaroğlu ve Akşener Türkiye’ye seslendi: “Biz seçim istiyoruz!” Siyasette gelenektir, seçimden kaçılmaz. Zaten Türkiye’de seçimler çoğunlukla “kaçtı demesinler” diye bütün partilerin mutabakatıyla yapılır. Özellikle iktidar partileri seçim dedi mi, buradan dönüş olmaz. Bu çağrıyı muhalefet yaparsa elbette sonuç almak daha zordur ama oyun kurma açısından avantajdır. Kılıçdaroğlu ile Akşener’in dünkü ortak çağrısı Cumhur İttifakı’nın aylardır sürdürdüğü, “Millet İttifakı’nı parçalama, en azından çatlatma, o da olmadı yıpratma” siyasetinin de tutmadığını gösteriyor. Hatta ters teptiği bile söylenebilir. Daha da ötesi, iktidar ve medyası Millet İttifakı’nda çatlama beklerken Cumhur İttifakı’nda dişlerin sıkıldığı dikkati çekiyor. Açıklanan, açıklanmayan anket sonuçları ise her iki ittifaka da banko umut vermiyor. Cumhur İttifakı’nda toplam oylar yüzde 40 civarında. Millet İttifakı’nın toplam oyları da yüzde 50’yi bulmuş görünmüyor. Aslında bu tablonun çok da yadırganacak yönü yok. Seçim için düğmeye basılıncaya kadar kararsız oylar ciddi bir orana ulaşır. Düğmeye basıldıktan sonra da seçmenin en az yarısında şu soru başlar: Bu sefer kime oy verelim? Burada sihirli sözcük “bu sefer”dir. Zira bu, aynı zamanda seçmenin “değiştirme iradesi”ni gösterir. Gözlemimiz o ki seçmende değiştirme iradesi yükseliyor. HHH Millet İttifakı’nın taraflarının “biz seçim istiyoruz” demesi bir özgüven gösterisi ama bu yeter mi? Yetmez... En az seçim kadar önemli olan birinci unsur şudur: Seçmenin iktidarı değiştirme kararının netleştirmesini sağlamak. Bu, iktidarın yaptıklarını halka anlatarak, olumsuzlukları tek tek sıralayarak sağlanmaz. İkinci unsur da şudur: Seçmene hangi iktidarı istediğini söyletmek! Seçmen bu iklime geldiğinde bunu o kadar güzel söyler ki... Tarihimizde çok örneği vardır. Ali Babacan dün Yeniçağ gazetesine şöyle demiş: “Eskiden Demirel’e, ‘Kurtar bizi baba’ diyorlardı, şimdi ‘Kurtar bizi Babacan’ diyorlar...” İYİ Parti ise “Millet bizi çağırıyor” sloganını yerleştirmeye çalışıyor. CHP de 25 Temmuz’daki 37. olağan kurultayını, “Hedef iktidar” sloganıyla başlattı. Mesele, partilerin iktidar istemlerini dile getirmesi değil, halkın o sloganı kendine mal etmesi. Demirel, seçim sahasında kendisini iktidara çağıran meydanları görünce gazetecilere döner, şöyle derdi: “Halkın ağzına laf vereceksin!” VEFAT (E.) P. Yb. (1965244), Cumhuriyet Halk Partisi üyesi BAHRI GÖKMEN’I yitirdik. 26 Kasım 2020 günü Bornova, Hacılarkırı Mezarlığı’na gömülecektir. Acımız büyük. Suzan, Işık, Özgür Gökmen Not: Cenaze töreni düzenlenmeyecektir. Sevenlerinin Türk Eğitim Vakfı’na (TEV) bağış yapmaları rica olunur.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle