23 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 9 EKİM 2020 CUMA [email protected] OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Hedefteki gazetecilik AV. HÜSEYIN ERSÖZ Gazetecilik farkındalıktır, gazeteci fark yaratandır. Herkesin yazdığını yazmak değil, klişelerin dışına çıkmak, okuyucuyu heyecanlandırmak, haberin öznesi olan kişiye “sınırları olduğunu” hissettirmektir. Bu sebeple yetenek işidir; ilişkileri iyi kurmak, haber kaynaklarını korumak, güvenilirliğini ispat etmek, geniş bir arşive sahip olmak gerekir. Gazeteci, “bilgi” biriktirir. Bu, bazen eski bir haber kupürü, bazen belge, bazen de kulaktan kulağa dolaşan bir söylentidir. Bu bilgiler gün gelir çarpıcı bir analizin parçaları haline gelir ya da tozlu raflar arasında sararmaya terk edilir. Bu sebepledir ki gazeteciler arşivlerinin büyüklüğü, haber kaynaklarının genişliği ile anılır; etkili gazeteci olarak nitelendirilir. Analiz ve muhakeme yeteneğini bilgi ile bütünleştiren isimler, “büyük gazeteci” olarak tarihe geçer. Gazeteci başkalarının nasırına basan kişidir, hedef olmaya da hazırlıklıdır. Sıradan insanlarla uğraşmaz. Siyasiler, bürokratlar, kanaat önderleri, iş insanları, örgüt mensuplarıdır haberin odağındakiler. Bu yüzden işlerinin getirdiği bir sonuçtur, hedef alınmaları. Hapis yatmayanın, mahpus görmeyenin, tehdit edilmeyenin gazeteci sayılmayacağı vurgulanır hep. En azından meslek hayatında birkaç kez hâkim karşısına çıkmayana gazeteci denmediği doğrudur. Bu mesleğin “aydınlık” tarafındakilerin çileli hikâyesidir. Rahatsız edici ‘pencere’ Ama çıkar ve menfaat gruplarının etkisinde kalan, lobiler tarafından yönetilen, güçler kavgasına göre konumlanan bir grup da her zaman olmuştur. Gerçeği eğip büken, kişisel menfaatlarını her şeyin üstünde tutan, lobicilik yapan bu kişiler de gazeteciliğin “karanlık” yanıdır. Aydınlık yanda kalmak zor olandır. Bu mesleği hakkıyla yapmak için yeri geldiğinde siyasileri, yeri geldiğinde ise suç örgütlerini karşınıza almak durumunda kalırsınız. Onların menfaatlarını zedeleyecek, yaptıklarını sorgulatacak bir haber ötekileştirilmenize, karakterinizin hedef alınmasına, karalanmanıza, yakıştırmalara muhatap kalmanıza neden olur. Zor, çoğu zaman huzursuz, çileli ama değer gören ve saygı duyulduğunu hissettiğiniz bir hayatınız vardır. İşte, Müyesser Yıldız’ınki de tam olarak böyle bir yaşamdır. Müyesser Yıldız, “Ankara gazeteciliği”nin hakkını veren, çoğu zaman yazdıkları ile başkentte olupbiteni, birden fazla pencereden okuyucularına aktaran bir isimdir. Onun eleştirel bakış açısı çoğu zaman rahatsız edici bulunur. Ama doğAradan geçen on senede yaşadıklarımız bir “deja vu”yu andırsa da Müyesser Yıldız’ın, yaptığı haberler ve haber kaynakları ile suçlandığı gerçeği bir kez daha önümüzde duruyor. mahkemenin Adli Tıp Kurumu’na sevk ettiği bir askerin, telefondaki konuşmalarına dayanıyor. Bu bilgilerin çoğunun, daha önce söylenti şeklinde de olsa kamuoyu tarafından bilindiği gerçeği ortayken hem de. Ama en önemlisi, Müyesser Yıldız, bu bilgilerin çoğuna “teyide muhtaç” gözüyle bakıp “haberleştirmemişken”; kısacası gazeteciliğin ana kuralını uygulamışken, bugün hâlâ cezaevinde olmasının “hukuken” açıklamasını yapmak oldukça zor. Müyesser Yıldız ru kelime, “irdeleyici”dir. Adliye koridorlarının nabzını iyi tutan bir isim olması, ayrıntıları olduğu gibi aktarması, başka meslektaşlarının yazmak istemedikleri ya da “isteyip de yazmadıklarını” eğip bükmeden haberleştirmesi ile tanınır. Basın özgürlüğü, hukuk devleti ve demokrasi tartışmalarının yaşandığı her 10 yılda bir cezaevi görmesinin sebebi de budur. Hukuken açıklanması zor Hatırlayalım, 2011 senesinde OdaTV’ye yönelik operasyon gerçekleştiğinde, Barış’larla birlikte Ankara’da gözaltına alınan isimler arasında Müyesser Yıldız da vardır. O dönem yaptığı haberlerin siyaset ve cemaatte yarattığı rahatsızlık, bir yılı aşkın süre cezaevinde kalmasına neden olmuştur. O dönemde de hakkındaki deliller, telefon konuşmaları, yaptığı haberler ve FETÖ mensuplarının ürettiği sahte dijitallerdir. Aradan geçen on senede yaşadıklarımız bir “dejavuyu” andırsa da Müyesser Yıldız’ın, yaptığı haberler ve haber kaynakları ile suçlandığı gerçeği bir kez daha önümüzde duruyor. 10 yıl önce manşetleri süsleyen iddialar ile bugünkü benzerleri, “sadece tesadüf mü yoksa geçmişin kötü alışkanlıklarının hortlaması mı” sorusu da öyle. Geçen günlerde kabul edilen iddianamede, “bipolar rahatsızılığı” olan bir astsubayın konuşmaları ile Müyesser Yıldız’ın yaptığı ve “yapmadığı” evet, doğru okudunuz “yapmadığı” haberler de birer suç isnadı olarak karşımızda. İddianamede konu edilene, “suç” yerine “gazetecilik” desek yanlış olmaz. Çünkü 4 ay önce “casuslukla” başlayan iddiaların bugün, “gizli belgeleri temine” indirgenmiş olduğuna şahitlik ediyoruz. Ortada ise belge değil “bilgi” var. Bilgi ise Bu da geçecek İddianameden, Müyesser Yıldız’ın hayatının didik didik edildiğini de görüyoruz. Dosyanın sanıkları dışında başkalarıyla yaptığı telefon görüşmeleri, tüm parasal hareketler, sahip olduğu tüm bilgisayarlara dair dijital analizler de var. Sonuç olarak hiçbirisi suç unsuru olarak görülmemiş ve suçlama konusu yapılmamış. Peki, hal böyleyken Müyesser Yıldız seneler sonra neden yine cezaevinde? Dediğim gibi bunun “hukuken” bir açıklaması yok. Çünkü hangi hukuksal metni önünüze alsanız, hangi mahkeme kararını irdeleseniz Müyesser Yıldız’ın yaptığının tam da mesleğinin gereği olduğu, yani “bilgiyi” kıymetlendirmek ve halka aktarmak gerçeğiyle karşılaşıyorsunuz. Müyesser Yıldız’ın haberleştirdiği siyasilerin onu sosyal medyadan hedef alması, bazı siyasilerin ise tazminat davaları ile yıldırmaya çalışması, bu ülkede son birkaç yıldır basın camiasında sıklıkla karşılaştığımız bir durum. Onun 15 Temmuz davalarına olan “irdeleyici” bakış açısı ve at gözlükleriyle olaylara bakmayarak “olguların” peşine düşmesi, ona parmak sallanmasının da temel sebebi kanımca. Önce Barış’ların hâkim karşısına çıktığı dava, ardından muhalif televizyonların ekranlarının karartılması, şimdi de “neden gazetecilik yaptın” sorusunun yöneltildiği Müyesser Yıldız’ın yargılanacağı dosya. Ülkede demokrasi ve insan hakları için oldukça zor günler yaşadığımız bir gerçek. Fakat Müyesser Yıldız gibi isimlerin cezaevinden de olsa gazetecilik yapmaya devam etmeleri, ifade hürriyeti ve basın özgürlüğü için can suyu değil mi? Daha önce de geçmişti, bu da geçecek tabii. Demokrasi döngüsünde, kişiler gidecek yenileri gelecek; atanmışlar yerlerini yenilerine bırakacak. Kaim olan bıraktığınız miras, özgürlükler adına yaptıklarınız olacak. O yüzden ellerin dert görmesin, kalemin kırılmasın Müyesser Yıldız. Rubicon’u geçen iktidar AV. MUHARREM ERKEK CHP GENEL BAŞKAN YARDIMCISI ÇANAKKALE MILLETVEKILI İktidarların yaşaması için aldığı nefes adaletse, bulunduğu atmosfer demokrasidir. Ömrünü uzatmak isteyen bir iktidarın, rıza mekanizmasını zorla değil, adaletle işletmesi gerekir. Geldiğimiz noktada, 2010 anayasa değişikliğiyle provası yapılan, yargıyı ele geçirme temelli anayasa değişikliğinin asıl gösterimi 2017 anayasa değişikliğiyle yapıldı. Çok fazla yazıldı, çizildi, söylendi. Bu nedenle yaşadığımız “adaletsizliklerin anası” niteliğindeki değişikliğin ayrıntılarına girmek yerine, “nasıl olumlu anlamda ileriye gideriz”, ona değinmek gerekir. Roma Cumhuriyeti’nin başkentine komutanların ordularıyla girmesi, yasak eylemlerdendi. Yani doğal sınır niteliğindeki Rubicon Nehri ordularla geçilemezdi. MÖ 49 yılında Roma İmparatoru Sezar, Rubicon Nehri’ni yasağı çiğneyerek ordularıyla geçer ve iç savaş çıkmasına neden olur. Sezar, Rubicon’u geçerek geri dönülemeyecek bir iş yapmış, yüzyıllardır süregelen ve özgür kabul edilen “Güçlendirilmiş Parlamenter Rejim”den kasıt, 2017 öncesi Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasi ve hukuki durum değildir. Kurumsal olarak benzer yapılar olmasıyla birlikte, yeniden ele alınmış sistemdir. cumhuriyetin çökmesine neden olmuştur. Sezar’ın ünlü alea iacta est (zarlar atıldı) sözünü, Rubicon’u geçerken söylediği bilinir. Geri dönüşü olmayan bir iş anlamında kullanılan “Rubicon’u geçmek” deyimi, mevcut AK Parti iktidarının hukuksuzluklarının artık geri dönülemeyecek boyutta olduğunu tam anlamıyla ifade etmektedir. İktidarın eğitimden dış politikaya, insan hak ve özgürlüklerinden sağlığa, ekonomiden adalete Türkiye’yi sürüklediği acı tablonun kurtuluş reçetesi çok zor değil. Genel Başkanımız Kemal Kılıçdaroğlu’nun, partimizin son kurultayında açıkladığı İkinci Yüzyıla Çağrı Beyannamesi, aranan reçetedir. Elbette her bir başlığı daha fazla ayrıntıyla ele alınması gereken bu bildiri, Rubicon’u geçen iktidarın ülkemizi soktuğu durumdan kurtulmak için tam teşekküllü bir metindir. İşte “Güçlendirilmiş Parlamenter Rejim (GPR)”, tam olarak bu beyannamenin omurgasıdır diyebiliriz. GPR ile ne getirilecek? GPR’den kasıt, 2017 öncesi Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasi ve hukuki durum değildir. Kurumsal olarak benzer yapılar olmasıyla birlikte, yeniden ele alınmış sistemdir. Prof. Dr. Ergun Özbudun’un da belirttiği gibi bu konu artık “günümüz Türkiyesi bakımından bir hayat memat meselesi”dir. Peki, GPR ile ne getirilmek istenmektedir? 1 Elbette ilk ele alınması gereken konu, yasama ve yargının kendisine bağlandığı, yürütmenin başındaki, partili Cumhurbaşkanı’dır. Düğümün ilk ilmeği burada çözülecektir. Taraflı, aşırı güçlendirilmiş, denge ve denetim mekanizmalarının kendisine karşı yok edildiği bir durumdan, partiler üstü ve tarafsız, yetkileri sınırlandırılmış bir Cumhurbaşkanlığı’na geçiş, Türkiye için olmazsa olmazdır. 2 II. Dünya Savaşı’nın acı tecrübelerinden çıkarılan derslerden biri “yapıcı güvensizlik oyu”dur. Şöyle ki birleşip hükümet kur(a)masalar da mevcut hükümeti düşürmeye dönük, otoriter iktidarların önünü açacak hamleleri engellemek için “hükümeti düşürmek istiyorsan, önce yenisini kuracaksın” demektir bu güvensizlik oyu. Almanya anayasasının 67., Belçika anayasasının 96. ve İspanya anayasasının 114. maddesi bunu düzenler. Türkiye’nin yeni anayasasının bir maddesi de bunu düzenleyecek. 3 Yapıcı güvensizlik oyu ile güçlendirilmiş hükümet, bu gücünü keyfe keder kullanamayacaktır. Çünkü yasama da güçlendirilmiş denge ve denetim mekanizmalarıyla hükümeti her an takip edecektir. Ayrıca, Meclis’e karşı sorumlu olacak, bakanları seçilmiş (bir kişinin atadığı değil) güçlü hükümetin işleyişini etkileyen seçim sistemi ve siyasi parti sistemleri gibi temel dinamikleri baştan ele alarak demokratikleşmiş sistemi kurmak şart. Öncelikle 12 Eylül darbe hukukunu tümüyle mevzuattan arındırma niyetinde olmak bile işin yarısı demektir. 4 Siyasi Etik Kanunu, Meclis’e tam olarak sunulacak Sayıştay raporları ve muhalefetten bir milletvekilinin başkanlığını yürüteceği kesin hesap komisyonu önceliklerimizdir. 5 GPR’de yürütmeyasama ilişkisinin karşılıklı güç ve bağımsızlık ilişkisinin benzeri, yürütmeyargı arasında da kurulacaktır. Kararları yargı denetimine açılmış, adalet bakanı ve müsteşarının heyetten çıkarıldığı, çoğunluğunu bir kişinin değil, yüksek yargıçların seçtiği, savunmanın da temsil edildiği bir HSK, adalet adına devrimlere imza atar. Yüksek yargı üyelerinin seçilme yöntemi, daha kendi içinde ama dışarıdan denetlenebilen biçime dönüştürüldükten sonra, Anayasa Mahkemesi’nin anayasal organlar arasındaki ihtilafları çözecek ve siyasi krizlere meydan vermeyecek yapıya kavuşması sağlanırsa yargı daha da güçlenir. Bu kapsamda, idari ve yargısal işleri ayrılmış, seçme ve seçilme hakkını ilgilendirilen tüm kararlarına karşı Anayasa Mahkemesi’ne başvuru hakkı tanınmış Yüksek Seçim Kurulu ancak demokratik seçimlerin güvencesi olabilir. Elbette savunmanın ve baroların güçlenmesi de bunun için elzemdir. Çok boyutlu ve önemli daha pek çok içeriğe sahip olacak GPR konusunda yasamayürütmeyargı dengesini böyle özetlemek olanaklıdır. Hukuksuzlukta Rubicon’u geçen iktidarı geri döndürüp döndürmeme konusu değil bu mücadele, Cumhuriyeti demokrasiyle taçlandırmak için dökülen ter, harcanan emek olacaktır “Güçlendirilmiş Parlamenter Rejim”... Umutsuzluk demokratik direnişin en büyük düşmanıdır! Savaşta en büyük zafer, savaşmadan kazanılan zaferdir. Siyasette en büyük zafer, sandığa girmeden kazanılan zaferdir. HHH Gerek savaşta gerekse siyasette, sonucu belirleyen en önemli öğe, nesnel insan ve silah sayıları ve ölçülebilir kaynaklar olmakla birlikte, her ikisinde de iki önemli öğe daha vardır: Savaşta komutanlık, siyasette liderlik... Ve her ikisinde de moral! Kaynaklar ve nesnel güç, karşılaştırmalı olarak kimi güçlü gösterirse göstersin, komutanlığın/ liderliğin kalitesi ile umudun ya da umutsuzluğun varlığı, yani yüksek moralin veya moralsizliğin etkileri, savaş sonuçlarını da seçim sonuçlarını da büyük ölçüde etkiler. HHH Nesnel gücünü iyice yitirdiği, yani seçmen desteğini iyice kaybettiği açıkça ortaya çıkan iktidar şimdi seçmenlerin morali üzerinden seçim kazanmaya çalışıyor: Çünkü muhalif seçmenlerin önemli bir bölümü sandığa gitmezse, genel olarak çoğunluğu kaybetmiş olan iktidar, kendi yandaşlarını seferber ederek oy vermeye gidenlerin tercihleriyle sandıktan yine zaferle çıkabilir. Bu konuda beş propaganda dikkati çekiyor: 1) “Bunlar seçimle gitmez, kaybedecekleri seçimi de yapmazlar.” 2) “Kaybetseler de iktidarı bırakmazlar.” 3) “Muhalefet, beceriksiz ve işe yaramaz; kazansalar da işler daha kötüye gider.” 4) “Muhalefet iktidar olmak istemiyor; zaten rejimin değiştirilmesine bile sessiz kalarak iktidara destek verdi.” 5) “Muhalefet partilerinin demokratik dayanışması özellikle din ve milliyet ekseninde zıt fikir ve ideolojilerden oluşuyor, mutlaka parçalanacak. Ayrıca partilerin kendi içlerinde de çatışmalar var.” (Ve elbette iktidar, muhalefet partilerinin hem aralarındaki hem de kendi içlerindeki tartışmaları köpürtmek için elinden gelen her şeyi yapıyor) HHH Demokratik rejimin zedelenmesi, siyasal partiler kadar bütün anayasal kuruluşlar için de büyük tehdit oluşturuyor. Devletin bütün yargı mekanizmasını denetim altına alan ama baroları henüz tam kontrol edemeyen iktidar, kendine biat eden barolar yaratmak için de bir operasyon başlattı ve Türkiye Barolar Birliği’nin Genel Kurulunu bile erteletti. Ne yazık ki YSK de bu konudaki müdahaleye destek verdi. Buna karşılık 79 Baro bir bildiri yayımladı. Bildiri şu sözlerle bitiyordu: “Bu hukuksuzluğa karşı yasal yollarla mücadelemizi sürdüreceğimizi bildirmekle birlikte, bu hukuk tanımazlığın seçme ve seçilme hakkını keyfi olarak ortadan kaldırması bakımından hukuk güvenliği ilkesine ve demokrasimize telafisi imkânsız zararlar vereceğini tarih önünde yetkililere bir kez daha hatırlatıyoruz.” Bu sürecin en başından beri İstanbul Barosu Başkanı Mehmet Durakoğlu’nun şu sözleri dikkat çekmişti: “Herkes avukatların biat etmediğini bilecek!” “Direneceğiz...” “Direne direne kazanacağız...” HHH Sevgili okurlarım, demokrasi için, özgürlük için, bağımsızlık için, insanca bir düzen için, DİRENMEK, bırakınız anayasal ve yasal hak olmayı, en doğal insanlık hakkıdır! Sorun sadece önümüzdeki seçimler değildir: Sorun bir insanlık tarihi, bir insanlık onuru sorunudur! Moralinizi bozmayın: Haklı Demokrasi mücadelenizi ve Barışçı Demokratik direnişinizi gevşetmeyin... Değişmenin motoru eğitim ve örgütlenmedir: Elinizden gelen her türlü çabayı gösterin... Barolara, avukatların direnişine destek verin! Necati Cumalı'nın çocuklar için yazdığı bu romanda Sonçiçek'in doğa ve hayvan sevgisini sizler de duyumsayacaksınız... 12 20 TL %40iNDiRiM TL
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle