25 Kasım 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
12 26 OCAK 2020 PAZAR EDİTÖR: CAFER KURT TASARIM: SERPİL ÜNAY HABER/YORUM Mustafa Delioğlu resimleri ve salıncaktaki biz! Yazımı bitirmişim, başlığımı atmışım sosyal medyaya şöyle bir bakıyorum, Elazığ’da 6.8 ölçeğinde bilim adamlarının olacak dedikleri deprem olmuş. Bu depremi bekliyordum, çünkü bu aralar sos yal medya “sallandık”, “biz de sallandık”, “şimdi de sallanıyoruz” sözcükleriyle öylesine doluydu ki, ben ce ülkece bir salıncaktayız gibi hissediyordum. Salıncak devrildi ve ben yazımın tek satırını değiştirme ka rarı aldım. Başlayalım, biz tuhaf insanlarız; ele avuca gelmeyen, kendine has ve her şeyi kendinize benze ten. Şimdi ben de neden böyle tuhaf tuhaf konuşuyorum, çünkü hâlâ dünyanın en güçlü istihbarat birimle rinin bile bizi çözemediğini düşünüyorum. Bunları ba na düşündüren gittiğim bir sergide gördüğüm resim ler. Baştan söylemeliyim, eskiden beri kuşağımın ressamı Delioğlu’nun resimlerini ve illüstrasyonlarını çok se verim. Yeni sergisi “EskidenYeniden” İşte biz... tam da düşündüğüm gibi her resimde bizim muhteşem hayatımızı anlatıyor. Ama ser verip sır vermeden, öy leyse usul usul sırları çözelim. Resimlerdeki erkekler ne kadar da tanıdık, hani şu dar paça pantolonların üstüne daracık beyaz, pembe gömlekler giyip, yüzlerinde tarifsiz bir sırıtışla dolaşan yeni kuşak erkekleri düşünün, hepsi bir arada ve yüzleri öyle boyanmış ki, kibir, kendini bir şey sanma ve her şeyi ben bilirim sözcüklerini adeta satır satır oku yorsunuz. Vay canına sen neymişsin be abi? Aman aman kaldırımlarda onun arabasına yer açın, trafikte yol verin ve sakın bir gece karanlığında onunla karşı laşmayın, ne yapacağı belli olmaz. Geçenlerde bun lardan biri, yeni hapisten çıkmış benim de çiçek aldı ğım güzelim karısını ve az ötedeki gene çiçek satan anasını gözünü kırpmadan öldürdü. Aman aman dik katli olun, Çünkü tuhaf tuhaf şeyler yapabilirler. Bir kaç tanesi artık parasızlıktan mı, yoksa abazalıktan mı jigolo (erkek seks işçisi) olmaya karar vermiş, aramış taramış bu işleri internetten organize eden bir yer bulmuş, organizatörler kayıt yapmak için önce para alıp sonra yok olmuşlar. Şimdi mahkemedeler, hepsi gelmemiş, utanmışlar. Mustafa’nın resimlerini tek tek dakikalarca gezip sırları çözmeye çalışıyorum. Siyah beyaz bir resim, resimde ayakları bir yerde başları bir yerde erkek ler ve aralarına aldıkları bir kadın, kadının sadece baldırları ve kırmızı ayakkabısı gözüküyor. Kadını yer gi biler, şaka bir yana resimdeki vahşet beni ürkütüyor. Sanki bir cehennem tablosundan bir detay. Korktum ve hemen bir kadınla bir erkeğin yan yana durduğu ve bana baktıkları bir resimde biraz soluklanayım dedim. Heyhat, kadınla erkeğin iletişimsizliği, sev gisizliği o kadar belirgin ki, bana pazar günleri serp me kahvaltı yapan mutsuz aileleri anımsatıyor. Yoklar sanki, resimdekilerin kahvedekilerden tek farkları yanlarında cep telefonuna gömülmüş üç dört yaşlarında kayıp bir çocuk olmaması. Koşarak resimden uzaklaşıyorum ve neşenin ve eğlencenin dibine vuran üç tablonun önünde key fim yerine geliyor. Bu tablolar bana en sevdiğim ressam Brueghel’i anımsatıyor. Onlarca figür, dansözler ortalığı karıştırıyor, çocuklar neşe içinde oynuyor, sevgililer birer köşeye çekilmişler. Gördüğüm köy düğünlerini anımsıyorum ve birden bir görüntü aklıma geliyor. Toros Dağları’nın tepesinde bir Kardelen şenliğindeyim. Açılış için bir okul bahçesinde resmi zevat oturuyor, yüzleri bir ciddi bir ciddi ki köy hal kı oturan zevata ayıp olmasın diye on beş dakikadır çalan davul zurnaya eşlik etmiyor. Ölümcül bir durgunluk ve birden köyün iki delisi kimseleri takmadan, kendi güzelim oyunlarına başlıyorlar. Ve orada bulu nan ben, onları kıskanıyorum. Sergide dolaşıyorum, Mustafa’nın kadınları hep uzun boylu ve kolları yok. Yüzlerindeki hüznü hissetmemek olanaksız. Mustafa’ya soruyorum: “Kadınların neden kolları yok?” “Vallahi Işıl bu kolsuzluk herhangi bir şey söylemiyor, bu gövdelerin sütun gibi duruşunu seviyorum ama bu bana çok soruldu, görenlerin bir kısmı kadının çaresizliğini anlattığımı söylediler. Belki de öyledir.” Sorularıma devam ettim: “Hemen her kadın resminde kediler var? Neden?” Mustafa gülerek “Kadınlar en çok kediye benzer, ondandır” dedi. Sergiden bir tünele girmişim de ülkemi seyredi yormuşum gibi bir duyguyla ayrıldım. Ve bir söz aldım. “68’de On Dokuz Yaşındaysan Hep On Dokuz Yaşındasın” adlı yeni kitabıma kapak sözü aldım. Ve Mustafa’yı acayip kıskandım, beyazı nasıl bu kadar katmanlı boyuyor. Not: Günün sloganı “DEPREM VERGİLERİ NERE DE? KİMİN CEBİNDE!” Deprem İlk sarsıntı olduğunda, tavla oynadıkları sehpa hafifçe yerinden oynadı, atılan zarların tıngırtısı biraz uzun sürdü, o kadar. ‘Şeş caar!’ dedi, dede. ‘Altı beş!’ dedi, baba. Ve devam ettiler. Ataerkil bir aileydi. Orta halli bir evde, ana baba, dede torun, dayı yenge birlikte otururlardı. Hırlaştıkları olurdu, ama seviştikleri günler de vardı. İkinci sarsıntı ile duvardaki Ata portresi yan yattı. Tepedeki lamba şöyle bir gidip geldi, atılan zarlar çalkalandı. ‘Yahu ben penci düş atmıştım, dü beşe döndü!’ diye şaşırdı, dede.  ‘Yer sarsılıyor!’ diye bağırdı, torun. Dayı yerinden fırlayıp Ata portresinin yanında asılı duran mavzerini kaptı, pencereye seyirtip mevzilendi: ‘Kimse kıpırdamasın, yakarım!’ Ana çığlık çığlığaydı: ‘Oğlum, oğlum! Kirişin altına gir, koru kendini!’ Baba, ilk şaşkınlıktan sonra tüfeği sokağa doğrultan dayıyı sakinleştirmeye çalıştı. ‘Sokak kıpırdamıyor birader, kendine gel, yer sarsıntısı oluyor, yer sarsıntısı!’ Dede, ‘Bizim zamanımızda yerler böyle sarsılmazdı!’ dedi. ‘Bırakın yakayım bu evi sallayanları!’ diye bağıran dayı ile tüfeği onun elinden almaya çalışan baba, pencere kenarında boğuşuyorlardı. Kuran okumakta olan yengenin tiz sesi, işaret parmağını havaya dikip ‘Dinsizler imansızlar, kıyamet günü geldi işte, hesabını verin günahlarınızın bakalım!’ diye çınladı. Üçüncü sarsıntıyla birlikte, Ata’nın sureti yere düştü, tavla devrildi, zarlar ortalığa saçıldı. Dayı, tüfek elinde hazırola geçti. ‘Saat dokuzu beş geçe, Atam Dolmabahçe’de gözlerini kapadı, bütün dünya ağladı, doktor doktor kalksana, lambaları yaksana, Atam elden gidiyor, çaresine baksana!’ ‘Elektrik kesik ama’ dedi baba. ‘Sular da gelmedi bugün’ diye sızlandı ana. Torun, ‘Saçmalamayı bırakın!’ diye gürledi. ‘Derhal evden çıkmamız gerekiyor!’ Dede, yere saçılan zarları topluyordu.  ‘Ana, şeş beş gelmiş!’ Ana oğlunun koluna yapıştı. ‘Hayır çıkma! Masanın altına sığınalım.’ Yenge kendisini masanın altına attı. ‘Masanın altı benim, kimse giremez!’ Baba kirişlere sarılmış ağlıyor, dayı devrildiği koltuktan bağırıyordu: ‘Bırakın tepeleyeyim yeri sar sanları!’ Torun, ‘Canımızı kurtaralım, dışarı çıkalım, ne olur!’ diye yalvardı. Ana, ‘Kal beraber ölelim’ diye inledi.  Baba bağırdı: ‘Evim elden gidiyor, devlet nerede?’ Dede dört ayak üstünde emekliyor; dayı kalkamadığı koltuktan mavzerinin kurşunlarını boşaltıyordu, pencereye doğru ve görünmez düşmanlar üstüne. Yenge masanın altında altın bileziklerine ve faizdeki hesaplarına ağıt yakıyordu. ‘Vademi kimler yiyecek aaahh... Duamı kimler diyecek vaahh...’ Dördüncü sarsıntının şiddetiyle hepsi yere yuvarlandı. Evin kapıları menteşelerinden çıktı, ardına kadar açıldı. Deprem gelmişti.* Ne değişti dostlar, ne değişti? Yukarıdaki öyküyü, 1999 yılında yaşadığımız iki büyük depremden üç yıl önce, yani Yalova’da kaybettiğim yakınlarım, dostlarım hayattayken ve bu depremlerin yarattığı toplumsal travmadan henüz etkilenmeden yazmıştım, sevgili okurlarım.  Neden daha o yıllarda bile yaşamadığım bir deprem olgusuna takılmış; Türkiye’nin her anlamda dökülen sosyal yapısını, yıkılma tehlikesini, önsezi denebilecek deprem metaforuyla anlatmak istemiştim, ben de bilmiyorum... Ama 1996’da yazdığım bu öyküyü tekrar okurken, betimlediğim koşulların pek de değişmediğini fark ettim. Koyun duvardaki Ata portresinin yanına Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın fotoğrafını; mümin yenge elbette ki çok daha saldırgan, hatta dede de hacı olmuştur arada, ama öyküdeki toplumsal taslak, o gün olduğu gibi bugün için de geçerli değil mi? Bu öyküden yedi, 1999 afetinden dört yıl sonra, İstanbul’un beklediği depremin jeopolitik sonuçlarını bilimsel verilere dayanarak kurguladığım bir uyarı, hatta alarm romanı yazdım: Bir Gün Gece**. İlk baskısı 2003’te yapılan romanda tarif ve ihbar ettiğim hiçbir altyapı ya da üstyapı çarpıklığı aradan geçen on altı koca yılda değişmediği gibi, katmerlendi, çoğaldı, genişledi ve afetin vereceği zarar oranı beşe katlandı!  Kitap yıllardır çok okunuyor, hep konuşuluyor, ama gidişatı değiştirebilecek yetkililerde en küçük bir ürperti, sorumluluk benzeri bir duyarlılık yaratmadı, yaratmıyor! Deprem vergilerinin deprem felaketinden gayrı her şeye harcandığı bir ülkede, zaten hangi duyarlılığın anlamı ve karşılığı var ki? Elazığ’da yakınlarını yitiren yurttaşlarımıza sabır, yaralılara şifa diliyorum. * Topuk Tıkırtıları/Milliyet Yayınları, 1996 ** Kırmızı Kedi Yayınevi, 2018 dumda duyayım gel se ni/ büyülü renklerle gel/ türlü türlü ahenklerle gel/ gel pırıl pırıl duru ve gü zel/ inceliğinle sessizliğin le gel.” HHH Deprem.. Ecevitler İlk buluşmada bu mısraları fısıldadı. Bir süre sonra da ev Dört yıl önce. Yine ocak ayı. (06.01.2016) Yer TBMM. Elazığlı işadamı, CHP milletvekili Y.İnşaat Mühendisi Ali Özcan kürsüde: “Elazığ ilimiz İstanbul’dan sonra, deprem riski en büyük 2. ilimiz. İnsanımızı deprem değil, binalar öldürüyor. Elazığ fay üzerinde yaşıyor. Tedbirleri görüşelim.” Diye yalvar yakar bir konuşma yapıyor. Ama nafile. Olası Elazığ depremi için 24 CHP’li ile birlikte verdiği TBMM araştırma önergesi, AKP’nin oylarıyla reddediliyor. Elazığlı 4 AKP’liden hiçbiri oylamaya katılmıyor. Bir iftar programına gittikleri anlaşılıyor. İyi de yapıyorlar. Önceki gece Elazığ’ın yaşadığı felakette fazla can kaybı olmayışı, belki de tuttukları oruçlar, iftardaki duaları sayesindedir. HHH Rahşan, Farsça parlak, pırıltılı demek. İlk kez Robert Kolej’de okul piyesi sahnelenmesi sırasında karşılaştılar. O, oyunun dekorlarını hazırlıyordu. Ecevit’in rolü de Mehmet Akif’ten şiirler okumaktı. Ama gözlerini ondan alamamıştı. Belki ismi yüzündendi. Zihni o sıralarda kitap olarak çevirisini yaptığı Hintli ve Nobelli ozan Tagor’un, Gitanjali (Ruhun Sunumu) adlı uzun şiirinin mısraları ile meşguldü. İstemeden ona ait mısralar döküldü dudaklarından: “Türlü türlü ahenklerle gel/ kokularla türkülerle renklerle gel/ vücu lenme teklifini. Okul biter bitmez de ressam Nazlı Ecevit ile CHP milletvekili Prof. Fahri Ecevit kız istemeye gittiler. Baba dönemin ünlü maliyecisi, Mülkiye profesörleriden N. Zeki Aral ile anne Zahide Hanım’dı. Arallar, “Davul bile dengi dengine” diye iki kolejlinin evliliğine olur verdiler. Yine de kayınpeder olarak N. Zeki Bey, makam odasına çağırarak damat adayını sıkı bir mülakattan geçirdi. Çok dürüst ve mütevazı bir delikanlı olduğuna dair bir kanaat uyandı. Aradığı belki de tek ve en önemli özellik bu idi. Kendisi de çevresinde böyle biliniyordu.. Yurtdışındaki bir arkadaşına elden mektup gönderdiğinde bile sonra postaneye gidip bir posta pulu satın alarak yırtıp atmasıyla tanınıyordu. Çünkü Posta Kanunu mektup göndermek için posta pulu şartı öngörüyordu. Maliyeci olarak elden gönderilen mektupların da bu kapsama girdiğine inanıyordu. HHH Şiir ne kadar edebi ise siyaset de o kadar dünyevi. Ecevit’e hayranlığı biraz da bundandı. Siyaseti sevmediğini, arada açıklayıp dururdu. “Milletvekili olmayı hiçbir zaman düşünmedim. Siyaseti sevmeyen nasıl milletvekili olurdu ki?” Milletvekili olmadı . Ama, güvercin simgeli partinin kurucu genel başkanı oldu. Çünkü ülkesini de, eşini de çok seviyordu. 12 Eylül 1980 darbesi ülkeyi siyasi yasaklara boğarken Ecevit de hap KİM KİME DUM DUMA BEHİÇ AK se atılmıştı. Erkeğinin başarısı için çalışmak onu yeterince mutlu ediyordu. Partisi içinden dışından Ecevit’e yönelen saldırıları paratoner gibi üstüne çekip durdu. Bir gazetede sadece baklava çalan iki çocuğa verilen hapis cezasını eleştirmişti. Ama koalisyon hükümetinin çıkardığı şartlı salıverme yasası (Rahşan Affı) diye üstüne yapışıp kaldı. Buna ses çıkarmadı. Yoksa başbakan olarak Ecevit çok yıpratılacaktı. (22 Aralık 2000) HHH Anne olmamış müstesna eşler, bu duygularıyla kocalarına çocuğu imişçesine bir şefkat ve sevgiyle bağlanırlar. Onlar için kullanılan “ruh ikizi” deyimi çok yerindedir. Ecevitler için ileride kitaplar, incelemeler yazılacaktır. Rahşan Hanım üzerine yazılmış ise bir tek kitap var. Gazeteci Mehmet Çetingüleç’in yirmi yıl önce yazdığı “Rahşan” adlı kitap, hem son elli yılın siyaseti hem de benzersiz bir beraberliğin belgeseli olacak değerdedir. O belgeselde, bu benzersiz beraberliğin benzersiz fırtınalara, tehlikelere maruz kaldığı da yer alacaktır. Sadece birini bile burada zikretmek yeterli olacaktır. İznini almadığımız için adı lazım değil, genel başkanlık da yapmış bir ünlü siyasetçi anlatmıştı: 1970’li yılların başı. Yaşı iyice ilerlemiş CHP lideri İsmet Paşa’nın yerine “lider adayı” aranıyor. Partinin birçok önde geleni “Bülent Ecevit” üzerinde duruyor. Ancak hatırı sayılır birkaç partili, “Ama Rahşan faktörü var. O olmaz!” diye itiraz ediyorlar. Bunun üzerine “Söz konusu olan CHP ve Türkiye’nin geleceğidir. Boşanmalarını sağlarız!” Çok şükür bu yola gerek olmuyor. Kurultayda listesi delinen İsmet Paşa istifa ediyor. Ecevit’e de yuvası yıkılmadan CHP’ye liderlik yolu açılıyor. behicak@yahoo.com.tr 774. OTURUM Şimşek için adalet istendi Gözaltında kaybedilen yakınlarını arayan Cumartesi Anneleri, 774. kez İnsan Hakları Derneği (İHD) İstanbul Şubesi önünde bir araya geldi. Bu haftaki basın açıklamasını kayıp yakını Besna Tosun okudu. Tosun, SağlıkSen Ankara Şubesi’nin kurucu başkanı Ayşenur Şimşek’in 27 yaşındayken gözaltına alınıp ağır işkence gördüğünü belirterek “Şimşek, en son 24 Ocak 1995’te ailesiyle görüştü ve o tarihten sonra bir daha kendisinden haber alınamadı. İçişleri Bakanlığı’na başvuran aileye ‘gözaltına alınmamıştır’ denildi. Bir gazetede Kırıkkale’de bulunan bir kadın cesedi haberini gören aile, Kırıkkale Savcılığı’na başvurarak 12 Nisan 1995’te kızlarının bedenine Kırıkkale’deki Kimsesizler Mezarlığı’nda ulaştı. Otopsi raporuna göre silahla öldürüldüğü belirtilen Şimşek’in cansız bedeni 29 Ocak 1995’te Kırıkkale yolunun kenarında bulundu. 25 yıldır Ayşenur Şimşek dosyasında ceza adaletini sağlayacak bir soruşturma yürütülmedi. Savcıları göreve çağırıyoruz. Şimşek dosyasında etkin bir soruşturma başlatın” dedi. Eyleme katılan Şimşek’in kardeşi Fatma Şimşek, “Ayşenur ve yoldaşları en yüce değerleri ile anılırken onlar kendilerini gizlemeye çalışıyor” diye konuştu. Öte yandan, mahpusların serbest bırakılması talebiyle İHD İstanbul Şubesi Hapishane Komisyonu 409. kez F Oturum eylemini gerçekleştirdi. Eylemde, hasta olan Devrim Ayık’ın serbest bırakılması istendi. l İSTANBUL/Cumhuriyet 26 OCAK 2020 SAYI: 34444 İmtiyaz Sahibi: CUMHURİYET VAKFI adına ALEV COŞKUN Genel Yayın Yönetmeni AYKUT KÜÇÜKKAYA Yazıişleri Müdürleri Serkan Ozan / Olcay Büyüktaş Akça (Sorumlu) Görsel Yönetmen Hakan Akarsu Reklam Genel Müdürü Ayla Atamer Törün l Haber Merkezi: Murat Hantaş l Dış Haberler: Mine Esen l Ekonomi: Şehriban Kıraç l İç Politika: Ali Açar l Gece: Ayça Bilgin Demir l Fotoğraf: Uğur Demir l Kültür Sanat: Yazgülü Aldoğan l Ankara Temsilcisi: Sertaç Eş Güvenevler Mah. Güneş Cad. No: 8/1 Çankaya 06690 Ankara Tel: (0312) 442 30 50 l Ege Bölge Temsilcisi: Tuncay Mollaveisoğlu Halit Ziya Bulvarı 1352 sok. 2/3 Pasaport İzmir. Tel: (0232) 441 12 20 Yayın Kurulu: Alev Coşkun (Başkan), Ali Sirmen (Bşk. Yrd.), Aykut Küçükkaya, Emre Kongar, Şükran Soner, Kemal Işık Kansu, Orhan Bursalı, Mine Kırıkkanat, Miyase İlknur, Ataol Behramoğlu. l Mali ve İdari İşler Müdürü: Osman Selçuk Özer Yayımlayan ve Yönetim Yeri: Yenigün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık AŞ. Prof. Nurettin Mazhar Öktel Sk. No: 2 34381 Şişli/İstanbul Tel: (0212) 343 72 74 (20 hat) Faks: (0212) 343 72 64 eposta: posta@cumhuriyet.com.tr Reklam Yönetimi: Yenigün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık AŞ. Prof. Nurettin Mazhar Öktel Sk. No: 2 34381 Şişli/İstanbul Tel: (0212) 343 72 74 (20 hat) Faks: (0212) 251 98 68 eposta: reklam@cumhuriyet.com.tr Yaygın süreli yayın Baskı: İleri Basım Mat. Amb. Reklam Tanıtım Yay. ve Teknik Hiz. Tic. A.Ş. Yenibosna Mah. 29 Ekim Cad. No:11A/41 Bahçelievler İstanbul Tel: (0212) 454 32 55 Dağıtım: Turkuvaz Dağıtım Pazarlama A.Ş. Cumhuriyet’te yer alan haber, yazı ve fotoğrafların yeniden yayım hakkı saklı tutulmuştur. İzin alınmadan ve kaynak göstermeksizin yayımlamak Basın Kanunu gereğince hukuki ve cezai yaptırıma tabidir. İstanbul Ankara İzmir İmsak 06:45 06:29 06:50 NAMAZ VAKİTLERİ Güneş Öğle İkindi 08:14 13:21 15:55 07:56 13:06 15:43 08:15 13:29 16:09 Akşam 18:19 18:06 18:32 Yatsı 19:42 19:28 19:52 ÇİZGİLİK KAMİL MASARACI kamilmasaraci@gmail.com
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle