24 Kasım 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 18 AĞUSTOS 2019 PAZAR gorus@cumhuriyet.com.tr OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Güvenli bölge üzerine Ahmet Yavuz E. General Suriye’de yaşanan gelişmeleri bölgede ortaya çıkan büyük resimden soyutlayarak ele alırsak Fırat’ın doğusunda bir güvenli bölge oluşmasını olumlu bir adım olarak görebiliriz. İyimser bir bakış açısıyla sayıları 600 bin kadar olan bölge kaynaklı sığınmacı için de bir çözüm aracı olarak görebiliriz. Tabii bu ifadenin başına bir “eğer” ekleme zorunluluğumuz var: Eğer Suriye devletiyle anlaşarak ve kendi gücümüze dayanarak yapabilseydik... Ama durum hiç de öyle değil. Suriye’nin toprak bütünlüğünü ortadan kaldırmak isteyen ve Fırat’ın doğusunda K. Irak benzeri bir devletçik yaratmaya çalışan bir ABD ile “güvenli bölge” tesisine girişmek, içinde çoklu risk barındırıyor. Taraflar açısından harekâtın maksadı Taraflar açısından yapılmak isteneni açıkça belirlemek mümkün. ABD, YPG’yi korumak, devletleştirmek istiyor. Türkiye, YPG/ PKK’yi imha etmek ve olası devletçiğin oluşmasını engellemek istiyor. Güvenli bölge tesisinde uzlaşan tarafların amaçları birbirine zıt ve uzlaşmaz... Akla şu soru geliyor: Taraflar Suriye’nin bölünmesi amacında yeniden buluştular mı? Eğer Türkiye’nin politikası böyleyse; hem Esad’ın hâkim olduğu hem de ABD himayesindeki YPG’nin egemen olduğu toprakların kuzeyi ile sınırlarımızın güneyinde kalan alanın/koridorun sahibi olmaya dayanıyor demektir. İşin doğrusunu söylemek gerekirse yapılmak istenen budur. Yolun sonunda “toprak kazandık” denecektir. Bu hareket tarzı, toprak sağlar. Doğrudur, bir kısım sığınmacıyı bu topraklara yeniden yerleştirme olanağı verir. Bunlar büyük kazançlar olarak takdim edilip kamuoyu teskin de ABD YPG’yi korumak, devletleştirmek istiyor. Türkiye YPG/PKK’yi imha etmek ve olası devletçiğin oluşmasını engellemek istiyor. Güvenli bölge tesisinde uzlaşan tarafların amaçları birbirine zıt ve uzlaşmaz... edilebilir. Bugünün çözümü olarak alkışlanabilir de... Ama yarının büyük sorunlarını doğuracağından şüphe duyulmasın! Bu, yapılabilir. Sürdürülebilir mi? Maliyeti ne olur? Bu soruların kestirme cevapları yok. Ama muhtemel tehlikeleri öngörmek mümkün... Bunlara değineceğiz. Türkiye’yi içine çeker. Öngörülen koridorun derin liği ne olursa olsun güneyinde oluşacak devletçik gelecekte K. Irak ile birleşme eğiliminde olur. Nicel ve nitel olarak daha büyük çaplı bir oluşumu doğurur. Sosyolojik boyutuyla da Türkiye’yi etkileme potansiye Gelecek nelere gebe Kötümser bir senaryoya göre, Suriye’nin toprak bütünlüğü ortadan kalkar. Suriye’nin kuzeyinde yeni bir K. Irak modelinden ötesi peyda olur. Uluslararası Kriz Grubu’nun 31 Temmuz 2019 tarihli raporuna göre Suriye doğal kaynaklarının yüzde 80’i ve petrolünün yüzde 95’i Fırat’ın doğusu ve kuzeyinde yani YPG’nin kontrolü altındaki alanda bulunmaktadır (Sedat Ergin, Hürriyet, 15 Ağustos 2019 ). Bu kaynakları sadece YPG devletçiği kullandığı takdirde Suriye’nin geri kalanının yaşaması hemen hemen imkânsız hale gelir. Bu kaynakların bir boru hattıyla Ürdün ve İsrail üzerinden Akdeniz’e ulaştırılması zor olmayacağı gibi bazı gelişmelere bağlı olarak Türkiye’de değerlendirilmesi de kaçınılmaz hale gelebilir. Bu, Suriye ile YPG arasında savaş sebebidir ve her halükârda lini içinde barındırır. Dışarıda atılan bu adımlar istese de istemese de “açılım” politikalarına yol açar. Rusya ile ilişkiler farklılaşır. Fırat’ın batısında yeni sorunlar ortaya çıkar. Bunun ilk etkileri İdlib’de kendini gösterir. Yeni göç dalgaları kaçınılmaz olur. Felakete davetiye Bütün bunları kaçınılmaz olarak değerlendiren politika belirleyicileri şunu da öngörmüş olabilir: Suriye’nin kuzeyinde, Fırat’ın batısında Sünni Arap bölgesi; doğusunda Kürt bölgesi kazandıkları otonom yapılarla ayrı ayrı Türkiye ile birleşmeye özendirilebilir. Sonuç alınabildiği takdirde ülke içinde yaşayan sığınmacı Arap ve ayrılıkçı Kürt kökenlilerle de birleşmiş olarak Türkiye’nin üniter yapısı ortadan kaldırılır. Etnik kimliklere dayalı olarak ülke yeniden yapılandırılır. Böylece Misakı Milli de 100 yıl sonra gerçekleştiril miş olur (!) Bu maksatla yola çıkılmamış olsa bile gelişmelerin böyle bir yapıyı doğurma olasılığına dikkat çekelim. Bu yapılanmanın bazılarına çekici geleceği bile söylenebilir. Felaket getirmeyeceğini de kimse iddia edemez. İç kargaşa demektir. Yeniden kimlik temelli boğazlaşma demektir. Suriye’nin geri kalanı ve hatta Arap dünyasıyla kalıcı bir düşmanlığın temellerini atmak demektir. Bütün bunlar bugün hayal mahsulü olarak görünse de hesapsız atılan adımların bedeli olarak karşımıza çıkabilir. Çıkmamalıdır! Nasıl? Yapılması gereken Suriye’nin yeniden eski haline dönmesi olanaksız gibi duruyor. Ancak Türkiye bu yönde çaba sarf ederse parçalı ama toprak bütünlüğünü koruyan bir Suriye inşa etmek halen mümkündür. Bunun için daha da gecikmeden Esad ile atılan köprüler yeniden kurulmalıdır. Bu adım, ilgili bütün tarafları etkiler. Buna sayısı 4 milyona ulaşan sığınmacılar dahildir. Ortaya çıkacak federatif yapı bile ABD ile Fırat’ın doğusunda devletçik inşa etmekten evladır. Başlangıçta ABD güdümünde atılan Suriye’yi parçalama adımları komşuya felaket getirdi. İkinci en büyük zararı da bize verdi. Aynı şeyleri yaparak farklı sonuç beklemenin ve Einstein’i yeniden haklı çıkarmanın gereği yok. ABD ile güvenli bölge adımı felakete davetiyedir.  Kötünün iyisi olarak federatif bir Suriye’yi hayata geçirmenin adımları korkusuzca atılırsa, sınırlarımızda merkezi devletin askerleriyle birlikte nöbet beklemenin yolu bulunabilir. Arzu edilen olmasa da gerçekçi görünen ve kabul edilmesi gereken son durum bu olmalıdır: Toprak bütünlüğü yeniden sağlanmış Suriye ile komşu olmayı sürdürmek... Toplumsal obruk (çukur) Din alanında hoşgörüsüzlük İsmail Özcan Eğitimci/Yazar İnsanımızda, toplumumuzda ve toplumumuzun farklı politik, ideolojik ve dini görüşteki kesimleri arasında genel olarak derin bir dar görüşlülük egemen. Ne bireylerin ne de politik, ideolojik ve dini grupların birbirlerinin farklı düşüncelerine, farklı görüş ve kanaatlerine saygısı var. Her kesimin birbirine tahammül esnekliği dibe vurmuş durumda. Daha da kötüsü paralel görüşteki toplum kesimlerinin kendi içlerinden çıkan farklı seslere de tahammülü yok. Dinler tarihinde en baştan beri belli kişi ve grupların kendilerini, dini anlama ve yorumlama tekeline sahip olarak görmeleri, başka türlü anlama ve yorumlama girişimlerini sapıklık saymaları, din alanının iyi bilinen gerçeklerindendir. Bu yüzden çok büyük haksızlıklar, zulümler yapılmış; işkenceli cinayetler işlenmiştir. Stefan Zweig’ın son zamanlarda ilgi uyandıran, “Vicdan Zorbalığa Karşı” adlı önemli kitabı, 16. yüzyılda Avrupa’da din üzerindeki bu tekelci yorum anlayışının sebep olduğu insani trajedi tasvirleriyle doludur. Bu tekelci yorum anlayışı her devirde Müslümanlar için de geçerli olmuş; bu yüzden bizim tarihimizde de din/mezhep ihtilaf ve çatışmaları hiç eksik olmamıştır. En büyük ve en uzun ömürlü Müslüman devlet olan Osmanlı’da dinsel taassup her zaman baskın konumda olmuş; ilerici, yenilikçi hiçbir sese, yoruma, açılıma izin verilmemiştir. Dinsel alandaki yenilikçi, ilerici açılımlar bastırılınca, toplumda din her şeye egemen olduğu için askeri, siyasi, iktisadi alanlardaki çağa ayak uydurma girişimleri de başarısız olmuştur. Osmanlı’da din alanındaki bu taassup günümüzde de olumsuz rolünü sürdürmekte, çağa ayak uydurma çabası güden her ses, her adım, her girişim sapıklıkla suçlanmaktadır. En başta İslam dininin kendi istikbali ve çıkarı için, sonra da bütün Müslüman toplumların çıkarı için herkesin, öncelikle de yetkin din bilginlerinin ve ilahiyatçı akademisyenlerin özgün ve yenilikçi düşünce ve görüşlerini bir engelle karşılaşmadan açıklayabilmesinin önü mutlaka açılmalıdır. Düşünce ve kanaatleri kısıtlamaların, engellemelerin egemen olduğu bir ortamda toplumların muhtaç olduğu hiçbir gelişme ve ilerlemenin sağlanması mümkün değildir. Bugünün Batı’sı temsil ettiği bütün değerleri her şeyden önce bu orta mı sağlayabilmiş olmasına borçludur. Müslüman dünya için de başka bir çıkar yol yoktur. Bugün ülkemizde kişiselliğe, bireyselliğe hiç hak tanımayan; geleneğe ve genel kabule aykırı görüşlere, açıklama ve yorumlara anında itiraz eden; bunları seslendirenlere sık sık linç ve ölüm fetvaları çıkaran yapıların başında dini örgütler geliyor. Bunların da başında mezhepler, tarikatlar ve cemaatler yer alıyor. Bu oluşumların önderleri, temsilcileri; beğenmediği, kendi kabulüne aykırı bulduğu bir ses, bir yorum, bir çıkış söz konusu olduğunda onların sahipleri aleyhinde derhal yoğun bir kampanya başlatıyorlar. Bu kampanyalarda farklı sesleri, çıkışları irdeleme; bunların sahiplerinin düşüncelerini, meram ve maksatlarını anlama çabası hiç olmuyor. Kendilerine göre, bu farklı sesler ve sahipleri mutlaka kötü niyetli, mutlaka sapık oluyorlar. İnananların kafasını bulandırıyorlar. Yeni yorum arayışındaki ilahiyatçıların bütün dünyada Müslümanların yaşadığı sancılara bir çare, içinde bocaladığı problemlere bir çözüm olabilecek bir arayış çabasında olabileceğini akıllarından bile geçirmiyorlar. Son otuzkırk yıldır Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi çevresinde oluşan “Ankara Okulu” ile yola koyulan, kişisel olarak Hüseyin Atay, Süleyman Ateş, Yaşar Nuri Öztürk’le başlayıp Mustafa Öztürk, Abdülaziz Bayındır, Mehmet Okuyan gibi akademisyenlerle devam eden bir yenilikçi hareket, en küçük bir empatiye muhatap olmadan; maksatları, niyetleri sorgulanmadan birçok hücuma, karalamaya maruz bırakılıyor. Sözü edilen akademisyenlerin ve benzerlerinin; taassupla, geleneksel yorumlara sıkı sıkı bağlanmakla günümüz Müslümanlarının sıkıntılarına çare bulunamayacağını gören; bundan hareketle modern açılımlara, yorumlara ulaşma çabası güden insanlar olduğu bir türlü kabul edilmiyor. Geleceğin toplumları, farklılıkları karşılıklı saygı ve barış içinde bir arada yaşatmayı başaran; kimsenin kimseye, bir kesimin diğerine bir dayatmada bulunamayacağı demokratik çoğulcu toplumlar olacaktır. Günümüz Batı toplumları bu amaca önemli ölçüde yaklaşmışlar; ne kadar farklı, ne kadar aykırı olursa olsun her türlü inanç, düşünce ve felsefeye saygıyı, en azından tahammülü başarmışlardır. Müslümanlar da bunu başarana kadar ne yazık ki krizler içinde bocalayıp duracaklardır. Aile ilişkilerinden akraba diyaloglarına, çarşı pazardaki esnaf müşteri konuşmalarından trafiğe kadar insan ilişkilerinde giderek gerginleşen kritik bir süreci yaşıyoruz. RAFET ASLANTAŞ ANKA Enstitüsü Başkanı Zaman ve mekân ölçütlerinin şekillendirdiği toplumsal doku yüz yıllar/bin yıllar içinde geçirdiği değişikliklerle belli bir kıvama ulaşmıştır. insandoğahayvan ve insaninsan ilişkilerinde kurulan samimi bağ, denge ve korunma gereksinimi kıvamın kalitesini belirlemiştir. Bazı toplumlar yaşamda kaliteyi artırmış, bazıları artıramamıştır. Kaliteyi artıran toplumlar artıramayanlara göre çok daha güzel koşullarda yaşamaktadırlar. Aynı kök kültüre sahip olan topluluklar yaşadıkları bölgelerin yaşamsal, iklimsel ve coğrafi etkileriyle oluşturdukları, geliştirdikleri alışkanlıklarla, algılarla, bilgilerle harmanlanan ortak bir alan ortaya koymuştur. Bu ortak alan toplumlara ait sosyokültürel birikimlere dönüşmüş, çok uzun süreler sonucunda kodlara yerleşmiştir. Bir nevi değerler birikimini oluşturan kodlar; ilgili toplumun başına gelen olayları algılayışını, refleksleri, verdiği tepkileri ve tutumları belirlemiştir. Toplum homojenliğini korudukça ya da dışarıdan geleni kendine uydurmayı başardıkça tutum ve davranışlarda sürprizlere çok az rastlanmaktadır. 21. yüzyılın hareketliliği ve iletişim açıklığına rağmen homojenliği korumak genel olarak ve hâlâ mümkün olabilmektedir. Dışarıdan geleni kendisine uydurmak ise toplumun, coğrafyanın ve devletin cazibe merkezi olup olmamasına bağlıdır. Yukarıda ifade ettiğim genel bakış açısının altında yazımın asıl konusu toplum yapısında oluşan ani çöküntüler ile sosyokültürel kodların, ayarların değişmesidir. Toplumun katmerlenmiş nitelikleri adeta yerkabuğu gibidir. Zaman içinde yaşanan tüm doğal ve yapay etkiler yerkabuğunun yapısını katman katman oluşturmuştur. Zeminin sağlam olduğu bölgeler yerleşim ve yaşam için daha güvenli mekânlar sağlamıştır. Zengin toprak yapıları ürün ve üretim çeşitliliği yaratmıştır. Zemin yapısı içinde meydana gelen değişiklikler, etkileşimler, çatlaklar, fay hatları vb. zaman içinde hasarlı yer değişimlerine, kaymalara, çökmelere neden olmuştur. Bunların bir kısmının yeri ve zamanı öngörülebilmektedir. Bir kısmı ise ani ve derin olmakta, şaşırtmakta, ürkütmektedir. Ahlaki obruk Obruklar buna örnek olarak verilebilir. Obruklar çoğunlukla yerkabuğunun aniden çökmesiyle ortaya çıkan bir görüntüdür. Obruk ortaya çıkarken yeraltı sularının aşındırdığı toprak katmanı aniden ve gürültüyle çöker. Yaşadığımız dönemde üzülerek söylemeliyim ki doğal fay hatları kırılmalarının, zemin aşınmalarının ötesinde toplumsal çöküntü ve obruk olasılıkları ortaya çıkmıştır. Konu karışık ve çok boyutludur ancak bir ön giriş yaparak üzerinde durmaya başlamamız gerekmektedir. Söz konusu çöküntünün ana nedenlerinden biri pervasızca yapılan siyaset, diğeri de bireysel ve toplumsal ekonomide giderek etkisi ağırlaşan olumsuz tablodur. Şüphesiz sonraki yazılara konu olabilecek başka nedenler de bulunmaktadır. Amacından sapan siyaset Siyaset mekanizması yürütmeye ve yasamaya talip olmak için kurulmuş bir sistemin omurgasıdır. Siyaset yapmanın amacının toplumsal gelişime, huzura ve barışa katkıda bulunmak ve bunun için sorumluluğa talip olmak olması gerekirken uygulamada gördüklerimiz maalesef farklıdır: Elde edilen iktidar gücünün bırakılmaması için her şeyin yapılabilmesi, her sözün söylenebilmesi aynı tip ve akıl yapılanmasında kişilerden oluşan ekipler kurulması, makam ve konumlardan faydalanarak maddi ve manevi çıkarlar elde etme çabalarının sürdürülmesi yoğun olarak karşımıza çıkmakta, çıkar paylaşımına dayalı ilkel bir siyaset ve sosyal yaşam modellemesi oluşmaktadır. Kendisini iktidar erkine yakın konumlandıran tüm kişi ve organizasyonlar dönemsel olarak ticari vb. tüm işlerini yürütebilmektedir. Olmayanlar ise taşeron işlerle yetinmekte ya da türlü türlü maskeler takmaktadır. Bu ticari ve ahlaki zihin yapısının her iktidar değişikliğinde pozisyon değiştireceğine de şüphe yoktur. Modern devlet ve siyaset yapılarında böyle mi olur? Şüphesiz olmaz. Güvenilir ortamlar toplam kaliteyi, gelişimi, barışı ve huzuru da getirir. Bugün ekonomide yaşanan gerileme, zayıflama toplumun orta ve alt kesimlerine yoğun olarak yansımıştır, daha da yansıyacaktır. Zenginleşen ve fakirleşen sayısında gözlenen eşzamanlı artış, gelir dağılımında çok önemli bozulmalar olduğuna dair gözlenen önemli bir çelişkidir. Paraya ulaşmanın kolay yollarına yönelik arayışlar insanları ve organizasyonları ilkesizliklere, yandaşlığa, din/inanç istismarcısı yapılanmalarla yakınlaşmaya, illegal ticari ilişkilere yönlendirmektedir. Kazananı olmaz Siyasi ve sosyal yaşama dair rövanş alma güdüsüyle toplumun bir grubunun liyakata, eğitim ve çalışkanlık düzeyine bakılmaksızın maddi ve manevi fırsatlara daha fazla eriştirilmesi, kollanması, adeta güç zehirlenmesine uğratılması son derece önemli bir sosyal mesele haline gelmiştir. Günlük yaşamda derin bölünmeler yaşayan gruplar oluşmaktadır. Aile ilişkilerinden akraba diyaloglarına, çarşı pazardaki esnaf müşteri konuşmalarından trafiğe kadar insan ilişkilerinde giderek gerginleşen kritik bir süreci yaşıyoruz. Böyle devam ederse milli güç unsurlarından olan “sosyal güç” de derin yara alacaktır. Toplumun bir arada yaşama arzu, azim ve kararlılığı zarara uğrayabilir. İyilik, dürüstlük, erdemli olmak, adil olmak, bilgiye ve bilgi sahibine saygılı olmak gibi uygar olma yolunda biriktirdiğimiz tüm değer yargılarının aşınması, cehaletin pirim yapması sonucunda toplumsal obruklarla karşılaşabiliriz. Çöküntü derin ve büyük olabilir.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle