12 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 26 OCAK 2020 PAZAR [email protected] TASARIM: BAHADIR AKTAŞ OLAYLAR VE GÖRÜŞLER DÜNYA CÜZZAM GÜNÜ’NDE Türkan Saylan’ın izinde... PROF. DR. AYŞE YÜKSEL CÜZZAMLA SAVAŞ DERNEĞI BAŞKANI Bugün 26 Ocak 2020 Pazar. Dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi bizim ülkemizde de, Türkan Saylan’dan öğrendiğimiz gibi, “67. Dünya Cüzzam Günü”nü Cüzzamla Savaş Derneği olarak anıyoruz. Okuduğumuz kitaplarda, izlediğimiz filmlerde hep “cüzzam” denmiş, ürkütmüş, damgalanmaya yol açmış, Türkan Hocam bunu Latince ismi ile değiştirmişti. “Lepra” diyorduk, oysa Latin ülkelerinde de bu isim damgalanmaya neden oluyordu, onlar da “hansen hastalığı” adını kullanıyorlardı. Lepra, tüberküloz mikrobuna benzer bir mikrobun, solunum yolu ile daha çok çocukluk çağında insan vücuduna girmesi, uzun yıllar üreyip çoğalması, deride duyu kusuru gösteren kızarıklıklarla ortaya çıkması ile kendini belli eden bir hastalık. Tanısı çok kolay, tedavisi kesin, korkulacak yanı yok. Geçmişte daha çok yoksullarda görüldüğünden sosyal bir hastalık olarak kabul edilmiş, hastaların yaşam koşulları iyileştirilmeye çalışılmıştır. Osmanlılar zamanında, Karacaahmet Miskinler Tekkesi’nde yaşayan lepra hastalarını, Prof. Dr. Mazhar Osman’ın, bizimkiler de sosyal hastalar, bir arada olabilirler diye düşünerek Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne taşıması ile hastalar, 28. Servis olarak bilinen lepra servisinde psikyatristler tarafından tedavi edilmişlerdir. 1958 yılında, tıp öğrencilerini gezdirirler hastanede, içlerinde Türkan Saylan” da vardır. Uzaktan lepra hastalarını gösterirler, bulaşıcılıktan, yaklaşılmaması gerektiğinden söz edilir. Türkan Saylan’a bu hiç doğru gelmez, onlar hekim olacaktır, nasıl olur da dokunulmaz? O gün karar verir, kimsenin dokunmadığı bu hastalara, o bir gün mutlaka dokunacaktır. Hedefleri vardı O yıllarda, Doç. Dr. Etem Utkuda özellikle Doğu Anadolu Bölgesi olmak üzere, lepra hastalarını evlerinde ziyaret ediyor, yeni vakalara ulaşmaya çalışıyordu. Ülkede yaşayan bütün hastaların Sağlık Bakanlığı’na ihbarı yapılıyordu. Ülkede 4 bin kadar bilinen hasta vardı. Ankara Tıp Fakültesi içinde kurduğu Lepra merkezinde, ondan sonra, Prof. Dr. Ahmet Akçabay ve Prof. Dr. Atıf Taşpınar da çok emek verdi. Yıllar geçti, Dr. Türkan Saylan cildiye uzmanı oldu, hiç unutmadığı lepra hastalığı konusunda kendini geliştirmeye karar verdi, İngiltere’ye gitti, eğitim aldı. 1976 yılında, Türkiye’ye dönüp Sağlık Bakanlığı’nın kapısını çaldı, Bakırköy 28. servisin sorumluluğunu istedi. İlk iş, yanına sağlığı iyi olan lepra hastalarını da alarak Cüzzamla Savaş Derneği’ni kurdu. Hedefleri vardı; hastaları, kuracağı sağlık ekibi ile tedavi edecek, toplumda var olan korkuları giderecek, bağışçılar bulacak, hastaların sosyoekonomik koşullarını iyileştirecek, onları topluma kazandıracaktı. Tabii ki hedeflerini gerçekleştirdi. Lepra hastalığını, önemli hastalık olmaktan çıkard. Köy köy dolaşarak hastaları muayene etti, yaşadıkları yeri gördü, yeni vakaların sayısını çok azalttı, hastaların yaşam koşullarını iyileştirdi, çocuklarını okuttu, meslek sahibi yaptı, ailenin sosyal statüsünü iyileştirdi. Lepra konusunda yaptığı çalışmalar ile başka ülkelere örnek oldu, ödüller aldı. 19762002 yılları arasında, 28. servisi, İs Hedefleri vardı; hastaları, kuracağı sağlık ekibi ile tedavi edecek, toplumda var olan korkuları giderecek, bağışçılar bulacak, hastaların sosyoekonomik koşullarını iyileştirecek, onları topluma kazandıracaktı. tanbul Lepra Hastanesi’ne dönüştürdü, ekip kurdu, tıpta hep savunulan bütüncül yaklaşım ile hasta ve çevresine, topluma hizmet verdi. Türkan Hocamızın fiziksel kaybından sonra Sağlık Bakanlığı, hastaneyi kapatarak yanı başındaki bir başka hastaneye bağladı. Hastalarımız çok üzüldü, çünkü bu hastane onlar için her şeydi, nefes almaktı. Cüzzamla Savaş Derneği olarak itiraz ettik, derdimizi anlattık, yürütme durduruldu. Ama Türkiye’de Sağlıkta Dönüşüm Programı işliyordu artık, bu program içinde lepra hastanesine açıkçası yer yoktu. Hastaneler kendi gelirlerini kendileri kazanmak durumunda idi, lepra hastanesi ancak cildiye polikliniği yaparak hastaneye para kazandırabiliyordu. Lepra hastaları, eski yeşil kart statüsünde idi, onlar üzerinden gelir söz konusu değildi. Cüzzamla Savaş Derneği olarak hastanın ödemesi gereken katkı paylarını ödemeye başladık, yeter ki hastalarımız zahmet çekmesin diye. Türkan Hocamızın kurduğu ekipte çalışanlar, yıllar içinde emeklilik hakkı kazandı, emekli oldu, yerine kimse alınmadı, işleri bir araya getirerek yapmak gerekti, önceki yıllardan kalan sağlık personeli bunlardan şikâyet etmeden çalışmalarını sürdürdü. Ama kendi kendine ayakta durmak kolay olmuyordu. Duyu kaybı olan ayaklara koruyucu ayakkabı giymek gerekirdi. Giymedikleri taktirde ayakkabı vurması oluyor, acı duyulmuyor, üzerinde yürümeye devam ediliyor, yara büyüyor, mikrop kapıyor, kemiğe işliyor, ya kendiliğinden ya da ameliyatla kemik vücuttan kopuyor, şekil bozukluğu gelişiyor, bu sefer de ortopedik ayakkabı giymek gerekiyordu. Türkan Hoca, ayakkabı atölyesi kurmuş, yıllar boyunca hastaların gereksinimi olan ayakkabıları, bu atölyede ürettirmişti. Doğal olarak ustalar da emekli oldu, onlardan birine Cüzzamla Savaş Derneği maaş ödeyerek çalışmasını sağladı. Daha sonra taşeron işçi kadrosundan çalışmaya başladı, yine hastaların gereksinimleri sağlanabilir oldu. Atölyede her hastanın alçı kalıbı vardı, hasta ustaya telefon ediyor, usta ayakkabısını yapıyor, kargo ile kendisine gönderiyordu. Hasta da bu ayakkabılar ile yürüyebiliyor du. Ne yazık ki taşeron işçi çalıştırma sonlandı, ustanın da işine son verildi, ayakkabı atölyesi kapandı. Ayakkabısı eskiyen, yenisine ihtiyaç duyan hastalar, ustanın çalışmadığını öğrenince beni aramaya başladılar. Ağlayarak “Ben şimdi ne yapacağım, ayakkabılarımı giyiyor, çarşıya çıkıyordum, o ayakkabılar olmayınca ben ne yapabilirim ki” diyorlar. Ben de kendimi çok çaresiz hissetmeye başladım. Ne yapıp etmeli, ayakkabı sanayisi ile işbirliği yapmalı, proje üretmeli, hiç olmazsa başka ayakkabı giyemeyen hastalar için ortopedik ayakkabı üretilmeli. Onun izinde Geçen aylarda, lepra hastanesi personeli diğer komşu hastanede görevlendirildi, yeniden zor bir süreç başladı, hastalar gelecekten endişe duymaya başladılar. Ben de Sağlık Bakanlığı’na açık mektup yazdım. Birkaç gün sonra Sağlık Bakanı açıklama yaptı, hastane mali açıdan diğer hastaneye bağlandı, idari açıdan eski halinin devamına karar verildi. Daha önce de yazdığım gibi, bu hastanenin var olan sağlık sistemi içinde yeri yoktu, sürdürülebilirliği neredeyse imkânsızdı. Artık sağlık hizmeti alabilmek için, hasta olarak ya katkı sunacaksın ya da özel sağlık sigortası yaptıracaksın durumu olduğu için, lepra hastaları için eskiden olduğu gibi bu hastanenin yaşatılması çok zor ama imkânsız değil. Sağlık Bakanlığı, bu hastaneyi kâr amacı güden bir hastane olmaktan çıkarır, bütçesini oluşturur, ekibi güçlendirir, lepra hastaları da gereksinimleri doğrultusunda sağlık hizmeti alabilir. Diğer taraftan, az da olsa yeni hastalar ortaya çıkıyor. Onların erken tanı ve tedavisi çok önemli. Ülkemizde çok sayıda yabancı uyruklu misafir var, içlerinde lepra hastaları var mı? Tedavileri ne durumda? Bu nedenlerledir ki, lepranın yeniden önemli bir hastalık haline gelmemesi için çalışmaların sürdürülmesi, hastaların son durumlarının tespit edilmesi, gereksinimlerinin belirlenmesi şart. Ülkemizde yaşayan lepra hastalarının tedavisinin tek merkezde tamamlanması ve lepradan etkilenmiş kişilerin de bütüncül tıp anlayışı ile gereksinimlerinin sağlaması için Türkan Saylan’ın izinde yolumuza devam ediyoruz. KIDEM TAZMİNATI GERÇEĞİ DR. ENGIN ÜNSAL GIRNE AMERIKAN ÜNIVERSITESI ÖĞRETIM ÜYESI 18milyon yakın işçiyi çok yakından ilgilendiren kıdem tazminatı sorunu uzun zamandır ülkenin gündeminde. İşverenler kıdem tazminatı yükünden kurtulma isteklerini, getirdiği yüksek maliyetten dolayı yeni yatırımlar yapamadıklarını, yeni istihdam gerçekleştiremediklerini gerekçe olarak ileri sürüyorlar. Bu gerekçe hiç inandırıcı değil, çünkü bir yıl içinde işveren kaç işçi çıkaracak veya kaç işçi emekli olacak da işveren kıdem tazminatı ödemek zorunda kalacak? De vede kulak bile olamayacak bu tür ödemelerin kıdem tazminatına gerekçe yapılması son derece gerçekdışı. İşverenler, işçiyi koruyan yasaların, örneğin İş Yasası’ndaki iş güvencesi hükümlerinin, 4447 Sayılı Yasa’daki işsizlik sigortası hükümlerinin işten çıkan veya çıkarılan işçilere yeterli güvence getirdiğini ve kıdem tazminatına gerek olmadığını ileri sürüyor. Bu gerekçeler yanıltıcı. İş güvencesi ile ilgili İş Yasası’nın 1822. maddeleri işçiye yeterli güvence sağlayamıyor, çünkü iş mahkemeleri işe iade davalarının yoğunluğu altında boğulmuş ve iş göremez durumda. Bu yükü azaltmak için getirilen arabuluculuk sistemi işçiyi sömürmeye yarıyor. İşsizlik sigortası fonundan işsiz kalan işçinin yararlanması hem zor hem ödemeler yetersiz. Bu fondan işverenler ve kamu yatırımları daha çok yararlanıyor ve zaten bu fondaki birikimler bu yüzden dibe vurmuş durumda. Böyle olunca kıdem tazminatı işçinin tek güvencesi olarak ortaya çıkıyor. Üç işçi konfederasyonunun “kıdem tazminatı kırmızı çizgimiz” duruşu, hükümetin girişimlerinin durma noktasına gelmesine yetmemiştir. Hükümet kararlı Üç konfederasyonun duruşuna karşın hükümet, kendine kaynak yaratma amaçlı kıdem tazminatı fonu kurmakta kararlı. AKP hükümeti Yeni Ekonomik Program kapsamında geçenlerde yaptığı Ulusal İstidam Stratejisi İzleme ve Değerlendirme Kurulu toplantısında bireysel hesaba dayalı kıdem tazminatı sistemine yönelik mevzuat çalışması yapılacaktır kararı almıştır. Anlaşılan hükümet bu fonu mutlaka kuracaktır. Hem işverenler bu yükten kurtulmak istemekte hem de hükümet kendisine, İşsizlik Sigortası Fonu gibi, rahatça kullanabileceği bir kaynak yaratmak zorundadır, çünkü denetimsiz ve gereksiz savurganlık hükümeti çok ciddi bir finansman darboğazına sokmuştur. Kıdem tazminatı konusunda işçi konfederas yonlarının bu ortak kararlılığı, geleceğe yönelik çok önemli bir noktayı gün ışığına çıkarmıştır. Konfederasyon başkanları bu oluşumun farkında mı bilmiyorum ama konfederasyonların ortak davranışları dağ gibi birikmiş işçi sorunlarının çözümünde çok etkili olacaktır. Hükümetler işçi hareketlerine karşı çok duyarlıdır. İşçilerin genel grev olarak nitelenebilecek ortak ve yaygın eylemleri iktidar partisinin sonunu hazırlayabilir. Bu nedenle üç konfederasyonun sergileyeceği görüşün ve güç birlikteliğinin çok önemli siyasi sonuçları olacaktır. Kıdem tazminatı konusunda konfederasyonların ortak tutumunun sonucu gelecek için bir işaret fişeği olmalı ve konfederasyonlar bundan bir ders, kendileri için bir görev çıkarmalıdır. İşçi sorunlarının çözümü için üç konfederasyonun ortak davranması çok etkili olacaktır, çünkü işçi sınıfının sosyal, ekonomik ve siyasal gücü vardır. Üç konfederasyon başkanının uzmanlar ve akademisyenler eşliğinde yapacakları toplantılarda işçi sorunlarının çözümü için hükümete iletecekleri isteklere hükümet duyarsız kalamaz. Hükümet, üç konfederasyonun ortak kararları karşısında işçi sınıfına şapka çıkarmak zorunda kalacaktır. Vefa tazminatı da olmalı Hükümet, kıdem tazminatının fona devrine gerekçe olarak her işçinin kıdem tazminatından yararlanamadığını bir gerekçe olarak ileri sürmektedir. Her işçinin kıdem tazminatından yararlanması için formül vardır. İşyerinde bir yılını doldurmuş işçilerinden işten ayrılmak isteyenlere on beş günlük ücret tutarında kıdem tazminatı verilmesi kıdem tazminatından yararlanmayı yaygınlaştıracak ve işçinin daha uygun koşullarla yeni bir iş bulması durumunda çalışma hakkını kullanmasının yolunu açacaktır. Demokrasilerde çare tükenmez. Konfederasyonlar ortak çalışmalar yaparak ve bu çalışmaların sonucu isteklerini hükümete ileterek işçi sorunlarını çözmek zorundadır. Sosyal medyada deprem yansımaları Sevgili okurlarım, ben çok zor yazı yazan biriyim: Köşe yazılarımı da göndereceğim günden bir gün önce yazmaya başlıyorum... Bittiğinde, gazetenin istediğinden çok uzun olan yazımı defalarca okuduktan, kısalttıktan ve düzelttikten sonra, üzerine uyuyorum... Ertesi gün yeniden okuyup tekrar tekrar kısaltıyor ve düzeltiyorum... En sonunda da içimdeki yetersizlik duygusunu yenerek gazeteye yolluyorum. Bu devirde köşe yazısı yazmak çok çok zor: Zaten kimse artık pek yazı okumuyor, hele uzun yazıyı hiç okumuyor; başlığına bakıp geçiyor. O nedenle ilgi çekici bir konu bulacaksınız: Bu konuyu, kısa, ilginç ve çarpıcı bir biçimde dile getireceksiniz... Bunu yaparken de yazarların üzerindeki baskıyı hiç unutmayacak, özellikle iktidarın yanlışlarını eleştirirken, sizi hapse götürebilecek olan garip gerekçelerin tuzaklarına düşmemeye dikkat edeceksiniz. HHH Aslında bu Pazar günkü yazımı başka bir konuda yazmıştım ama deprem olunca, konuyu değiştirdim, hızla, depremin Sosyal Medya’daki özellikle de Twitter’daki yansımaları konusunda yeni bir yazı yazdım. Twitter’da yarım milyona yakın izleyicim var ve ben de başta yerli ve yabancı medya kaynakları olmak üzere iki binden fazla hesabı izliyorum; yani Twitter’da ne olup bittiği hakkında oldukça gerçekçi bir izlenimim var. Cumhuriyet’in haberine göre, Elazığ Sivrice’de Cuma gecesi saat 20.55’te 6.8 büyüklüğünde deprem meydana geldi. Elazığ’da 17, Malatya’da 4 kişi hayatını kaybetti, 1030 kişi yaralandı. Depremden önce, Sosyal Medya’da gündemin başına YSK’ya seçilen yeni Başkan, bekçilerin kimlik sorma olayları ve MEB’in bir kitabındaki, başı açık kadınları aşağılayan, türbanlı kadınları yücelten çizimler yerleşmişti; elbette deprem bütün konuların önüne geçti. Ben depremi bütün haber sitelerinden önce, Twitter’dan öğrendim, sonra da olayları haber siteleriyle birlikte oradan izledim. Neler gördüğümü (tam sırasıyla olmasa da) belirteyim: 1) Gözüme çarpan ilk tweet’lerden biri benim çok sevdiğim bir kişi tarafından panik yaratılmaması, rahatsız edici fotoğrafların paylaşılmaması konusunda atılmıştı. 2) İkinci olarak, iletişimin sağlanması için, cep telefonlarının ve internetin yoğun kullanılmaması uyarısı yapıldı. 3) Hemen depremzedelerin nerelere sığınabileceklerine ilişkin listeler ve iletişim bilgileri paylaşıldı. 4) Bu arada yanlış olarak bir fabrikanın adresi de (iyi niyetle) belirtildi ve böyle bir olanağı bulunmayan veya olanağını kullanamayan/kullandıramayan fabrikaya gidenler mağdur oldu. Hemen yalanlansa da haberi veren hanım çok üzüldü. 5) İçişleri Bakanı, Sosyal Medya’da panik yaratıcı ve/ veya yalan haber ve görüntü yayımlayanların takibata uğrayacaklarını belirtti. 6) Kızılay’ın depremzedeler için SMS ile para yardımı isteği yayımlandı. Bu istek 21 yıldır deprem vergisi alındığı gerekçesiyle büyük tepki yarattı. Bu konudaki bir tweet geri çekilirken, bir Kızılay yetkilisi de bu vergi ile kendilerinin ilgisi olmadığını belirtti ve talebi devam ettirdi. Bu arada Kızılay’ın yaptığı kiralama masrafları ve örgütün içinin boşaltıldığına ilişkin eleştiriler gündeme getirildi. 7) Depremler için kurulmuş olan resmi ve gönüllü örgütler derhal olaya müdahale etmekte olduklarını ilan ettiler. 8) Belediyeler, başta üç büyük kent belediyeleri olmak kaydıyla, yurdun her yerinden yardım konvoyları ve yardım ekipleri yolladıklarını, yollayacaklarını ilan ettiler. Halkı bu konvoylara malzeme desteğine çağırdılar. 9) Cumhurbaşkanı ve CHP Genel Başkanı her türlü yardım için harekete geçildiğini belirtti. 10) İlgili bakan her şeyin devletten beklenmemesi gerektiğini ilan etti. Çok tepki topladı. 11) Bir köy adına özellikle yardım istendi. 12) Bir kişi yalan bir tweet atarak enkaz altında kaldığını belirtti ve yardım istedi. Yalanı derhal açığa çıktı ve çok tepki aldı. 13) Prof. Naci Görür’ün çok kısa bir süre önce televizyonda, nokta atışı ile depremi haber verdiğine ilişkin görüntüler en çok izlenenler arasına girdi. Naci Görür, uyarıda bulunduğunu ama yeterli tedbir alınmadığını belirtti. 14) Facebook ve Instagram da genellikle bu çizgideki iletilerin (daha az yoğun olarak) paylaşıldığı iki ortamdı. Twitter, güncel olaylarda her iki ortama göre de çok daha hızlı ve yoğun bilgi kaynağı oldu. HHH Sonuç olarak, bazı olumsuzluklar görülmekle birlikte, Sosyal Medya’nın depremde, çok olumlu bir haberleşme ve yardım fonksiyonu yerine getirdiğini, getirmekte olduğunu belirtebilirim. Elbette bunda halkımızın sağduyusunun ve yardımseverliğinin üç aşağı beş yukarı Sosyal Medya’ya da yansımış olması önemli bir etkendir. Tüm depremzedelere, başsağlığı ve geçmiş olsun dileklerimle! Katledilişinin 27. yılında, onu herkes okusun, tanısın ve “gerçekten” anlasın diye %50“İsterler ki Susalım” indirimle...
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle