15 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 26 KASIM 2020 PERŞEMBE [email protected] OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Tıkanan siyaset ve çözüm AHMET YAVUZ Ülkenin gündemini günübirlik olaylar oluşturuyor. Tartışmaların hiçbirisinin ömrü bir haftadan uzun sürmüyor. Herkes yazıp çiziyor. Ancak nedensellik incelemesi yok. Çözüm öneren de yok. Böyle devam ederse bu açmazdan çıkış da yok. Bunun sebebi siyasetin yapılış tarzıdır. Milli güç unsurlarının her biri üzerinde olumlu etki yaratarak ülkenin bekası, halkın refahı ve demokratik yaşamın birey ve toplum yararına geliştirilmesi anlamında tartışılmaz rolü olan siyasi güç mevcut haliyle tam tersi bir işlev üstlenmiş durumdadır. Bu yapı kırılmadan ülke göstergelerinin olumluya doğru evrilmesi mümkün değildir. İktidar açısından mümkün değildir. Muhalefet açısından da mümkün görülmemektedir. İktidar, artık “kendisi için bir varlık” haline gelmiştir. Ülkeye vereceği hiçbir şey yoktur. Tek derdi ayakta kalmaktır. Muhalefet ise siyaseti sadece “Erdoğan’ın iktidardan uzaklaştırılması” düzlemine indirgemiştir. Hedef bu olunca onların da ülkenin geleceğine aydınlık bir ufuk sunma şansı yoktur. Aydınlar da genel olarak halihazır duruma karşı çıkmak yerine mevcut sarmalın parçası haline gelmiş durumdadır. Bu gözlemi paylaşan geniş bir kitle mevcuttur. Ancak örgütsüzdür. Doğan Kuban’ın gösterdiği Bağımsız aydın tanımıyla özdeşleşebilen nadir kişilerden biri olan Doğan Kuban da benzer yargılarda bulunmaktadır: “Türk aydını, Amerikan sömürgeciliği ve kırsal kültür tarafından esir alınmışa benziyor. Bir entelektüel iflas ortamında yaşıyor.” (HBT, Sayı 242, 13 Kasım 2020, s. 7). Yazısının devamında, üretime dönük yapılanma ihtiyacını her şeyin önüne koyan Kuban, “Bu bağlamda özgürlük demokrasiden çok, üretim için gerekli olacağa benziyor. Bu da özgün bir eğitim ortamının örgütlenmesini ve politik örgütlenmenin yapısal değişikliğini gerektiriyor. Oysa iktidarda ya da muhalefetteki partilerin yeni mallar satacak ne tezgâhları var ne de tezgâhtarları” demektedir. Cumhuriyetin herkesi tasada ve sevinçte ortak kılan felsefesinden güç alan ve “ben” demek yerine “biz” demesini bilen vatansever gönüllüler aranıyor. İktidar ve muhalefetin çözümsüzlüğü İktidar partisi “siyasal İslam” merkezli siyasetini 2007’lerden itibaren görünür kıldıkça önce ideolojik iflası tattı, sonrasında ise siyasi iflasın eşiğine geldi. Ülkeyi de uçurumun kenarına getirdi. Çünkü 2010’dan bu yana kendisini denetleyen hiçbir güç kalmadı. İşin ilginci, attığı yanlış adımların bir kısmını da “bağımsızlık adımları” olarak sundu. Oysa sorun, kaynağını ve gücünü yanlış yerde, yanlış şekilde kullanması ve gücünün üstünde yönelimlerde bulunmasıydı. Bu adımların birçoğu da sonuçsuz kaldı. Muhalefet ise iktidarın geçmişte yaptıklarını eleştirmekle birlikte benzer şeyleri yapmaya talipmiş gibi görünüyor. Yeni anayasa tartışmaları bunun bir parçasıdır. Hedefinde “Türk kimliği” vardır. AKP bunu denedi. İktidarı kaybedeceğini anladı. Geri adım atmış gibi duruyor. Şimdi muhalefet aynı arayış içindedir. Ayrıca muhalefetin laiklik konusunda duyarlı olduğu da söylenemez. Muhafazakârların oyunu alacağım kaygısıyla devletin dini esaslara göre örgütlenmesinin önünde açık tavır almadı. Almıyor. Üstelik laikliğin, liyakatin ikiz kardeşi olduğu, egemenliğin kullanılması, hukuk karşısında herkesin eşitliği ve özgürce bilim yapılmasının garantörü olduğu gerçeğini göz ardı ediyor. Fethullah Gülen oluşumunun Amerikancı ve dinci bir terör örgütü olduğunu yaşanan darbe girişimine rağmen görmezden gelenler var. İktidar partisi, kendisine zarar vermeyen bir “FETÖ ile mücadele perspektifini” benimserken çeşitli muhalefet partileri göğüslerini bu yapılara açmakta gönüllü görünmektedir. Batı ile ilişkilerde, “Erdoğan iktidardan uzaklaşırsa” ortamın tamamen değişebileceği gibi bir dar bakışın kendilerini sarıp sarmaladığı izlenimi veriyorlar. Hatta Biden’ın seçilmesini, sadece bu yanıyla gören çevreler bile mevcut. Oysa bu hayaldir. Bazı ilişkiler farklılaşsa bile özde bir değişiklik olmayacaktır. Bunların örneğini çoğaltmak mümkündür. Sözün özü, iktidar zaten kendi derdine düşmüştür. Muhalefet de sadece iktidarı yerinden etmeyle sorunun çözüleceğini sanmaktadır. Parlamenter sisteme geçiş önerileri önemli olmakla birlikte mesele siyasetin yapılış tarzını değiştirmektir. Ülke için esas beka sorunu bu noktadadır. Çözümün anahtarı Çözüm değilse bile çözümün anahtarı, siyasete uzak duran kitlenin sorumluluk almasından geçmektedir. Bu kesimin kurucu değerlerle sorunu yoktur. Ancak sorumluluk almaya istekli durmamaktadır. Elimizi taşın altına koymazsak taşın ağırlığı altında kalıp toptan ezilmek söz konusudur. Bu nedenle derdi ülkesi olan kişilerin bir araya gelmesi, yaratacakları yetkin akılla sorunları çözebilecek bir kadro oluşturmaları bir mecburiyet olarak karşımızda durmaktadır. İş basittir ama zordur. İşe girişmekse en temel görevdir. Kimsenin elinde sorunları hemen çözebilecek bir çilingir yoktur. Buna mukabil, sorunları giderek azaltan bir yapıyı hayata geçirmek mümkündür. Bunları yapmak için iki kaynak vardır: Bedava olanlar ve maddiyat gerektirenler. Bedava olanlar öncelendiği takdirde diğerleri için kaynak yaratmak kolaylaşır. Kimseyi ötekileştirmemek, etnik ve mezhep ayrımına tabi tutmamak ve bu tür ayrımlara dayalı çözümlerden uzak durmak, ifade özgürlüğünü sağlamak, liyakate dayalı olarak kurumları yeniden yapılandırmak, yalan söylememek, boş vaatlerde bulunmamak, kaynakları kamu yararına kullanmak ve şeffafça sergilemek... Ardından öncelik sırasına göre atılacak adımların amacı, bireyin özgürlüğünü ve ülkenin bağımsızlığını garanti eden yapıyı kurmaktır. Bu, ancak üretim, eğitim ve çağdaş hukuk ile olur. Cumhuriyetin herkesi tasada ve sevinçte ortak kılan felsefesinden güç alan ve “ben” demek yerine “biz” demesini bilen vatansever gönüllüler aranıyor. Yan yana gelmeleri çözümün ilk adımı olacaktır. Bülent Arınç, adalet reformu balonunu patlattı Ekonominin duvara toslamasından sonra AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı, Hazine ve Maliye Bakanı olan damadı ile Merkez Bankası Başkanı’nı görevden aldı. Arkasından ekonomide ve hukukta reform yapılacağını belirtti: “Yatırımları yeşerten ve bereketlendiren iklimi tesis etmenin, ekonomik büyümeyi, kalkınmayı, refahı ve istikrarı sağlamanın en önemli yollarından birinin hukuk devleti ilkesi olduğunu biliyoruz.” “Ekonomideki yeni dönemin ruhuna uygun şekilde temel hakların korunmasından mülkiyet hakkının geliştirilmesine kadar pek çok ilave hükümleri ilgili tüm taraflarla istişare ederek bu eylem planına derç edeceğiz.” Bu konuşma üzerine Adalet Bakanı da şöyle bir demeç verdi: “Hukukun güvenilirliği ekonominin de güvenilirliğini destekliyor, iç içe geçmiş bir konumda. Bu konuda daha fazla güvence nasıl olur, yakın zamanda iş dünyasının bu konudaki beklentilerini de Hazine ve Maliye Bakanımızla birlikte dinleyeceğiz.” “Bırakın adalet yerini bulsun, isterse kıyamet kopsun, bizim yargıçlardan, yargı mensuplarından beklediğimiz budur.” “İster yabancı, ister yerli yatırımcı, ister işçi, ister çiftçi, ister işveren, ne olursa olsun hukuk güvenliğini bu anlamda vatandaş lehine koruyacak, tutuklamaların keyfiliğinden uzak, tutuklamayı istisna olarak değerlendiren, hukuk güvenliğini daha da güçlendiren uygulamaları hep beraber sağlayacağız.” HHH Bu iki konuşmadan sonra Bülent Arınç, yargıdaki adaletsizliklerden söz ederek, artık hukuksuzluk simgeleri haline gelmiş olan Selahattin Demirtaş ile Osman Kavala için “Tahliye edilmeleri lazım” açıklaması yaptı. “Ben, Cumhurbaşkanı ve Adalet Bakanı adaletten yanayız. Biz, adil yargılama istiyoruz. Ancak hâkimler yanlış yapıyor. Uyarıyorum, yakın gelecekte onlar zarar görür” dedi. Erdoğan’ın çok eski bir arkadaşı ve Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu Üyesi olan Arınç’ın bu sözleri, kamuoyunda Erdoğan’ın ekonomideki ve hukuktaki reform programının bir yansıması olarak algılandı. HHH Ama gerçek öyle değildi: Nitekim Erdoğan’dan zehir zemberek bir açıklama geldi: “Yeni bir fitne ateşi yakılmaya çalışıldığını görüyoruz. Hiç kimsenin şahsi ifadeleri, Cumhurbaşkanı ile hükümetimizle, partimizle ilişkili hale getirilemez. Yasin Börü’lerimizin ölümüne neden olanlar, Kobani katliamının failleri, Tayyip Erdoğan ve dava arkadaşları tarafından asla savunulamaz. Gezi olaylarının finansörü olanlarla, Kavala’larla hiçbir zaman bir arada olamayız.” HHH Bu yanıta çok üzüldüğünü belirten Arınç, “Devlet Bahçeli, Alaattin Çakıcı’yı ‘dava arkadaşım’ diyerek sahiplendi, ben 45 yıllık dava arkadaşıyım Tayyip Erdoğan’ın. Aramızda abi kardeşlik hukuku var. Bu kadar sert, dozu yüksek açıklamayı ben hak etmiyorum” dedi ve Erdoğan’la görüştükten sonra, Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu üyeliğinden istifa etti. HHH Böylece büyük tantana ile ilan edilen Adalet Reformu’nun bir balon olduğu, Bülent Arınç tarafından kanıtlanmış oldu. Her şartta ‘bir başkadır benim memleketim’ AYDIN ÖNCEL Dünyada Covid19 salgınıyla birlikte başta sosyal ve ekonomik şartlar olmak üzere hemen hemen her alanda önemli kırılmalar yaşanmaktadır. Böylesi zorlu bir döneme Türkiye, ne yazık ki “at izinin it izine karıştığı” günlerde yakalanmıştır! Bir yanda sosyal medya üzerinden duyurulan istifalar, bir yanda ülke seçmeninin neredeyse yarısını temsil eden parti liderinin aldığı tehdit mektubu. Kadın cinayetleri, çocuk tacizleri, sağlıkta vaka sayıları, ekmeğin şeref kürsüsünden askıya yolculuğu, açlık, iş arayanların oluşturdukları kuyruklar, toz duman olmuş finans piyasaları, hukuk reformu gölgesinde yargılanan, tutuklanan gazeteciler, yazarlar, aydınlar, düşünce suçları ve daha birçok konu başlığı... Hangi sorun gündeme getirilse bir diğerinin ihmal edildiği duygusuna kapıldığımız zor ve kötü bir süreçten geçiyoruz. Düşünce suçlanamaz. İnsanoğlunun düşünceye özgürlük mücadelesi yüzyıllar öncesinde başlamıştır. 17. yüzyılda Hollandalı düşünür Spinoza, özgürlüğü düşüncede bulmuştur. Çağımızın ünlü yazar ve düşünürlerinden Fransız J. P. Sartre, daha da ileriye giderek “düşünce özgürlüğünden yoksun olmayı, düşündüğünü söyleyememek değil, hiç düşünmemiş olmak” kabul etmiştir. Anayasamızın 25. maddesinde de “Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir. Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz, düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz” hükmü yer almaktadır. Bu duruma nasıl geldik! Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk’ta aynen şöyle der: “Temel ilke, Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu ilke, ancak tam istiklale sahip olmakla gerçekleştirilebilir. Ne kadar zengin ve bolluk içinde olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir millet, medeni insanlık dünyası karşısında uşak olmak konumundan yüksek bir davranışa layık görülemez.” Bağımsızlık, aklın mutlak özgürlüğünün sonucu elde edilebilecek bir kavramdır. Dolayısıyla ulusların şerefli ve haysiyetli bir yaşam sürdürebilmesinin yolu da özgür düşünceden geçmektedir. Tüm bu kazanımlara rağmen, yıllardır kanıksayarak görmeye ve duymaya alıştığımız totaliter uygulamalarla her şeyimizi değiştirmeye kalkanlar, kendi hayatlarını nasıl yaşamaları gerektiğini bilmeden üstümüzdeki baskıları gün geçtikçe artırmaya devam etmektedir... Bu duruma nasıl geldik? Siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel alanlarda baskıları artıran sağ iktidarlar, kullandıkları dille halkları ayrıştırdı, başkalaştırdı. Sabretmeyi ve şükretmeyi insanın tek erdemiymiş gibi gösterdi. Özgür düşünce yerine itaati, eleştiri yerine kabulü dayattı. Çeşitli cemaat ve örgütlerle işbirliğine girerek Cumhuriyet dönemiyle hesaplaşmaya başladı. İç ve dış güvenliği sağlayan birimler içine sızdı. Yargıyı ele geçirdi. Kuvvetler ayrılığını yerle bir etti. Eğitimde eşitlik ilkesini hiçe sayarak milli eğitim müfredatını tamamen değiştirdi. Cumhuriyetin birikimlerini yandaş sermayeye peşkeş çekerek ekonomiyi çökertti. Tarımda ithalatı teşvik ederek yerli tohumları yok etti. Emek düşmanı politikalarıyla üreten sınıfın örgütlenmesini engelledi, birçok hakkını ellerinden aldı. Her krizde faturayı halka çıkararak acı ilaçları içirdi. Bir zamanlar Türkiye Yakın zaman önce izlemiş olduğum, Berkun Oya’nın yazıp yönettiği ve 16 ülkede Netflix listesinde “Top 10” olan “Bir Başkadır” isimli dizinin kahramanlarından Meryem ve psikiyatrist Peri’nin arasında geçen diyaloglar oldukça ilgimi çekmişti. Bunlar içinde benim için en çarpıcı olanı, dertlerini paylaşan, danışan Meryem’in, dostluğunu umduğu psikiyatrist Peri’den aldığı “Vazifem” yanıtı karşısında “Hayırlı işler” dileyerek seansı sonlandırmasıydı... Dünyadaki gelişmelerden bağımsız, Türkiye’nin kendine özgü sorunlarından dolayı önümüzdeki yıllarda işi bir hayli zor olacaktır. İşte tam da bu dönemde, işgal ettikleri koltuklarda devlete iş, gelir ve ballı kaymaklı ihale kapısı olarak bakan siyasetçilere ve temsil ettikleri ideolojilere umut bağlamaktan, yaptıkları işlerden ülke yararına beklentiler içinde olmaktan bir an önce vazgeçip kendilerine “hayırlı işler” dilemenin zamanı gelmiştir. Türkiye gecikmeden seçimini yapmalı, salgının da etkisiyle iyiden iyiye hızlanan kötü gidişe dur demeli, Cumhuriyet tarihinin en kötü seansını sonlandırmalıdır! Demokrasinin evrensel ilkelerinden uzaklaşan bu iktidarlar, kamuoyu desteğini kaybettikçe muhaliflere baskıyı artırma yoluna gitmiştir. Fakat gerçekleştirdikleri tüm tahribata rağmen “fikri iktidarlarını” tesis etmeyi başaramamıştır. Bir zamanlar tek partili sistemden çoklu sisteme barış içinde geçiş yapmayı başarabilen Türkiye, şimdi de pekâlâ parlamenter sisteme dönmeyi başarabilecek güçtedir. İşgal altındayken bile küllerinden doğan, baskılara boyun eğmeyen, nerede, ne zaman, ne yapacağı belli olmayan, bir türlü başkalaşmayan bu ulus ve memleket “bir başkadır.” Tarih böyle yazmıştır ve hep böyle kalacaktır!
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle