10 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 29 OCAK 2020 ÇARŞAMBA [email protected] EDİTÖR: ÇAĞDAŞ BAYRAKTAR olaylar ve görüşler İnsan türü nereye doğru gidiyor?İMnmonesahadaddaeneelndmonğeööldlnuüloeeysğcdoodeerruğnuuikzzy,or: doğduk? Prof. Dr. Ahmet ÖZER toros üniversitesi rektörü İnsanoğlu geçmişten günümüze iki büyük mücadele içinde olagelmiştir: Bunlar, kendisiyle ve doğayla giriştiği mücadelelerdir. Bu iki mücadelenin tarihsel süreçte üç önemli nedeni vardır: Kıtlığın yol açtığı açlığı yenmek; salgınların yol açtığı kitlesel ölümleri önlemek ve savaşların yol açtığı kıyımların üstesinden gelmek.. Lakin insanoğlu kıtlıktan, hastalıklardan ve savaşlardan çok çekti. Artık açlıktan, hastalıktan ve savaşlardan dolayı ölenlerin sayısı geçmişte bu nedenlerle ölenlerin sayısından daha az. Sözgelimi eskiden açlıktan kitleler şeklinde ölümler olurken, şimdilerde yemekten (yani obeziteden) ölenlerin sayısı açlıktan ölenlerin sayısından fazla olmaya başladı. 1. İki büyük mücadelenin sonucu 1.1. İnsanoğlunun baş belaları, açlık ve hastalık artık eskisi gibi değil Tabii dünyamızın birçok bölgesinde hâlâ açlık ve yoksulluk var, ama bu daha ziyade siyasi sebeplerle yaşanıyor. Salgın hastalıklar da öyle. İnsanlar eski çağlarda olduğu gibi artık vebadan, çiçekten, İspanyol gribinden ya da tifodan kitleler halinde kırılmıyor. Bilinç düzeyi yeterli olmayan insanoğlu yıllar yılı, bu ölümlerden kızgın tanrıları, şeytanları sorumlu tuttu. Bunlara yol açan bakterilerle virüslerin varlığından hiç şüphelenmedi. “Bugün artık bu tarz ölümlerin yol açtığı insan sayısı toplam ölümlerin yüzde 1.5’ini geçmiyor. Bu mucizeye insanoğlu, antibiyotikler, tıpta ulaştığı yeni teknolojiler ve gelişmiş medikal altyapılar sayesinde ulaştı. Tıp çok gelişti. Bazı araştırma laboratuvarlarında damarlarımızda dolaşıp her türlü virüsü tespit ederek yok etmeye çalışan “nano robotlar” geliştirilmiş durumda. Ne ki virüsleri teşhis edip yok eden teknolojinin kötü ellere geçtiği taktirde öldürücü bir silaha dönüşmesinden korkuluyor. 1.2. Büyük kıyıcı: Savaş(lar) meselesi Eskiden kol ve kılıçla yapılan savaşlar ordularla cephe savaşlarına dönüştü. İkinci Dünya Savaşı ile tank top uçaklar devreye girdi, kıyımlar devam etti. Şimdilerde insansız hava araçaları, güdümlü füzeler, savaşkan robotlar devri orduları küçülterek profesyonelleştirdi. Savaşlar sürüyor maalesef, ama savaşlardaki ölüm oranları eskiye oranla düştü. Tarım imparatorlukları döneminde (din kullanılarak ki hâlâ anakronik biçimde kullananlar var) daha çok toprak için savaşılırdı. Kapitalist dönemde ise daha çok hammadde ve pazar için (etnik kimlikler üzerinden) savaşlar yapılıyor. Toprağın değerli olduğu zamanlar gittikçe geride kaldı, yerini pazar ve hammadde aldı. Günümüzde ise bilgi önemli. Çünkü bilgi temel iktisadi zenginlik kaynağı. Eski nesiller, barışı savaşın geçici yokluğu olarak değerlendirirken yeni kuşaklar savaşın mantıksızlığı üzerinde duruyorlar. Fakat bu, çağımızın yeni belalarına, asimetrik savaşlara, korku yaratarak kitlelerin hayal gücünü ele geçirip isteklerini kabul ettirmeye çalışan terörizme açık olmadığımız anlamına gelmiyor. 2. sonucun sonucu!? 2.1. Tatmin olmayan hırs Sonuç itibarıyla geldiğimiz noktada soru şu: İnsanoğlu kıtlığın, salgınların ve savaşların üstesinden geldiğine göre şimdi neyle uğraşacak? Sanırım gezegeni bir bütün olarak kendi şerrinden korumak olacak 21. yüzyılın en büyük gündemi. Yanı sıra hırsı, “madem kıtlığı ve ondan gelen ölümü yendim, o zaman nasıl ölümsüz olabilirim?” cevabının peşinden koşturtuyor şimdi. İnsanoğlu, kanaat etmek yerine her zaman daha fazlasını arzuluyor. O yüzden madem açlık ve kıtlığın üstesinden geldik, artık yaşlanmanın hatta ölümün üstesinden de gelebiliriz diyor, doymak bilmez bir iştahla. 2.1.Açgözlülüğün götüreceği yer Daha da beteri, “mademki insanları hayatta kalma mücadelelerinde yukarılara taşıdık, o zaman daha yukarıya gözümüzü dikebiliriz” demesidir.. Yeni hedefi, ölümsüzlük ve tanrısallık! Bu da giderek onu yarattığı teknolojinin kölesi haline getirme tehlikesi taşıyor. Diğer bir deyişle, kendine ve doğaya karşı başlattığı mücadele kendini ve doğayı tüketiyor. Çözüm bir “U Dönüşü” olabilir. Evet, bu noktada bir “U dönüşüne” ihtiyaç vardır; insana ve doğaya dönmek, kendisiyle ve doğayla yeniden barışmak için. 3. Ölümsüzlük mümkün mü? 3.1. Ölümle dans İnsanoğlu soruyor: Madem doğduk neden ölüyoruz, madem öleceğiz o halde neden doğduk? Bu sorulara hâlâ tatminkar bir cevap verilmiş değildir. Sırrını çözemediği gibi, insanoğlu tarih boyunca en çok ölüm karşısında çaresiz kalmıştır. Değiştirmeye, yenmeye çalışsa da henüz değiştiremediği tek gerçek de budur. Şimdi geldiğimiz noktada teknolojik gelişmeler ölümün üstesinden gelmek için çaba içine girmiş görünüyor. Geleneksel olarak insan eceli geldiği için ölür, değil mi? Oysa günümüzde tıp artık teknik bir aksaklığın buna neden olduğunu söylüyor. Peki eğer teknik aksaklıktan dolayı ölüm meydana geliyorsa o zaman bu aksamalar ortadan kaldırılamaz mı? Google, 2012’de Kurzweill isminde bir bilim adamı öncülüğünde “ölümü çözmeyi” hedefleyen bir şirket kurmuş bile. Kimi uzmanlar 2200 yılında, kimileri 2100 yılında insanların ölümü yeneceğine inanıyor. Google’ın yöneticileri Kurzweill ve Aurbrey de Grey ise çok değil 2050 yılında herkesin on yılda bir bedenini yenileyerek yaşamını uzatabileceğini; ölen dokularını yenileyip el, göz ve beyinlerini iyileştirecek klinikler kuracağını müjdeliyor. Bu olabilir mi? Bir düşünelim: 20. yüzyıl ortalarında ortalama yaşam 4050 yıl idi; 21. yüzyıl başında bu rakamlar ikiye katlandı. Bir müddet sonra tıptaki gelişmeler sayesinde bu daha da yukarı çıkacaktır. Yani yarım asır sonra doğacak insanlar, ömürlerini 150 yıl ve üstüne taşıyabilirler. Tabii daha sonra belki bunun iki katına ve dahasına... 3.2.Yüz yıl evlilik olur mu? Kırklarında evlense bile, bir evlilik 100 yıl, 150 yıl sürebilir mi? Siyasiler 100 yıl işbaşında kaldıklarında çağı yakalayabilir mi? Bunlar henüz büyük kalabalıklar için ulaşılabilir ve inanılabilir görünmese de gelecekte cevap bulması gereken soru(n)lardır. Peki, bütün bunlara götüren şey nedir? İnsanın en temel duygusu korkudur. Bu korkunun en başında gelen ise ölüm korkusudur. Sanatsal yaratıcılığımız, politik bağlılıklarımız ya da dindarlığımızın büyük bir kısmı esasen ölüm korkusuyla beslenir. İnsanoğlu ancak ve ancak ölümü yenerek bu korkudan kurtulabilir. Şimdilik yenecek gibi olmazsa bile, bu yolda yürümek hem cazip hem de kapitalistler için büyük ve kârlı bir pazar alanı. ABD’ye uygun soykırım tarihi: 29 Aralık Prof. Dr. TÜRKKAYA ATAÖV Türkiye’yle ilgili “24 Nisan” tepemizde yıllardır sallanan Demokles’in kılıcı gibidir. Bu kez, olayın Amerikalılarca tekyanlı ve abartılı yorumu, Ermeni ve Rum baskı örgütlerinin de desteğiyle, Washington’un bu tarihi beklemeden işine yaradı. Silaha davranma ilkelliğinden çağdaş teknolojiye, arada uygarlığı yaşamadan atlamış olan ABD’de sıradan halkın çoğunluğunun okyanuslar ötesine ilişkin bilgisizliği şaşırtacak ölçüdedir. Ancak, o ülkenin adını kötüye çıkaran kesim köylüsü, işçisi, yeni göçmeni ve dengeli bilim adamı değil, büyük sermayenin para babaları, yüksek rütbeli asker ve sivil kararvericilerdir. Sendikacıları öldüren, sola eğilenleri içeri atan, üç kıtada yurtseverleri kurşunlayan, iki Japon adasında sivilleri atomla yakıp yok eden o kodamanlardır. Kuruculardan Jefferson, doğa âşığı Thoreau, Amerikan yazınının ilk devi Mark Twain, “Balina” romanında “Kaptan Ahap” simgesiyle ABD Başkanı’nı anlatan Melville ve özel sermayenin ihanetiyle toplumcu düşmanlarının bağnazlığını sahneleyen Arthur Miller gibileri bu türlü aymazlığı onaylamazlar. Ancak ipler başkalarının elindedir. Oradaki en büyük kıyım altın bulmak için üç tekneyle Batı yönüne yelken açan, köle satıcısı, cellat, hırsızlık tarihinin korkunç yüzü, insanlık düşmanı ve bizde Kristof Kolomb diye bilinen adamla başladı. “Beyaz Amerika” 11 Ekim’i (1492) bu anakaranın “bulunuşu” diye kutlayadur Kısa Amerikan tarihinde saldırılar, acımasızlık, kan dökümü, soykırım, okyanuslarötesi savaşlar, başkalarının egemenliğine saygısızlık ve hukukun çiğnenmesi ağır basar. Üniformalı Amerikan subay ve eratı 29 Aralık 1890’da, dört topunu ateşleyerek, sonra da yaralıları kılıçlarıyla parçalayarak Sioux kabilesini bütü nüyle ortadan kaldırdılar. Fotoğrafın aslı resmi ABD belgelerindedir. sun, aynı tarih yerliler için “özgürlüklerinin son günü”dür. Kolomb’a gemileri verenler, Eski Dünya’nın en güçlü Türk devletini kurmuş olanlara karşı kolay yoldan zenginleşebilmek için başta altın, sonra gümüş, inci, ipek, baharat ve lüks ürünler peşindeydiler. Koca anakara 100 milyona tırmanan ve 263 ulustan oluşan yerlilerin binlerce yıllık ülkesiydi. Avrupalılar geldikten sonra, sayıları yüzdebirine düştü. Kolomb istediği gün altın getiremeyenleri asıyor, kesiyor, yakıyordu. 1498’de Hindistan’a ulaşan da Portekizli Vasco de Gama değildi; gemisinin kaptanı Hint sularının deneyimlisi Ahmet ibni Mecit’ti. ‘Tümünü öldürün!’ Kolomb’un başladığını Avrupa’dan gelen Beyazlar sürdürdüler. Öyle ki, 1900’lerde ABD’deki yerli sayısı 300 bin’e düşmüştü. Ancak, insanın gerçeği saklamak ve yanlışı öğretmek konusunda bir geçmişi var. Bunda Amerikalıların özel bir bastırması ya da yeteneği olduğu söylenebilir. Birtakım yüksek yerli uygarlıkları Avrupalılar yok etti. Galeano’nun “Latin Amerika’nın Kanayan Damarları” kitabı bu acımasızlığı iyi anlatır. Bolivar, Zapata, Castro ve Che halk adına önde gelen kurtuluş savaşçılarıydılar. ABD Albayı Chivington’ın buyruğu ise şudur: “Tümünü öldürün ve derilerini yüzün!” General Sherman’ın da sözü: “Savaşı kadınlarla çocukların olduğu yerli kamplarına değin götürün!” General Custer yazılı antlaşmaları çiğneyen bir görevliydi. 29 Aralık 1890’da toplarla gelen bir üniformalı Amerikan atlı birli ği Oglala Sioux grubunu son üyesine değin bombaladı ve kılıçtan geçirdi. Şeref(!) madalyası Bu kanlı olayda görev alanlardan yirmisine ABD Kongresi’nin bir de şeref madalyası verdiğini kaç kişi biliyor? Amerika’nın “Batı”ya açılarak Büyük Okyanus kıyılarına varmasının hikâyesi bu şiddete, hırsa ve soykırıma dayanır. Batı’ya geniş toprak, mal, ürün, maden ve tüm olanaklarla el koyma bir kürk ticareti, döşenen demiryolu, attığını vuran kovboylar, Tanrı’yı simgeleyen dincilerin masalları, ona dayalı yakışıklı oyuncuların filmleri değil, tüm oraların sahiplerinin sistemli biçimde ve art arda paramparça edilmeleridir. Beyazlar yalnız yerlileri doğramakla kalmadı, kültürlerini ve uygarlıklarını da yok etti. İletişim, yayınevleri, eğitim kurumları, öğretmenler, yasalar ve güvenlik güçleri de AngloAmerikan göçmenlerin ve onların çocuklarının elinde olduğundan, doğruyu yazacak kişiler ve dengeli yayınları basacak kuruluşlar yoktu. Doğruyu düşünenler de onu açığa vurmaktan korkuyorlardı. Yanlışla savaşacak para ve örgütlenme de yoktu. Doğu’ya ayak basıp oraya “Yeni İngiltere” adını takanlar yerli olan her şeyi zamanla ortadan kaldırdılar. Bugün toplama kamplarına atılmış yerlilerin yaşamlarındaki yoksulluk, kirlilik ve umutsuzluk geçmişte neler olduğunu anlamaya yeter. 26 Aralık 1890 tarihli soykırım olaylar dizisinin en belirginidir. ABD kendi toprağına da yakışan bir tarih arıyorsa “29 Aralık” en doğrusudur.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle