24 Kasım 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 19 AĞUSTOS 2019 PAZARTESİ gorus@cumhuriyet.com.tr olaylar ve görüşler ‘Her şey çok güzel olacak’ mı, olabilecek mi? 23 Haziran, kendisini gidici olarak görmeyen bir siyasal hareketin gidiş sürecinin ilk ciddi adımı. Ancak sorunu “birinin gitmesiöbürünün gelmesi” olarak algılamak büyük yanılgı olacaktır. PROF. Dr. Yücel Candemir Emekli İTÜ Öğretim Üyesi Tarihte siyasal oluşumların gelip geçtiği her dönemin simgesi olmuş savsözleri (sloganları), özlüsözleri (mottoları) vardır. Örneğin Fransız Devrimi’ninki “kardeşlik eşitlik özgürlük” idi. § Kurtuluş Savaşı’nınki “Ya istiklal, ya ölüm”. Çok yakın bir geçmişte de benzer bir durum yaşadık, yaşıyoruz da. “Yavuz hırsızın ev sahibini bastıramadığı”, yani “halkın kendi iradesine ortak olmak isteyenleri şamarladığı” bir süreç yaşadık. Bu süreci betimleyen savsöz, “Her şey çok güzel olacak” idi ve dileğimiz de umudumuz da o. Burada değinmek ve sorgulamak istediğim bu savsözün gerçekleşmesi gerekliliği. Bu sözlerin arkasında duranlar pek öyle yaş tahtaya basacak gibi durmuyorlarsa da, unutmayalım ki “Dahili ve harici bedhahlarımız olacaktır.” Savsözlerin geçerliği bir yere kadardır ve savsözden sonrasına da hazır olmak gerek. Bunu yapmaya kalkıştığımızda gördüğümüz şu: 23 Haziran, kendisini gidici olarak görmeyen bir siyasal hareketin gidiş sürecinin ilk ciddi adımı. Ancak sorunu “birinin gitmesi öbürünün gelmesi” olarak algılamak çok olumsuz sonuçları yedeğinde taşıyacak bir büyük yanılgı olacaktır. Ben, İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu ve arkadaşlarının böyle bir yanılgıya düşmeyeceklerini düşünüyorum. Yine de so run bir iç dinamikler + dış (küresel) dinamikler sorunsalına gelip dayanmaktadır. Bu sorunsalı görüp gelecek için adımlar atmaya hazırlanmanın riskleri olduğu kadar ciddi getirileri de olabilecektir. Büyük dönüşüm Önce dıştan (küreselden) başlamak zorundayız. Çünkü yerküre 10 bin yıllık insanlık tarihinin rastlaşmadığı kadar büyük bir dönüşüm sürecinden geçiyor ve bunun dışında kalabilecek hiçbir canlı da yok. Bu sürecin 1820’lerle başlayan Sanayi Devrimi ile benzerlikleri var. İkisinde de bir teknoloji devriminin öncülük ettiği ve üretim, yaşam ve çalışma biçimlerinin köklü bir şekilde değiştiği bir süreç egemen. Ancak, şu söylenebilir ki bugün yaşamakta olduğumuz değişim sürecinin ölçeği, boyutları ve karmaşıklığı ilkinden çok daha büyük. Dahası, bu süreç kendi içinde de evrilerek ve ivme kazanarak insan eliyle denetlenip denetlenemeyeceği sorunsalını da içinde barındıran bir özellik taşıyor. Dijital teknolojinin öncülük ettiği bu devrim sürecinin çözümlemesini burada bırakıp getirdikleri ve getireceklerinin bizi ilgilendiren yanlarına bakalım. “Bilişim ve İletişim Teknolojileri”nin (BİT) birlikte etkileştiği küreselleşme süreci ile birlikte küresel ölçekte getirmiş olduğu ve daha da getirmesi öngörülen önemli değişmelerin dördü şunlar: Üretim biçimi değişiyor ve daha da değişecek, bu ilk Sanayi Devrimi’nde de böyle olmuştu. Geleceğin toplumu ağırlıklı olarak kentlerde yaşayacak. Bu ikisi işgücünün niteliğini ve yapısını da değiştiriyor Bunlar eğitim kesimini de etkiliyor; bugün öğrenci olan bir kitlenin edinecekleri niteliklerle geleceğin işlerinde kendilerine nasıl ve nerede yer bulacakları ciddi bir soru ve sorun. Şimdi özellikle Sayın İmamoğlu’na ve başta CHP ol mak üzere bütün siyasal partilere ve herkese anımsatmak gerek: Gelecekle ilgili bu soru ve sorunlarla ilgili etkin bir siyasi planlama yapılmazsa, 2023 bir yana 2030’da Türkiye nerede olur? Ya da alışılagelmiş siyasi alışkanlıklar ve yöntemlerle böyle bir planlama yapılabilir mi? İki boyut Geleceğin kentlerinin gelecekteki rolünün belirleyici olacağı, kesinleşmiş sayabileceğimiz bir olgu. Burada dünyadaki kentleşmenin bizi ilgilendiren iki boyutu var: Biri “megakent” olgusu, öbürü “akıllı kent” olgusu. Bu bağlamda Türkiye’de üniversiteler ekseninde en gelişmiş bölümler arasında yer alan kent ve bölge planlamacılarının yerel seçimler sonrasında işbaşı yapan yerel yönetimlerin başta gelen başvuru adresleri olması dileğiyle soruna bir de ulaştırmacı gözüyle bakarsak, başta parasal kaynaklar olmak üzere, çeşitli engellemelerle karşılaşacaklarına kesin gözüyle bakabileceğimiz Millet İttifakı yerel yönetimlerinin önünde izleyecekleri politikalar açısından ciddi ve çıkarılabilecek engelleri aşabilme özelliklerine sahip seçenekler olduğunu söyleyebilirim: Politika yapımı aşamasında “devingenlik (mobility) yerine erişebilirliği (accessibility)” seçen bir politika tercihinin öne çıkarılması ulaşım politikalarının temel ilkesi olmalıdır. Bu, ulaştırma politikası olarak her köşeye ve her köşeden tünel açmayı çözüm sanan, yani devingenliği erişebilirliğin önüne koyan bir yaklaşımın tersine, kısa dönemde değil, ama uzun dönemde halka hizmet götürmenin yolunun ne olduğunu gösterecektir. Bilişim ve İletişim Teknolojileri (BİT), çoğu alanda olduğu gibi ulaştırma sorunlarının çözümünde de etkili yöntemler sunabilmektedir. Örneğin, “Nesnelerin İnterneti”nin (Internet of Things, IoT) bir yöntem olarak içinden geçmekte olduğumuz büyük dönüşüm çağının uygulamaları içinde yerel yönetimlere de yansıyan uzantıları var. Burada önemli olan, bu yöntemin (ve bütün yöntemlerin); Her yere ve her yerde uygulanmaya hazır aygıtlar olmadığı, uygulanmalarının da konusunun uzmanı olan insan gücüne gereksindiği olgularıdır. Türkiye dijital teknolojide insan gücü açısından uygunsuz konumda olan bir ülke değil. Ama söz konusu olan ulaştırma etkinlikleri ise durum değişiyor. Ulaştırma etkinliğindeki insan gücü açısından ülkemizin durumu ne yazık ki içler acısı. Yine de ne yapılacağı/yapılması gerektiği bilindiğinde çözüm yolları da bulunabilecektir. Bu yazı her şeyin güzel olması/oldurulması için bir öneridir. Türkiye’nin zorunluluğu: Demokratik Parlamenter Sistem Berk Çözeli ‘Avukat’ Türkiye’nin, geçmiş tarihine bakıldığında, tümüyle parlamenter sistem kültürünü benimsediği görülecektir. Bu kültür ise uzun süreler parlamenter sistem ile yönetimin getirdiği deneyimleri ihtiva etmektedir. Türkiye buna karşılık, kazanılan tüm bu deneyimleri bir kenara bırakarak başkanlık sistemi adı verilen, dünyada hiçbir benzeri olmayan ve başkanlık sistemlerinde bulunan ve özellikle yasama ve yürütme kuvvetleri arasındaki dengeyi sağlayan mekanizmaları ihtiva etmeyen ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi adı verilen bir sisteme geçmiştir. Bu sistem ile yürütme organı sadece Cumhurbaşkanı olmuş, yasama ve yürütme organları tamamıyla birbirinden ayrılmış, yasama organının yürütme organına göre gücü ve etkisi azaltılmış ve yasamanın yürütme üzerinde etkili denetim mekanizmaları da kaldırılmıştır. Bu sistemde yürütme organının başı olarak Cumhurbaşkanı tarafsızlık yemini etmiş olmasına karşılık bir siyasi görüşün temsili noktasına getirilmiştir. Bu değişiklik ile devletin en üst makamı, günlük siyasetin içerisinde yer almakta ve ayrıştırıcı sözler nedeniyle toplumun en azından yarısının kendi temsil noktasını Cumhurbaşkanlığı makamı olarak görememesine neden olmaktadır. Cumhurbaşkanlığı makamının bir siyasi görüşün temsili niteliği ile birlikte, fiilen devletin partileştirildiğine neden olduğu görülmektedir. Bu durum ise milletin birlik ve beraberliğini sağlayacak bir siyaset üstü konumun bulunmamasından dolayı kutuplaşmaya neden olmaktadır.§ Yeni sistemde yasama organının yürütme organına oranla çok ciddi güç kaybettiği görülmektedir. Bu kayıp kendisini yasama fonksiyonunun esasını oluşturan genel ve soyut kural koyma niteliğindeki kanun yapma gücünde göstermiştir. Bu durum yürütme organının, yasama organının alanına müdahale ettiğini ve etkisizleştirdiğini gözler önüne sermektedir. Yeni sistemin gösterdiği Yürütme organının siyasi temsil noktası haline gelmesi ile birlikte yargı fonksiyonuna ilişkin de birçok sorun ortaya çıkmıştır. Cumhurbaşkanı’nın, yüksek mahkemelere doğrudan atama yapması, Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nda yürütme organının etkin yapıda olması mahkemelerin bağımsızlığı ve tarafsızlığını etkileyen sorunların başında gelmektedir. Tüm bunlar göstermektedir ki; sadece bir kişi için getirilen bu sistem Türkiye’yi her alanda geriye götürmüş, parlamenter demokratik sistemin kazanımlarını ve deneyimlerini hatırlatır ve parlamenter demokratik sisteme geçilmesini zorunlu hale getirmiştir. Parlamenter sistem kuvvetler ayrılığı teorisini benimsemiş, yasama ve yürütme organları arasında yumuşak bir ayrımın bulunduğu hükümet şekli olarak karşımıza çıkmaktadır. Önemli diğer noktası ise yürütme organının başkanlık sisteminin aksine iki başlı yapıda olmasıdır. Lakin yürütme organındaki iki başlılık, esas itibarıyla tıkanık bir sistem düşüncesi ile değil, kolektif bir yapının oluşturulması düşüncesinin görünümü niteliğindedir. Bu düşünce ortak karar alma saikinin de bir sonucu olup demokrasi kavramının da hayata geçirilmesine katkı sağlayan bir yapının parçası olmaktadır. Bu sistemde yürütme organının bir yanında, devlet başkanı olarak, cumhuriyet ile yönetilen devletlerde cumhurbaşkanı yer almakta, yürütme organının diğer yanında ise bakanlar kurulu bulunmaktadır. Bu sistemde cumhurbaşkanı, meclis tarafından seçilmekte olup tarafsızlık niteliği öne çıkmış ve insanların her türlü farklı düşüncelerine karşılık hiçbir ayrım gözetmeksizin bütünleşme noktası olmaktadır. ‘Devlet’in siyasallaşması Nitekim tarafsız cumhurbaşkanı bütün siyasi baskı veya etkilerin dışında kalarak, adeta bakanlar kuruluna karşılık siyaset üstü değerde bir güven makamı niteliğindedir. Bu çerçevede tarafsız ve siyaset üstü Cumhurbaşkanlığı makamı; iktidarın siyasi söylemlerinin devlet politikası haline gelmesinin ve bunun sonucu olarak devletin siyasallaşması, hatta parti devletinin önüne geçilmekte ve bu noktada bir denetim mekanizması oluşturmaktadır. Bu çerçevede yeni sistemin getirmiş olduğu sakıncaların, demokratik parlamenter sistemin yukarıda belirtilen saf nitelikleri ile çözüleceği, ortak karar alma bilinci ile demokrasi kavramının değer kazanacağı görülecektir. Bununla birlikte uluslararası alanda da kolektif bir yapının ihtiva edildiği bir sistem görünümü oluşacaktır. Çözüm belli Parlamenter sistemde başbakan ve bakanlar parlamento içerisinden seçilmektedir. Bu durum ise başbakan ve bakanların yürütme organını ihtiva etmesine karşılık yasama organından da uzaklaşmamasını ve yaşanan sorunların dayanışma ve ortak karar alma saiki ile daha çabuk ve yerinde olmasını sağlamaktadır. Cumhurbaşkanının meclis tarafından seçilmesiyle birlikte ise kutuplaştırıcı seçim dilinin uzağında, tarafsız bir makamın, temsili demokrasi çerçevesinde oluşması sağlanacaktır. Bunun yanında yasama organının yürütme organı üzerindeki gensoru gibi etkili denetim mekanizmaları çok önemli görevler ihtiva etmektedir. Bu çerçevede yürütme organının işlem ve fiillerinin yasama organı tarafından denetlenmesi devletin sağlıklı işleyişi açısından da önem arz etmektedir. Bu bilgiler çerçevesinde, saf demokratik parlamenter sistemin belirtilen özellikleri ve nitelikleriyle ve Türkiye’nin bu sisteme yönelik birikimleri ışığında, içerisinde bulunduğu zorlukların üstesinden gelineceği açıktır. Nitekim Türkiye’nin ihtiyacı diyalog, dayanışma, siyaset üstü tarafsız bir Cumhurbaşkanlığı makamı ve demokratik araçlardır. Sanatçı olabilmek... Bayram günlerini bitirdik. Okurumuzun karşısına her gün özel haberlerle çıktık. “Medipol’e bir kıyak daha”, “Koza’dan AKP çıktı”, “Peninsula’nın özel konukları”, “Kirazlı’dan da AKP çıktı”, “Canımız yandı uçaklar yattı”, “Yüzsüzlüğün bu kadarı: Rüşvet sözleşmede”, “Satmaya doymadılar” manşetleri Cumhuriyet’in habercilik, muhabirlik gücünü gösterdi... Bir ağaç, bir piyano ve bir sanatçı... Ülkenin kalbi bir süredir Kaz Dağları’nda atıyor. Yazı dizisiyle ve haberlerimizle çevrecilerin sesi olmaya, onların “Kaz Dağları sahipsiz değildir” çığlığını sayfalarımızda yansıtmaya çalışıyoruz. Dün binlerce insan bir kez daha Kaz Dağları’na sahip çıktı. Binler, dünyaca ünlü piyanistimiz Fazıl Say’ın Kaz Dağları için verdiği konserdeydi. Bir ağacın gölgesi, bir piyano ve bir sanatçı!.. Ece Dağıstan Say’ın Nâzım Hikmet’ten esinlenerek “bir ağaç gibi tek ve hür” sözleri Kaz Dağları’ndaki konseri özetlerken Fazıl Say, bir pazar sabahı bir dağın yamacına akan binlere şöyle seslendi: “Bugün doğayı korumak için bu kadar kalabalık olması, bu kadar aydının bir araya gelmesi beni çok heyecanlandırdı, mutlu etti. Onur duydum Türk halkıyla bugün. Aslında Kaz Dağları için başlatılan kampanyanın 24’üncü gününde, ilk gününden itibaren doğayı savunanlara da bir teşekkür etmek isterim. Onlar hepimizi yönlendirdiler ve konserin olmasına da ilham kaynağı oldular. Bu ge zegende insanlar olarak bitkiler, hayvanlar, hep beraber gelecek için bir şey bırakmak istiyorsak, korumak zorundayız. Yaşatmaktan yana olmalıyız. Müzik de zaten bunu anlatıyor diye düşünüyorum...” ‘Bari oksijeni bize bırakın!..’ Geçen hafta siyasi haberlerle gündem yaratan arkadaşlarımız, sanatçılarımızla söyleşiler de gerçekleştirdi. Sahnede yarım asır deviren Edip Akbayram, “aydın insanı” şöyle tanımlıyordu: “Aydın insan, gördüklerini, yaşadıklarını dillendirmeli; haksızlığa karşı dik durmalı, konuşmalıdır hem de yüreklice. Ben şunu söylüyorum: Bedel ödenecekse yine bedel öderiz. Bu ülke benim ülkem. Bir başka Türkiye yok. Bu cennet vatan bizim vatanımız. Ona kötülük etmeye hiçbir kimsenin hakkı yok.” Şevval Sam ise gazetemize verdiği röportajda, “Artık sadece kapitalizme karşı savaşılması gerekiyor. Neye karşı geleceğimizi şaşırdığımız bir dönem yaşıyoruz, bari oksijenimizi bize bırakın!” diyerek sanatçı duyarlılığıyla isyan ediyordu... O büyük güç... İktidarı, siyasi gücü elinde tutanların anlamak istemediği bir şey var: “Sanat ve sanatçının gücü...” Evet... Er ya da geç “ülkesinin talan edilmesine izin verenler ya da buna ses çıkarmayanlar” değil, inadına çevresine sahip çıkanlar ve hiçbir çıkar gütmeden halkının iyiliği için mücadele veren “o büyük güç” kazanacak. KAZ DAĞI’NA KIRK KİLOMETRE! Çağatay Güler Kaz Dağları’ndaki vahşet ağaç kesiminden ibaret değildir. Bu nedenle bu vahşeti savunanlar “söylendiği kadar çok ağacın kesilmediği”, “ağaç kesimi olmasaydı masamızın, sandalyemizin olmayacağı”, “ağaç kesiminin Kaz Dağları’nda değil kırk kilometre uzağında yapıldığı” gibi sorumsuzca ve çocukça savunmalar yapmaktadır. Bu sözler doğayı korumaya yönelik “gerçek bir politik irade” olmadığının ifadesinden başka bir şey değildir. Gelecekte de başka yerlerde aynı katliamların yapılabileceğinin de göstergesidir. Kimileri “Canım ağaçlar zaten kesilmiş, ağaçları kesmeyin diye tutturmanın ne yararı var” diyebilmektedir. Bizim gibi toplumlarda “olmuş bir kere” sözünün yol açtığı değer aşınmasını anlatmak için ciltler dolusu kitap yazılabilir. Ekosistem ekolojinin temel birimidir; bitki ve hayvan canlı topluluğu ve bunlarla bağlı cansız çevrelerinin dinamik ve bağlantılı bir tümleşiğidir. Ekosistem birbirleriyle enerji ve beslenme bağlantısı içinde olan canlılar grubu ile bunların etkileştikleri fizikojeokimyasal çevre olarak ele alınabilir. Dünya bir seradır. Dünyadaki canlılar mavi gezegenin sağladığı sera koşulları olmaksızın varlıklarını sürdüremeyecek canlılardır. Bu sera koşullarının sürdürülmesini ekosistemler sağlar. Ekosistemlerin boyutları çok değişir. Dünyayı da bütün bir ekosistem olarak ele almak mümkündür. Okyanuslar, göller, ormanlar, bataklıklar, dağlar, ormanlar, kentler bir ekosistemdir. Her ekosistemin kendisine özgü bir yaşama birliği vardır. Yaşama birliği belirli bir bölgedeki tüm canlıları kapsamaktadır. Yaşama birliklerini türdeş topluluklar oluşturur. Türdeş topluluk aynı türden, aynı bölgede birlikte yaşayan bireyler toplu luğudur. Sözgelimi bir ormandaki bütün ağaçlar bir türdeş topluluktur. Bir türün yaşadığı bölgeye habitat denir. Habitat canlılar için yiyecek ve barınak sağ lar. Yaşama birliğindeki her tür bir nişe ya da role sahiptir. Organizmanın besin zincirindeki yeri, gece mi yoksa gündüz mü etkin olduğu, davranış biçimi nişidir. Kısaca habitat canlının evidir, yaşadığı yerdir. Niş ise işidir. İnsanın habitatının sınırlarını zorlaması ve nişini kendi tanımlaması çevre sorunlarının temelini oluşturur. Kaz Dağları’nda bütün bir ekosisteme ölümcül bir saldırı yapılmış, tüm dengeler altüst edilmiştir. Bu yıkımdan sonra söylenenlerle, Hiroşima’ya atılan atom bombasını savunanların söyledikleri arasında bir fark yoktur. Değer duygularını yitirmiş güçlülerin cinai eylemlerini karartma çabalarından ibarettir. Halk sağlıkçı John M. Last, “Son zamanlarda sağlığın önüne kendi yarattığımız dağlar kadar engeller çıktı. Bunların en korkutucusu küresel ekosistem ve küresel ortak varlıklarda atmosfer, okyanuslar, yabanıl yaşam alanları, biyolojik çeşitlilik kaynaklarında oluşan insanların yol açtığı değişiklikler yığınıdır. Eğer insanlar varlığını sürdürecekse, ekosistemimiz ve birbirimizle uyum içinde yaşamayı öğrenmeliyiz, birbirimizi ve çevremizdeki dünyayı yenmeye ya da boyun eğdirmeye çalışmaktan vazgeçmeliyiz” der. İnsan varlığının sürmesi sağlıklı ekosistemlere bağımlıdır. Besin ve ilaçların sağlanması, havanın ve suyun temizlenmesi, zehirlerin etkisizleştirilmesi, atıkların bozunumu, sel ve taşkınların önlenmesi, doğal yapının ve görünümün kararlılığı, iklimin düzenlemesi vb. dahil birçok katkısı bulunmaktadır. Bunlar olmaksızın insan yaşamının olamayacağının anlaşılması gerekmektedir. Ekosisteme attığınız tekme, bırakın kırk kilometreyi, binlerce kilometre ötede bile onulmaz yaralar açar. Birçok kişi daha sonra olabilecek birçok olayın Kaz Dağları cinayetiyle ilişkili olduğunun farkına bile varmayacaktır. Bu sorumsuzluk ve çıkar sevdasının bedelini hepimiz ödeyeceğiz. Hiroşima’daki gibi...
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle