18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 17 AĞUSTOS 2019 CUMARTESİ [email protected] olaylar ve görüşler Alaşehir Kongresi’nin Alaşehir Kongresi, aynı zamanda aldığı kararlarla, kurtuluş mücadelesinin daha 100’üncübaşlangıcında antiemperyalist yönünü perçinleyen önemli bir tarihsel olaydır. yılı Mehmet Şakir ÖRS İçinde bulunduğumuz günler, 16 Ağustos25 Ağustos 1919 tarihlerinde toplanan Alaşehir Kongresi’nin 100’üncü yıldönümüdür. Milli Mücadele’nin ilk tohumlarının atıldığı Ege Bölgesi’nde, işgale karşı direnişi örgütlemek ve merkezileştirmek için toplanan Alaşehir Kongresi, aynı zamanda aldığı kararlarla, kurtuluş mücadelesinin daha başlangıcında antiemperyalist yönünü perçinleyen önemli bir tarihsel olaydır. Kongre öncesi gelişmeler Yunanlılar 15 Mayıs 1919’da İzmir’e çıktıktan sonra, işgallerini genişlettiler. İşgal edilen yerlerde mezalim başlamıştı. Yunanlıların İzmir’i işgali ve sonrasında diğer şehirlere uzanmaları, halkta büyük üzüntü yaratmıştı. Halk tehlikeyi sezmiş ve bir şeyler yapmak gerektiğini anlamıştı. Mayıs ayının son günlerinde Albay Bekir Sami Bey’in Ege’ye gelmesi, hareketlenmenin başlangıcı oldu. Bekir Sami Bey ve arkadaşları, Alaşehir’i merkez seçmiş ve çevrede örgütlenmeye başlamışlardı. Alaşehirliler, Yunan işgaline karşı durumu görüşmek üzere 21 Mayıs günü hükümet binasında toplandılar. Bu toplantıda oybirliği ile mücadeleye ve çevredeki il ve ilçelerle işbirliğine karar verildi. 22 Mayıs günü, Alaşehir gençlerinden Hüseyin Paşazade, kaymakama başvurarak gönüllülerden oluşacak bir müfreze kurmak istediğini bildirdi. Yüzbaşı Süleyman Sururi Bey’in girişimi ile 22 Mayıs gecesi Ulu Cami’de bir toplantı daha yapıldı. Kaymakam Bezmi Nusret (Kaygusuz), “Bir Roman Gi bi” isimli anı kitabında, büyük bir kalabalığın katıldığı toplantıyı şöyle anlatır: “Önce Süleyman Sururi Bey söz söyledi. Askerlik Şube Reisi Muhtar Bey, daha yumuşak ve inandırıcı bir lisan ile onu takip etti. Her ikisi de, müdafaa ve teşkilatın genişletilmesi lüzumunu tekrarladılar. Herkese güven geldi. Milli bir heyecan, vatani bir kaynaşma ve kalbi bir birlik ile camiden ayrıldık.” Mustafa Bey’in hazırlığını yürüttüğü müfreze, 30 Mayıs’ta kuruldu. Çevre il ve ilçelerde de benzeri kıpırdanmalar başlamıştı. ‘Anadolu İhtilali’nin ilk kurbanları’ Milli Mücadele yolunda Ege’de böylesi çalışmalar yapılırken, İstanbul Hükümeti de hareketi engellemenin yollarını arıyordu. Bu konuda cami hocalarından yararlanıyor ve onları kullanıyorlardı. Yüzbaşı Selahattin Bey’in anılarında, bu olay şöyle anlatılır: “Geceden haber vermişlerdi. Alaşehir’in camilerine dört hoca gelmiş, halka vaaz ederek diyorlarmış ki: ‘Yunan ordusu padişah emriyle geliyor, sakın hizmette kusur etmeyin.’ Bekir Sami, bu hocaların sabahleyin kaymakamlık binası önüne getirilmesini söylemişti. Biz atlara binip, Alaşehir hükümet konağının önüne geldiğimiz zaman, kaymakam, jandarma kumandanı ve dört hoca oradaydılar. Kumandan sordu: ‘Hocalar bunlar mı?’ Birisi ‘Evet’ dedi. Bu karşılık üzerine Bekir Sami, umulmadık bir an içinde tabancasını çekip dört hocayı yere serdi. Onlar yerde debelenirken gür ve sert bir sesle kaymakama: ‘Görevlerini yapmayanların sonu bu olacaktır. Bunu unutmayın ve siz de böyle davranın’ deyip atını sürdü. Bekir Sami, 3 Haziran 1919 sabahı, Anadolu ih tilalinin ilk kurbanlarının kanlarını Alaşehir’de dökmüştü.” Batı Anadolu’daki direniş hareketinin örgütlenmesinde önemli hizmetleri geçen Hacim Muhittin Bey, Alaşehir Kongresi’ne katılmak üzere Akhisar ve Salihli üzerinden Alaşehir’e geldi. 16 Ağustos öğleden sonra saat 15’te, Alaşehir’de, eşraftan Halil Hüseyin Paşazade Mustafa Bey’in salonunda kongre açıldı. Alaşehir Kongresi’ne katılan delegelerden başlıca isimleri şöyle sıralayabiliriz: Hacim Muhittin Bey (Balıkesir), İbrahim Bey (Uşak), Ömer Bey (Alaşehir), Galip Bey (Alaşehir), Müftü İsmail Hakkı Efendi (Soma), Eski Müftü Osman Efendi (Soma), Belediye Başkanı Bahri Bey (Manisa), Ahmet Faik Bey (Kırkağaç), Kamil Efendi (Akhisar), Mustafa Bey (Sındırgı), İlhami Bey (Nazilli), Zahid Molla (Salihli), Abdülgaffar Efendi (Balıkesir), Ömer Lütfü Efendi (Salihli), Ethem Bey (Sındırgı), İsmail Hakkı Efendi (Gördes). Gündem ve kararlar Kongre’nin gündeminde, Yunanların memleketten çıkarılması için her türlü girişimde bulunulması ve bunun ilanı maddesi başı çekiyordu. İşgal sahası meselesinin tetkiki ile demiryollarının İzmir’e zahire nakletmemesi ve demiryolu memurlarının İslamlardan olması gibi teknik ve güncel konular da gündemde yer alıyordu. Kongre, dokuz gün süren tartışmalar boyunca, ikili bir görevi yerine getirmeye çalıştı. Mücadelenin askeri yönünün düzenlenmesi ile cephe gerisi sorunlarının çözümlenmesi birlikte değerlendirildi. Kongre Başkanı Hacim Muhittin Bey’in bir numaralı önerisiyle, kongre ve kong re sonrası oluşturulacak örgütlenmeye “Hareketi Milliye Reddi İlhak” ismi verildi. Genel seferberlik kabul edildi. Kuvayi Milliye’nin hiçbir surette dağıtılmaması ve harekâtın geçici olsa dahi durdurulmaması; Yunan mezaliminin araştırılması için, İtilaf Devletleri temsilcilerinden kurulu İzmir’deki Tahkikat Komisyonu’na muhtıra verilmesi, ancak müzakereye girilmemesi, ittifakla kabul edildi. Antiemperyalist tavır Alaşehir Kongresi, her yönüyle disiplinli ve düzenli bir kongre olmuştur. O günün ortam ve koşullarında, böylesi bir kongrenin yapılabilmesi gerçekten başarıdır. Kongrede yapılan tüm tartışmalar, konuşmalar tutanaklara geçirilmiştir. Kongre öncelikle milli mücadelenin askeri ve siyasi yönleri üzerinde durmuş, sorunlara pratik çözümler getirmeye çalışmıştır. Kongre’de, o günkü ekonomik durum ve halkın içinde bulunduğu koşullar da gündeme gelmiştir. Daha önce Balıkesir Kongresi’nde alınan, İzmir’e zahire gönderilmesinin men edilmesine ilişkin karar kaldırılmıştır. Alaşehir Kongresi’nde yapılan bir başka önemli tartışma ise demiryollarını işleten yabancı kumpanyalara karşı tavır alınmasıdır. Bu tavır, Alaşehir Kongresi’nin ulusalcı ve antiemperyalist özünü daha da perçinlemektedir. Görüldüğü gibi Alaşehir Kongresi, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın önemli bir sayfasıdır. Milli Mücadele, buna benzer yeterince bilinmeyen sayfalarla doludur. 100’üncü yılda, bu bilinmeyen sayfaları araştırmak, öğrenmeye çalışmak, yeni kuşakların tarihsel sorumluluğu ve görevidir. Gençliğin Türk siyasetindeki AKP döneminde zoraki kentlileşmenin oluşturduğu genç kuşaklar, dinsel kültür ve yaşam biçiminde bir toplum yeri ve etkileri oluşturma programının hem nesnesi hem de öznesi oldular. Yaşar Sert Türkiye Batı dünyasında en yüksek nüfus artış oranlarına sahip bir ülkedir. 1985’te üniversite sınavlarına girenlerin sayısı 400 bin civarındayken, bugün bu rakam 2.5 milyonu bulmaktadır. Keza o dönemde AÖF dahil 140 bin kontenjan varken, bugün 290 bin önlisans, 400 bin kadar lisans ve AÖF’ler dahil 1 milyona yakın kontenjan açılmaktadır. İlköğretim ve ortaöğretim okullaşma oranı çok artmıştır. Temel eğitimde ve yükseköğrenimde özel sektörün ve vakıfların payı artmıştır. Bu genç nüfus, iyi bir eğitim sağlanırsa ülkemiz için büyük avantajdır. Ülkemizde gençliğin durumuna baktğımızda özellikle Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren 1923 ile 1950 arasındaki gençlik Atatürk devrimleri doğrultusunda çağdaş ve yenilikçi bir akım oluşturdu. Bu dönemde ülkenin yenilikçi anlayışla ilerlemesinde gençliğin büyük önemi vardı. 1950’den hemen sonra demokrasinin gelişmesi ve ilerlemesi yönünde tavır alan gençlik, 1960 yılında gerici hükümet yönetimi anlayışı tarafından bastırılarak 27 Mayıs darbesiyle önleri kesildi. Bundan sonraki yıllarda modernleşme, çağdaş ve devrimci bir gençliğin Türkiye’de ilerlemeyeceği sinyali bu darbe ile verilmişti. Ülkenin çağdaşlaşma, barış ve özgürlük yolundaki hareketin gençlik ile yol alacağını anlayan gerici zihniyet bir taraftan daha o tarihlerde 1980 darbesinin hazırlıklarına başlamıştı. Bu darbe, çağdaş ilerici Türk gençliğinin sonraki dönemler açısından önünü kesen en önemli hareket oldu. Gençliğin şiddete yönelmesi, 1990’larda da sür dü. Ankara ve Istanbul’da cinayetler, gençlik çeteleri arasındaki çatışmalar yaygınlık gösterdi. 1990’ların gençliğini şiddete iten etmenler, sosyopolitik güvensizlik, ekonomik dengesizlik ve kültürel çatışmalardı. 1990’lı yılların Türk gençliğinin en önemli özelliği ise küreselleşme (globalleşme) isteğinde oluşudur. Darbe sonrası YÖK başlı başına adeta bir tür “üniversite polisi” biçiminde örgütlenen bir yapı olarak kuruldu, anayasal yetkilerle donatıldı. Milli Eğitim Talim ve Terbiye Kurulu denen yapı eğitimöğrenim faaliyetlerinin geneline egemen olmaya devam etti. Mustafa Kemal’in fikirlerinden uzak ve bir “idolleştirme” başlatıldı. Bunlarla beraber on binlerce aydın ve solcu gençler hapishanelere atılarak oralarda işkence görüyorlardı. Pek çok sanatçı ve aydın da ülkeyi terk etmişti. Arabesk siyaset Darbe sonrası Özal hükümeti ile sivil idareye geçilerek “arabesk siyaset” dönemi başladı. Biraz tahsilli olanlarda da “Amerikan özentisi” had safhadaydı. Onlar Özal’ın Amerika’lardan getirdiği genç yüksek bürokratlar olan prensleri örnek alıyorlardı. Bu saltanatın çöküşü çok uzun sürmedi. 1989 mahalli idare seçimlerindeki 21.75’lik bozgun ile zirve yaptı. Seçmen tabanı olarak hem yaşlıları hem de gençleri aynı anda kaybetmişti. Gençliğin siyasetteki önemi bu seçimlerde daha net anlaşıldı. Lakin on yıla yakın süren baskılama ve depolitizasyonun sonucunda siyasal bilinçten ve kültürden yoksun, okumayan bir kuşak ortaya çıkmıştı. Özal, esas olarak bu kitlelerden destek aldı. İmam hatip ve başörtüsü meseleleri işte böylesi bir siyasal çöküş döneminde Özal ve arkadaşlarının el attğı konulardı. Komünizm ile mücadele adına 1960’ların sonundan beri din eğitimi önemli bir enstrüman olmuştu. Böylesi ucuz tartışmalar, argümanlar ve saptırmalarla oy toplamak öteki sağ siyasetçilerin de hoşuna gitti ve onlar da bu konuların takipçisi oldular. Türkiye ve onun gençliği, yıllarca esas meselelerini konuşamadan din ve laiklik eksenli tartışmalara sürüklendi. Enstitülerin mirası İmam hatip okulları da Köy Enstitüleri de Atatürk döneminde somut ve pratik gayelerle kurulmuşlardı. Köy Enstitüleri bazı sağ ve liboş çevrelerce “köylüyü köyde tutma projesi” olarak eleştirilseler de gerçek durum bundan farklı idi. Osmanlı’dan gelen bir miras olarak yüzde 80’i kırsal kesimde olan ve temel eğitimi bile alamamış toplumda kültürel ve ekonomik kalkınmanın köylerden başlatılması kaçınılmazdı. Atatürk ve İnönü dönemlerinde Köy Enstitüleri ile amaçlanan bu idi. Meslek dalları bu kırsal kesimlerde yerinde uygulayarak ve üreterek öğrenme, kültürü asırların feodal ve dinsel baskılarından arındırarak geliştirme amaçlanıyordu. Ve bunu da bizzat eğitilip donatılarak idealist öğretmenler olarak yetiştirilen köylü çocukları yapacaktı. Anadolu köylüsünün tutucu kesimleri “çocukları yoldan çıkaracak kâfir okulları” oldukları gerekçesi ile evladını buralara göndermekten çekindi. Hâlâ bu ülkede özgürlükçü, çağdaş bir anlayış mücadelesi var ise o dönemim aydınlarının ciddi katkısı vardır. 1950’deki iktidar değişiminden sonra gelen DP’nin önem li hedefi Köy Enstitüleri oldu. Bu kurumlar “CHP’nin gençlik içindeki karakolları” olarak adlandırılarak kapatıldı. Buralardan mezun olanlar ise sağ hükümetlerce hep dışlandılar. Köy Enstitüleri ile amaçlanan Anadolu köylüsünü “modernleşme” metoduyla “kentlileştirmek” iken, bu kurumlardan sonra olan şey gecekondulaşma ve düzensiz göç ile kentlerin yozlaşması oldu. Bu yeni tip kentleşmelerde arabesk kültürü yükseldi. Köyden kente ciddi göçler başladı. Hem özne hem nesne AKP döneminde zoraki kentlileşmenin oluşturduğu genç kuşaklar, dinsel kültür ve yaşam biçiminde bir toplum oluşturma programının hem nesnesi hem de öznesi oldular. “Dindar gençliğin” kalıcı ve sağlam oy deposu olacağı varsayımı önceki dönemlerde doğrulanmıştı. Erdoğan ve ekibi bu yolda ilerlerken FETÖ yapılanmasına da taviz üstüne taviz verdiler. Bu tehlikeli örgütlenmeyi teşvik bile ettiler. Siyasal ve ekonomik ayrımcılık neredeyse resmi politika yapıldı. Kamu ve özel sektöre girişlerin temel referansları dinsel öğelerle kurgulanmaya başlandı. Günümüz Türk gençliği özellikle son seçimde kendisine sunulanların adeta bir “lütuf ve ihsan” olarak gösterilmesindeki aldatıcılğı görmüştür. Neticede artan konformizm ile köylülük köylerde dahi aşılmakta, yeni nesiller bu ilkel, bazı yerlerde feodal, gerici, cahil ve baskıcı kültürü reddetmekte, doğal biçimde modernleşerek laikleşmektedirler. Elbette ki bunun siyasal neticeleri olacaktır. Bunu iyi değerlendiren ve buna göre siyaset üreten partiler, gençliğin hızını yakalayarak iktidara ulaşabileceklerdir. 19992019 İstanbul PROF. DR. Murat Balamir Büyük yıkımın yaşandığı 1999 yılı ve “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” haykırışları 20 yıl geride kalırken, yerini “her şey çok güzel olacak” umudu sardı. Ancak İstanbul bugün depreme ve iklim değişikliğinin getirdiği tehlikelere karşı 1999 yılına göre çok daha korunmasız. Depremde karşılaşılacak yıkımın, hayal edilenlerin çok ötesinde bir kıyamet senaryosu oluşturduğunu uzmanlar açıklıyor. Şubat ayında Kartal’da kendiliğinden çöken yapıda yirmiden fazla can kaybedildi. Kurtarma ve enkaz kaldırma işleri çevre yönetimlerden katılan yardımlara karşın haftalar sürdü. İstanbul’da buna benzer on binlerce yapı ise belki sabırla depremi bekleyecek. Bunların çoğunda zemin ve bodrum katlarında atölyeler bulunur. Gelişigüzel elektrik donanımları, yanıcı, patlayıcı, zehirli stokları vardır. Olmayan özellikleri ise, yangın söndürme ya da kaçış olanakları ve havalandırma sistemleridir. Üst katlar kalabalıktır. Hanımlar, genç kızlar alt katta ya da komşudaki atölyelerde ömür geçirirler. İşsizlik ve pahalılık ortamında yaşam mücadelesi verilir. Kimsenin güvenlik konularını düşünecek ufku ve fırsatı yoktur. Sanayi yapılarının durumu daha da güvenilmez koşullar gösterir. Marmara fayının 7 şiddetinde bir sarsıntı yaratması, iyimser uzman kestirimleri ile İstanbul’da 60100 bin yapının yıkılması ve belki 2 milyondan fazla can kaybıdır. Yolların kapanması, elektrik kesintileri, yangınlar, tehlikeli maddelerin ve bulaşıcıların yayılması, tüm üretim, ulaşım, iletişimin, acil yardım hizmetlerinin devre dışı kalması kaçınılmazdır. Salgın, yağma gibi olayların önüne geçilmesi, enkaz kaldırma, altyapıyı yeniden işletme, barındırma işleri belki seneler sürecek uğraşlardır. Olayın gece ve kış aylarında gerçekleşmesi durumunda sonuçlar daha da ağırdır. Kırılgan ekonomide İstanbul’un devreden çıkması, Türkiye’nin felç olması demektir. Gerçek beka sorunu budur. Deprem sonrasını sorun olmaktan çıkarmanın yolu, dep rem öncesinde kapsamlı bir acil durum planı hazırlamak ve etkili risk azaltma projeleri uygulamaktır. İstanbul, risk azaltma yaklaşımına en fazla gereksinme duyulan bir mega kenttir. Bu, birkaç uzmanla yürütülen bir çalışma değil, katılımlı bir seferberliktir. Katılımlı bir karar ortamı için yönetim temsilcilerinin yanı sıra üniversiteler, STK birimleri, iş ve sanayi çevreleri, medya ve ilgili kesimlerin temsil edildiği “platformlar” oluşturulması ve sorumluluğun ortaklaştırılması hedeflenir. İstanbul’a ihanet Deprem tehlikesi, çoğunluğun aklına “toplanma alanları” kıtlığını getiriyor. Bu alanlar artırılınca sorunun çözüleceği varsayımı yerleşmiş görünüyor. Gerçekte, acil durum planı hazırlama strateji ve bilgisinden yoksunuz. Risk azaltma çalışmalarıyla ise henüz hiç tanışılmadı. Yirmi yıllık dönem boyunca bu çalışmaların toplumun her kesimini harekete geçirecek yöntemler ve katılımlı kararlarla bir seferberliğe dönüştürülmemiş olması büyük kayıptır. Oysa risk azaltma projeleri İstanbul Deprem Master Planı kapsamında tanımlanmıştı (2003). Kaybettiğimiz yirmi yıl boyunca bu projelerin hemen hepsi tamamlanmış ve toplumda bir risk kültürünün filizlenmesi sağlanmış olabilirdi. İstanbul’a bir ihanet varsa, bunların uygulanmamış olmasıdır. Bir başka saplantı, deprem tehlikesinin yalnızca yapıları ilgilendirdiği anlayışıdır. Oysa kentsel “sakınım” çalışmalarının kapsamı, kentte çok yönlü ve etkileşimli mekânsal, fiziki, sosyal ve ekonomik sistemleri ilgilendirir. Bu nedenle yalnızca “yapı güçlendirme” ya da “dönüşüm” projeleri risk azaltmada yeterli olmaz. Risk azaltmanın asıl yöntemi, yerel toplulukları ve farklı toplum kesimlerinin katılım ve katkılarını sağlayacak çok sayıda özendirici proje geliştirmektir. Yasa gereği, deprem sonrasında afet yönetiminden sorumlu olan otorite yalnızca valiliklerdir. Risk azaltma çabası ise toplum katılımını sağlama hünerine sahip belediyelerindir. Ancak bu yaklaşımla, “her şey daha güvenli olacak”.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle