19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
HABER 92 TEMMUZ 2019 SALI Dinmeyen acıSivas’ta katledilen 33 kişi, katliamın 26. yıldönümünde anılıyor MEHMET MENEKŞE Sanatçı, aydın ve çocuklarında aralarında bulunduğu 33 kişinin gericiler tarafından yakılan Madımak Oteli’nde katledilmesinin 26. yılında, bugün başta Sivas olmak üzere yurt genelinde anma etkinikleri düzenlenecek. Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Sivas Şubesi önünde bir araya gelecek yurttaşlar, saat 10.00’da Madımak Oteli’nin önüne yürüyecekler. Anma etkinliklerinde Madımak Oteli’nin utanç müzesi yapılması, cemevlerine yasal statü verilmesi, zorunlu din derslerinin kaldırılması ve diyanetin lağvedilmesi talepleri bir kez daha dile getirilecek. Pir Sultan Abdal Şenlikleri’nin 4’üncüsüne katılmak üzere, 1993 Temmuzu’n da sanatçı ve aydınlar Sivas’a gitti. Aziz Nesin’in Salman Rüşdi’nin “Şeytan Ayetleri” kitabını Türkçeye çevirmesine tepki gösteren gerici gruplar, henüz aydınlar kente ulaşmadan Nesin aleyhine bildiriler dağıtmaya başladı. “Can Şenliği” oyuncuları da davul eşliğinde bir gösteri yapmak için çağır yaptı ancak cuma namazı için toplananlar “Ezanı bastırmak istiyorlar” denilerek provoke edidi. 2 Temmuz günü cuma namazı çıkışında, şenliklerin yapılacağı Kültür Merkezi’ne taş ve sopalarla saldırı düzenlendi. Kısa sürede kalabalığın sayısı on binleri buldu. Hükümet Konağı’nı da taşlayan saldırganlar, buradan aydın, yazar ve çocukların bulunduğu Madımak Oteli önüne geldi. Kalabalık, oteli sloganlar eşliğinde taş yağmuruna tutarken, otelinde önüne gönderilen bir grup asker, bir süre otel çevresinde bekletildikten sonra ayrıldı. Devlet seyirci kaldı Otelde mahsur kalan aydın ve sanatçılar dönemin Sivas valisi, Emniyet müdürü ve diğer yetkililerden önlem alınmasını istedi. Dönemin başbakanı, İçişleri Bakanı, Başbakan yardımcısı ve parti liderleri de arandı. Yetkililerin “Korkmayın her türlü önlem alındı” sözlerinin aksine saldırı giderek daha vahşi bir hal aldı. Saldırganlar otelin önündeki araçları ters çevirip aldıkları benzinle Madımak Oteli’nin perdelerini tutuşturdu. Ozan Muhlis Akarsu, yazar Asım Bezirci, halk ozanı Nesimi Çimen, ozan Hasret Gültekin, şair Metin Altıok, karikatürist Asaf Koçak, şair Behçet Aysan, gazeteci Mehmet Kaynak, şair Uğur Kaynar, sanatçı Edibe Sulari’nin de aralarında bulunduğu 33 aydın ve sanatçı ile 2 otel görevlisi katledildi. Katledilenler arasında 12 yaşındaki Koray Kaya ile 14 yaşındaki ablası Menekşe Kaya, 16 yaşındaki Asuman ve 17 yaşındaki ablası Yasemin Sivri ile misafirleri Hollandalı üniversitesi öğrencisi Carina Cuanna da vardı. İtfaiye merdiveniyle kurtarılmaya çalışılan Aziz Nesin, merdivende darp edildi. Katliam yaşanırken dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, katliamdan sonra “Olay münferittir. Ağır tahrik var. Bu tahrik sonucu halk galeyana gelmiş... Güvenlik kuvvetleri ellerinden geleni yapmışlardır...” derken Başbakan Tansu Çiller de, “Çok şükür, otel dışındaki halkımız bir zarar görmemiştir” ifadesini kullandı. 15 bin kişi katıldı 123 kişi Ceza aldı Polis kayıtlarına göre olaylara 15 bin katıldı. Ancak çok sınırlı bir sayıya dava açıldı. Ankara 1 No’lu DGM’ye sunulan iddianamede olayların nedeni, “şenliklere katılanlar” olarak gösterildi, Aziz Nesin’in varlığı “eylemin hazırlayıcı sebepleri” arasında sayıldı. Yıllarca DGM ve bu mahkelerin kapatılmasının ardından ağır ceza mahkemelerinde devam eden davanın Yargıtay tarafından onaylanan kararında sanıklardan 33’ü ölüm cezası aldı; dördü 20 yıl, biri 15 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Firari sanıkların dosyalarının ayrıldığı dava sürecinde birçok skandal yaşandı. Firardayken kanser olduktan sonra döndüğü evinde ölen Cafer Erçakmak ile Yılmaz Bağ’ın ölümleri nedeniyle, diğer 5 sanığın dosyasını ise zamanaşımı dolduğu için düşürüldü. Sanıklardan İhsan Çakmak’ın firardayken 1997 yılında askere alındığı, Yılmaz Bağ’ın ise aranırken Kangal ilçesinde düğün yaptığı ortaya çıktı. Açılan davalardan 123 kişiye ceza verilirken, üzerinden 26 yıl geçmesine karşın katliamla ilgili hiçbir devlet görevlisi hesap vermedi. Katliamın arkasındaki örgütlü güç çözülemedi. BİR DAMLA GÖZYAŞI... EREN AYSAN ‘Önce ekmekler bozuldu’ demişti Oktay Akbal Ağabeyimiz. Neler yaşadık, neler gördük; unuttuk tökezleyen, kararan, sararan her şeyi. Babalarımızın öldürümünün ardından ülkece biriktirdiğimiz acılar kanatlanıp kuş olsa gökyüzünü kaplar. Ve kanı yerde kalan aydınlar hüzünle oradan bize bakar. O yüzden yalnızca kendi acımdan söz açmak, ne yalan söyleyeyim artık ayıp geliyor. Biz, kocaman acılar ülkesinin yaralı ceylanlarıyız. Kıyaslanan, ötekileştirilen, bir tarafça kutsallaştırılan öldürümleri değil, bütün öldürümleri içimde taşıyarak yazıyorum bu satırları. Başbağlar katliamında yavrusu öldürülen bir ananın gözyaşından taşıyorum. En iyi biz anlarız birbirimizi. Bir tek bunu biliyorum. Öte yandan, babamın öldürümünün üzerinden tam yirmi altı yıl geçti. Bir cinayetin, katliamın zihinlerde “eskimesi”ne yetecek kadar uzun bir zaman. Peki, bir ailenin yaşamı, eşini, kardeşini, babasını öldürenlerin ortaya çıkarılmasını istemekle mi geçer? Bunu ummakla, bir parça da olsa ümit etmekle mi geçer? Bu yolda devlet katında, hukuk katında derin ve uzun bir mücadeleyle mi geçer? Daha da fazlası varmış üstelik. Sıvas’tan öncesini görmüştük. Sonrasını da yitenlere tutunarak yaşadık. Gazi, Onat Kutlar, Ahmet Taner Kışlalı, Hrant Dink, Roboski, Tahir Elçi... say say bitmiyor. Nereye dokunsak bir acı, hüzün, anma sarıyor bizi. Önce sosyal medya tehditleri, ardından milli ve dini değerler üzerinden sistemli bir linç kültürü. Aşinayız. Şimdilerde ise canımızın bir parçası Canan’a (Kaftancıoğlu) uygulanan sosyal medya şiddetiyle ve ona dair nedense altı yıl sonra açılan davayla yaşıyoruz. Hınçla büyümedim Hayatım boyunca bir bilim adamı, yazar ve şair olan babam Behçet Aysan’ın yaşamında salık verdiği değerlere sadık kalmaya çaba gösterdim. Bilenmedim. Öfkelenmemeye, tersine anlamaya çalıştım. Hınçla büyümedim. O meşum günde bile katilden nefret edemedim. Çünkü ayaklanmaya kalkan cehaletin neler yapabileceğini görmek, anlamak, bu sağduyuyla yaşamak zorundaydım. Düşmanım otel yakanlar değil, onları bu duyguya sürükleyen anlayış ve cehaletti. Linç kültürünün Doğu toplumlarında nereye kadar uzanabileceğini görmezden hiçbir zaman gelemedim. Hindistan’da elli adamın saldırdığı, tecavüz ettiği, sonra ölüsünü bir ağaca astığı on üçünde, on dördünde genç kızları hatırlar mısınız? O kızlara “namussuz” diye saldıranların sizce duygusu nedir? Peki, kendi ülkesinde şairini, yazarını, ozanını yakan zihniyetin duygusu nedir? Bir parti genel başkanını linç etmeye, öldürmeye çalışmanın, avazı çıktığı kadar “yakın” diye bağırmanın garabeti nedir? Yirmi altı yılda değişmi Hayatım boyunca bir bilim adamı, yazar ve şair olan babam Behçet Aysan’ın yaşamında salık verdiği değerlere sadık kalmaya çaba gösterdim. Bilenmedim. Öfkelenmemeye, tersine anlamaya çalıştım. Hınçla büyümedim. O meşum günde bile katilden nefret edemedim. Düşmanım otel yakanlar değil, onları bu duyguya sürükleyen anlayış ve cehaletti. yor bir şeyler. Geriye hüzünlü bir ülke hikâyesi kalıyor yalnızca. Kötü ölüm babamın kapısını çaldığında henüz kırk dört yaşındaydı. Oysa “Sesler ve Küller” kitabını “Yüz yıldır güzel bir gelecek için seslere ve küllere, zincirlere ve ölümlere, bütün acılara...” adamıştı. 2 Temmuz saat 11.00 suları... Telefon çaldı. Babam Sivas’tan aradı, sesinde tuhaf bir tedirginlik: “Daha fazla kalmak istemiyorum, geleceğim.” Gelemedi. Akşam televizyonda “Sivas’ta Olaylar” başlığı. Önce “Yirmi iki yaralı var!” dendi. Saat on haberlerinden sonra, alt yazılar geçmeye başladı. Babam ölmezdi ki! Boşuna geliyordu bana yaşadıklarımız. Babam ölmezdi ki! Peki, niye tanıdığım yüzlerde hep gözyaşı vardı? Önce babamın muayenehanesine gittik. Televizyonda İçişleri Bakanı Mehmet Gazioğlu’nun açıklaması: “Ölenlerden ilk sekiz kişinin kimlik tespiti yapıldı, isimlerini sayayım.” Behçet Aysan dördüncü isim. Sessizlik deldi geçti bedenimi, hiçbir kıpırtı hatırlamıyorum. Spiker, “Sayın bakanım, ölenler arasında Behçet Aysan gibi başka yazarlarımız, sanatçılarımız var mı” diye soruyor, bakan birkaç dakikalık susuştan sonra “Evet!” yanıtını veriyor. Ben daha çok korkuyorum. Sonra adımdan bir fazlasını hatırlamıyorum, annem beni eve götürmüş olmalı. Sabaha kadar mavi odamda bekledim, babamı. Gelecek ve afacan bir mutlulukla koşacağım yanına. Oysa deneyimmiş bizi olgunlaştıran. Ölümün bile deneyimi... Gazetelerdeki, “Deneyimli overlokçu ya da ütücü aranıyor” ilanlarının sırrı bile bir tek kelimede bütünleşiyormuş. İçinde bilgiyi saklı tutan yaşam. Kapsayıcılığı kelimenin basitliğinden, uçsuz bucaksızlığından fazlaymış. Ertesi gün anneme bir bardak çay uzattım. Gördüm gözünde yaş yerine kan var. Büyüdü gözündeki kan pıhtısı. Günlerce, aylarca gitmedi. Bir kedi gibi incelikle mırıldanarak girdi odadan, çıktı odalardan. Bir gün ayağa da kalkamaz oldu, ağrıdan acıdan duramaz. Defalarca ameliyat masasına götürdüler annemi. O gideceği yeri bilerek ince bir çizgi gibi gülümsedi. Ölümünden bir gün önce saatlerce konuştuk. Sen olsan sen de severdin Kendini niye bu hale getirdin anne? İkimiz de biliyorduk artık geriye dönüşün ol madığını. Gittiği yolun çıkmaz bir sokakla birleş tiğini daha önce bilseydi, kendini korur muydu, sanmıyorum. Babamı çok mu sevdin anne? Sen olsaydın sen de severdin, dedi olan ca mahcupluğuyla, sarıldım ona. Kara gözlerine baktım, kaşlarına. Son konuşmalarımızdı bunlar. Sivas’ın anlamını soruyor kimileri. Sivas bir damla gözyaşında gizli. Biri kırk dört, biri kırk dokuz yaşında ölen iki insandan kalanlardır bun lar. Bir romanda okunsa “Türk filmi” gibi sulu sepken, akıl başa gelince de bizim ülkemizde olası bir kurgusu var denebilir pekâlâ. Peki, şimdi soracağım soruyu siz de hissede biliyor musunuz? “Biz bu ülkeye, bütün bunla rı hak edecek ne yaptık?” Ve bugünleri hazırlayanlar... Nefessiz bıraktınız bizi. Size ne kadar teşekkür et sem az. Daha fazlası için elinizden ge leni ardınıza koymayın! Daha çok ya kın, öldürün, boğazlayın! Faili belli cina yetlerde öldürülenlerin gözleri bırakmasın peşinizi! Katledin doğayı! Ağaçların iniltisi, kuşların çığlığı rüyalarınıza girsin! Belki o zaman çocuklarınıza nasıl bir dünya bıraktığınızı anlar da uykuları nız kaçar sonunda! Bizim gi bi nefessiz kalmanın acı sıyla dolanıp durursunuz EREN AYSAN öylece. YARIN: NESİMİ ÇİMEN’İN OĞLU MAZLUM ÇİMEN CUMHURİYET’E KONUŞTU Başkalarının takvimi, saati tutmaz bizimkiyle. Günler kala hatırlanır, herkes sizi ister, davet eder. Sadece birkaç gün sürecek ilgiyi önemser, gündemi kaçırmamak, mümkün olduğunca sesimizi duyurmak isterim. Söy tBeemnmimuzumleyecek söz çoktur. Zeynep Altıok Akatlı “Pir Sultan Abdal’ım bu dünya fani Baştan başa kim sürdü bu devranı Yârin bir çift sözü üşüttü beni Yüce dağ başında donmuşa döndüm” Temmuz takvimi başkadır. Yılın tamamında yüreğin arkasında sesizce bekler. Tüm bir yaşamı yönetmiştir 2 Temmuz, sanki tüm bir yılı büyük bir dengede tutmak ister gibidir. Yıl boyu zamanını bekler görünse de temmuz kendi içinde başlı başına bir yıl sürer. Temmuz saati de öyle. 2 Temmuz’a ayarlıdır. Yelkovan, haziran ortası gibi başlar dönmeye. Kor gibi bir ay. Tarih 2 Temmuz’a yaklaştı mı bir telaş kabarır yüreğimde. Sonra iyi yönetilmiş bir takvimle planlanmış programlar, peşi sıra açıklamalar, mesajlar. Büyük bir saygı ve sorumlulukla her yere yetişmeye çalışırım. Bir eksik bıraksam büyük bir huzursuzluk. Bir fazla olsun, oraya da yetişeyim dedikçe yükün ağırlığı ile büyük bir iç yorgunluğu. Başkalarının takvimi, saati tutmaz bizimkiyle. Günler kala hatırlanır, herkes sizi ister, davet eder. Sadece birkaç gün sürecek ilgiyi önemser, gündemi kaçırmamak, mümkün olduğunca sesimizi duyurmak isterim. Söyleyecek söz çoktur. Ama 26 yılın mekaniği, yol alamamışlığı, adalet savaşında hiç değişmeyen sonuçsuzluğu karşısında söylenmese de olur gibi görünen sözler söylenmese hiç olmayacak önemdedir. Mutlaka söylenmelidir, ben de büyük derin bir çukurun dibinden bağır bağır anlatırım. Konuşurken 26 yıllık söz vardır dilimde. Çoktur, uzundur, tatsızdır, kara ve umutsuzdur anlatılacaklar. Kendimden sıkılırım anlatırken çoğunluk. Bıktığımdan değil, yine aynı şeyleri tekrar etmekten utanırım. Ama ne kadar uzun da anlatsam sonunda hep kısa ve eksik kalır söyleyeceklerim, söylenmesi gerekenler. Toprağı sürmek gibi Temmuz takvimi çiftçinin mevsim takvimi gibidir. Öncesi örtülü olanı açmakla başlar. Toprağı sürmek gibi, kökleri açmak, kurumuşları temizlemek, yeni bir söz filizi edinmek için toprağa su vermek, emek emek uğraşmak gerekir. Sonra gün ağarmadan yollara düşmek, gün battığında yorgun yeni günü yakalamak. Sonrası ise yeni yıldönümüne hazırlanmak için etrafı saran yabani otları ayıklamak, içindeki çürümüşleri temizlemek, ayrıksı otlardan, yabanilerden iyice arınmak için anız yakmak ve nadasa bırakmak. Döngüyü korumak. O yıl don yaparsa, dolu yağarsa, vali yasak koyarsa, firari sanıklar serbest kalırsa imeceye başvurmak, seneyi çıkartmak ve yenisini kovalamak gerektir. Baştan başa devranı sürmek ve muktedire direnirken yârin sözüyle üşümek de vardır hep bu döngüde. Bu yıl temmuz takvimi Banaz’a gideceğim gün Çağlayan Adliyesi’nde bir duruşma takvimiyle kesişti. Acılar coğrafyasında 26 yıllık adaletsizliğe karşı çabalarken bana en büyük umudu veren can arkadaşım, yoldaşım Canan Kaftancıoğlu’nun haksız ve hukuksuzca 17 yıl hapis istemiyle yargılandığı düzmece davada, aldığı talimatla adeta gözü dönmüş bir hâkimin usule ait en basit kuralları bile yok saydığı salondaydık. 6 yıl önce o günün koşullarında ve gündeminde yine haksızlıklara, eşitsizliğe, şiddete, baskıya, ayrımcılığa karşı; yalnız bırakılanların, hedef gösterilenlerin, ezilenlerin sesi olmak için yazdıkları ile yargılanıyor Canan Kaftancıoğlu. Çünkü iç ve dış statükoya uymadı. Doğru bildiğini kendi gibi kalarak savundu. Temiz kalarak ve kendini değil toplumu önceleyerek kazanılabileceğini kanıtladı. Bağlamından, mesnedinden koparılmış, cımbızlanmış, çarpıtılmış hatta değiştirilmiş, üretilmiş tweet’ler suç delili olarak sunuluyor. “Bana en büyük umudu veren” dedim, çünkü yaşamını başkalarının acılarına kulak vererek, eşitlik ve adalet mücadelesine adamış olan Canan Kaftancıoğlu, 2 Temmuz Sivas Katliamı gibi Sabahattin Ali’den Hrant Dink’e kadar farklı zaman dilimlerinde fark lı şekillerde, ama hep aynı gerici, baskıcı, bağnaz anlayış tarafından vur emri verilmiş, öldürülmüş, katledilmiş aydınlarımızın faili meçhul bırakılmış tüm cinayet ve katliamların acılarını sarmak ve adalet talebini ortaklaştırmak üzere bir araya gelen ailelerin oluşturduğu Toplumsal Bellek Platformu’nu kurmuştu. Yolumuz böyle kesişti ilk. Sonrasında sayısız dava takip ettik, hak mücadelesi için destek vermeye çabaladık. Emekçilerin yanında olduk. Kumpas davalarını izledik, doğru bildiğimizi söyledik. Adalet mücadelesi verdik, vermeye devam ediyoruz. Nice insanla kesişti yolumuz. Bu yolda dönenler oldu, yorulanlar, kimi zaman korkanlar, çekilenler oldu azaldık ama yılmadık. Yârin bir sözüyle üşüdüğümüz, yüce dağ başında donduğumuz oldu. Davalarını gün gün takip ettiklerimizi davamızda göremediğimiz oldu. Bugün o tweet’leri eğip bükenleri de, bunlardan suç isnat eden akla hizmet edenleri de, gericiliği dayatırken cesareti esir alanları, başarıyı hazmedemeyenleri konuşmayacağım. Muktedirin niyeti de eylemi de şaşırtmaz bizi. Fırsatçıları yandaşları ise konuşuruz elbet zamanı geldiğinde. Sadece içime daima çok iyi gelen mücadeleci, kararlı, çalışkan, ilkeli, dürüst bir siyasetçiyi, bir Cumhuriyet kadınını yargı önüne taşıyanların neleri, hangi cinayetleri yargı önüne taşımadığını düşünmenizi isteyeceğim. Tam da Madımak Katliamı’nın 26. yıldönümünde isteyeceğim bunu. İnsan yakanları mağdur gören, bir insanlık suçunun zamanaşımına uğraması karşısında kan dondurucu bir soğuklukla “hayırlı olsun” diyen, her gün bir başkasını kendi prototipine uymadığı için hedef gösteren, kutuplaşmayı körükleyen, nefret iklimini meşrulaştıran bir “devlet” adamının talimatıyla yargılanıyor Canan. Cumartesi Anneleri saçlarından sürüklenirken, iş cinayetine kurban giden maden işçilerinin yakınları tekmelenirken, barış isteyen akademisyenler ihraç edilirken, gazeteciler tutuklanırken, oluyor bu yargılama. Tüm katilleri tutuksuz yargılanıp firar ettirilmiş katliamın davası 26 yıllık bir hayvan ölüsü gibi yerde yatarken oluyor. Katliamları yarıştıran, acılara kulak tıkayanlar, kelimelerden tahrik olup 17 yıl hapis isterken kelimelerden, düşüncelerden tahrik olup insanları diri diri ateşe verenleri zamanaşımı ile özgürleştirme peşinde. Sivas Katliamı’nın firari sanıkları üzerinden süren dava mesela zamanaşımına uğrayalı, sevk edildiği üst mahkeme işini yapmayalı 7 yıl oldu. Ama Canan Kaftancıoğlu’nun seçim sürerken sorumluluğu nedeniyle sağlıklı bir hazırlanma olanağı bulamadığı için talep ettiği süre reddediliyor. Hukuki zorunluluk olduğu için mecbur kalındığında ise sadece 15 günlük süre veriliyor. Öyle bir kindarlık! Umudumuz diri Temmuz takvimi akıyor. Temmuz saati kendi hızıyla dönüyor. Akreple yelkovan yarışta. Canan Kaftancıoğlu’nun davası 18 Temmuz’da görülecek. Ben 9 Temmuz’a kadar bir dizi etkinliğe katılacağım. Bu yıllık kendimi tekrar etmekten kurtuldum, bahsedecek yeni bir karanlığımız daha var. Ama bize işlemez. Umudumuz diri. İnancımız tam. İyi şeyler de oluyor. Banaz’da iyi insanlar bir aradaydık. Sözümüzü, türkümüzü, şiirimizi paylaştık. Yıldız Dağı’na baktık. Ha! Bir de tilki gördüm gece yolda. Öyle güzel bakıştık. Tilki görmek uğur sayılıyormuş. Öyle midir bilemem, ama iyi insanların hatta hayvanların gözüne bakmanızı tavsiye ederim. Temmuz 2019 Banaz ZEYNEP ALTIOK AKATLI
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle