19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 11 HAZİRAN 2019 SALI [email protected] TASARIM: SERPİL ÜNAY OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Demokrasinin son ışığı sönmemeli! Türkiye: Dârü’ltakıyye mi? PROF. DR. YAKUP KEPENEK Ülkenin gizli ve açık tüm haber kaynaklarının bağlı olduğu İçişleri Bakanı Soylu, sözlerine “Erdoğan’ın ülkesinde...” diye başlıyorsa, beğeninbeğenmeyin, hiç kuşkusuz bir gerçeği dile getiriyordur. Bu tanımlama doğal olarak Erdoğan demokrasisi kavramını da içerir. Erdoğan demokrasisi... Bilindiği gibi ya da bilinen demokrasilerde üç ana erk ya da yönetim gücü kaynağı vardır: yasama, yargı ve yürütme. Erdoğan demokrasisinde, yargı erki Başkan’a bağımlı kılınarak erk olmaktan çıkmış, tümüyle bir siyasal kişide toplanmıştır; o kadar ki, yargıda sözüm ona reform yapılacaksa onu da Başkan yapıyor. Çağdaş demokrasinin doğuşunda yaşandığı gibi yasama erki, esas olarak bütçe hakkı anlamına gelir. Salonunda “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir” diye yazılmasına bakmayın, bütçe hakkı Başkan’ındır ve dahası çoğunluğunun kimlerden oluşacağı Başkan tarafından saptanmış bir Meclis vardır. Bir başbakan ve ona bağlı bakanlardan oluşan bir yürütme erki yoktur; bu erk, tartışılmaz bir biçimde, aynı zamanda AKP’nin de genel başkanı olan Başkan’ındır. Bunlar yetmezmiş gibi, Başkan tüm kamu kurum ve kuruluşlarının başıdır: Devleti idari olarak denetleyen Danıştay; devletin parasal işlemlerinin yasal olup olmadığına bakan Sayıştay da Başkan’a bağlıdır; Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu, ülke ekonomisinde büyük ağırlığı olan kamu bankalarının yönetimine Başkan tarafından, bankacılıkla uzaktan yakından hiçbir ilgisi bulunmayan siyasetçilerin atanmasına bile ses çıkaramaz. Devletin derlediği istatistikler güvenilir olmaktan çok uzaktır. Eğitim, çocuğun ve gencin yaratıcı yeteneklerini geliştirmekten her gün biraz daha uzaklaştırılmaktadır. Düşünce ve ifade özgürlüğünün kökü kurutulmuştur; onlarca insan yalnızca düşüncelerini açıklamaları nedeniyle hapistedir; yine düşünceleri nedeniyle kamuda binlerce kişinin işine son verilmiş, ülke içinde ve dışında çalışma hakları ellerinden alınmıştır. Oysa çalışma hakkı, yaşama hakkının olmazsa olmazı, en temel insan hakkıdır. Kurumsal bağımlılık bağlamında, üniversitenin yüzde 100’ü; basınyayının yüzde 90’ı doğrudan doğruya ve kaskatı bir biçimde Başkan’a bağımlıdır. Örgütlenme özgürlüğünden ve örgütlü hak arama olanaklarının varlığından söz edilemez. Emek, sermaye ve meslek örgütlerinin çok büyük bir bölümü; cemaatlerin ve dinsel vakıfların tamamı Erdoğan’ın emrindedir. Emeksermaye ilişkilerinde sadece sermayenin dediği olur; her üç emekçiden biri kayıt dışı çalıştırılmaktadır; kıdem tazminatında biriken para işverenlere aktarılmaktadır; emekçiyi yarı köle yapan taşeron işçiliği yaygındır; çalışanlar, emeklilikte yaşa takılmaktadır. Kısaca, Erdoğan’ın ülkesinde tek kişiye bağlı ya da mutlak anlamda devletsermayeparti yönetimi egemendir. Böyle bir rejimin adı, olsa olsa Erdoğan demokrasisidir. Çok önemli bir nokta daha var: Erdoğan demokrasisi son bir yıldır, 24 Haziran 2018 seçimlerinden bu yana, tam olarak uygulanıyor. Yukarıda özetlenenlere ek olarak vurgulanmalıdır ki, son bir yılda, ülke ekonomisi oldukça ağır ve kısa sürede iyileşmesi beklenmeyen bir kriz süreci yaşıyor. Yine, son bir yılda ülke barıştan biraz daha uzaklaşmış bulunuyor. Bitmedi, izlenen dış politika, ülkeyi her gün biraz daha Ortadoğu’nun savaş batak lığının içine çekiyor. Dahası tüm bu sorunlar, kor kusuzca konuşulup yazılamıyor; Erdoğan demokrasisine yönelik en küçük bir eleştiri, eleştirenin kimliğine bakılmaksızın, FETÖ’cü, PKK teröristi, işbirlikçi hain olarak çok ağır suçlanmasına ve yargının bu amaçla harekete geçirilmesine neden oluyor. Sandığa da kıyamamalı! Bu ülkede, yakın yıllara kadar, körtopal da olsa, işleyen ya da çalışan bir demokrasi vardı. Bunu sağlayan belli aralıklarla, ancak mutlaka yapılan seçimlerdi, sandıktı. Demokrasisinin tüm eksiklerine karşın, Türkiye insanı, ülkenin yönetimini seçim yoluyla etkileyebileceği; kendi yaşamıyla ilgili bir şeyleri oy sandığı yoluyla değiştirebileceği kanısındaydı; sandıkta çözüm bulacağı umudunu hep taşıdı. Ancak 31 Mart yerel seçimleri sonrasında yaşananlar o sandık umuduna çok ağır bir darbe vurdu; vurmaya da devam ediyor. Gerçekte, İstanbul’da Ekrem İmamoğlu’nun kazanmış olduğu seçimlerin, Başkan’a bağımlı YSK araç yapılarak geçersiz sayılması, onunla birlikte Güneydoğu’da altı ilçe ve iki beldede sandık sonuçlarına göre kazanan belediye başkanlarının değil, ikinci olanların belediye başkanı yapılması, aslında Erdoğan demokrasisinin sandığa dayalı umutları da tamamıyla yok etme sürecine girdiğini kanıtlamaktaydı. Bu çerçevede YSK’nin İstanbul seçiminin yenilenmesine gerekçe gösterdiği ve tamamıyla kendi yanlış işlemi olan sandık başkanları ve kurullarının oluşumu konusu seçimlere çok az bir süre kalmış ve onca açıklama yapılmış olmasına karşın seçim hukuku uzmanlarının bile çözemediği tartışmalı durumunu koruyor. YSK sandığı, daha doğrusu seçim güvenliğini bir bilmeceye dönüştürmüş bulunuyor. Ülkenin geleceği açısından çok daha yıkıcı olarak Ekrem İmamoğlu’na yönelik eleştiriler yalnız FETÖ, PKK ile sınırlı kalmıyor, AKP’nin en yetkili ağızlarından Pontus, Rum, Konstantinapol gibi ırkçı suçlamalar dökülebiliyor; Trabzon milletvekili Ali Şükrü Bey’in Mart 1923’te öldürülmesine adı karışan Topal Osman’dan bile yararlanmak isteniyor. Üstelik bu ayrıştırıcı ve yıkıcı, ancak tamamıyla dayanaksız suçlamaları yapan kamu görevlileri yerlerini koruyor; onlara dokunulmuyor. Diğer taraftan AKP adayı, Kürt oylarını almak için Diyarbakır’da bu partinin hiç vazgeçmediği düşünce dönekliğinin görülmedik örneklerinden birini daha sergiliyor! Başkan ve adamlarının bugünlerde yaptıkları aslında halkın, kalan son umudu seçim sandığını da tamamıyla yok etmenin altyapısını oluşturuyor. Eğer İstanbul’u Başkan’ın adamı kazanırsa bu olay, 16 Nisan 2017’den bu yana sandıkta yapılanlar ve yaşananlarla birlikte, halkın elinde kalan sandık yoluyla iktidarı etkileme olanağının ya da imkânının da yok olduğunu kanıtlamış olacak, sandık umudu da tamamıyla ortadan kalkacaktır. Bu nedenle İstanbul seçmeni, bu ülkede gerçek demokrasinin yeniden filizlenmesi umutlarını yok etmemeli; İstanbul’da Erdoğan demokrasisinin kazanmasına kesinlikle izin vermemelidir. Gerçek demokrasinin yeniden yeşerebilmesi için İmamoğlu, üstelik çok büyük bir oy farkıyla kazanmalıdır. Çünkü, İstanbul kaybedilir ve böylece toplum sandıktan da hiçbir sonuç alamayacağı noktasına varırsa bu ülkenin yalnız siyaseti değil, tümü, bilinmezliğin karanlığına yuvarlanır. İstanbul seçimini tüm ülkede demokrasi umudunun son noktası yapan budur. ATATÜRK VE EĞITIM Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi “Takıyye” maddesi, Türkiye’de olup bitenleri, iktidar ile ABD, AB, Cemaat ve Kullanışlı Aptallar, “Yetmez Ama Evet”çiler ilişkisini güzel açıklıyor: (Bak:https:// islamansiklopedisi.org.tr/ takiyye) Ne demek “Takıyye”? (DİKKAT, Ben söylemiyorum) İslam Ansiklopedisi, ama bendeki asıl İslam Ansiklopedisi’nin (Leiden Baskısı) Türkçesi değil, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yayımladığı, tam İslam yerine İslam’ın bir yorumunu, bize empoze edilmek istenen Emevi İslam anlayışını, yansıtan Ansiklopedi: “Kişinin canına veya malına yönelik bir tehlike karşısında inancını gizleyip gerektiğinde aksini söylemesi anlamında bir terim.” HHH “...Kur’an’da, kalbi imanla huzur bulduğu halde küfür ve inkâra zorlanan kimsenin mâzur sayıldığını ifade eden âyetle (enNahl 16/106) Firavun’un tebaasından olup imanını gizleyen kimseden övgü ile bahsedilen âyetten (elMü’min 40/28) hareketle tehlike karşısında kişinin asıl inancını gizleyebileceği kabul edilmiştir... Rivayete göre ilk müslümanlardan (sic.)  Ammâr ile babası Yâsir ve annesi Sümeyye’yi müşrikler dinden dönmeye zorlamış, babası ile annesi bunu reddedince öldürülmüş, Ammâr ise eziyetlere dayanamayıp sözle inkârda bulunmuştur. Daha sonra durumu Hz. Peygamber’e bildirdiğinde Resulullah cebir karşısında böyle davranılabileceğini söylemiştir (Taberî, XIV, 237238; İbnü’lEsîr, IV, 131). Bu olay hakkında nâzil olan Nahl suresindeki âyet (16/106) benzeri durumlarda takıyye uygulamasının bir ruhsat (izin) sayıldığını teyit etmiştir.” HHH “Bununla birlikte cebirle karşılaşan bir müminin takıyyeye başvurmayıp ölümü tercih etmesi hemen bütün İslâm fırkalarınca daha üstün bir davranış olarak değerlendirilmiştir (Şerîf erRadî, V, 195196).” HHH Yalancılığın caiz olduğu ülke: “Sonraki dönemlerde bir kısım Hâricîler’in bulunulan ülkeyi “dârü’ttakıyye” (sic.) (yalan söylenen/ saklanılan ülke) ve “dârü’lalâniyye” (sic.) (aleni olunan/saklanılmayan ülke) diye nitelendirmeleri de onların bu konudaki tavrını belirtmektedir.” HHH Siyaset ve Din Üzerine Bir Emevi Yorumu: “Meydana gelen siyasal ve sosyal tatminsizlik takıyye yöntemiyle kontrol altına alınabilmiştir...” “...Diğer bir ifadeyle takıyye muhaliflere karşı uygulanan siyasî bir mahiyete bürünmüş, istenen sonuca ulaşabilmek için söylenen sözleri zâhir ve bâtın diye ikiye ayırıp ilkini herkesin, ikincisini ancak mezhep mensuplarının anlayabileceği bir terminoloji oluşturulmuştur.” HHH Yirmi Birinci Yüzyıl’da, AltıncıYedinci Yüzyıl’da bile tartışmalı olan politikaları izleyen iktidar, hiç kuşkusuz 23 Haziran 2019 seçimlerinde bunun bedelini ödeyecektir! YAŞASIN DÜRÜSTLÜK... KAHROLSUN YALANCILIK! HAMZA SAYKAN ADD Batıkent Şubesi Yönetim Kurulu Üyesi GELDİKLERİ GİBİ GİDERLER Yıl 1918... İstanbul İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan askerleri tarafından işgal edilmiş. Padişah Vahdettin işgal kuvvetlerine tam teslim olmuş. Mustafa Kemal Adana’daki görevinden alınmış ve İstanbul’a çağrılmış. Yanında yaveri Cevat Abbas olduğu halde 13 Kasım 1918’de Haydarpaşa’da düşman kuvvetlerini izlerken Mustafa Kemal’in ağzından üç sözcük çıkar: GELDİKLERİ GİBİ GİDERLER Bundan sonra yapılacak tek şey vardır; bu sözün gereğini yerine getirmek... Sonrasını hepimiz biliyoruz... Bandırma vapuru, Samsun, Amasya, Erzurum, Sivas, Ankara, Afyon, İzmir... Ve 30 Ağustos 1922 ve zafer... Bütün bunlar Haydarpaşa’da Mustafa Kemal’in söylediği üç sözcüğün ifade ettikleridir. Cumhuriyet tarihi boyunca da Cumhuriyetimiz çok zorlu günlerden geçti. Her defasında bundan kurtuluş yok sanısına kapılanlar oldu. Umutsuzluk, bezginlik ruhunu sardı pek çoğumuzun. En büyük yenilgi, yenilgiyi düşünsel planda yaşamaktır. İçinde bulunulan durum “ne kadar elim ve vahim olsa da” bir çıkışın olacağını akıldan hiç çıkarmamak gerekir. Tıpkı bugün olduğu gibi... Unutmayınız! GELDİKLERİ GİBİ GİDERLER Atatürk’ün en öne çıkan özelliği nedir derseniz, eğitimci yanıdır, derim. Bunu perçinleyen sözlerinin başında, “Eğitimdir ki, bir milleti ya özgür, bağımsız, şanlı, yüksek bir topluluk halinde yaşatır; ya da esaret ve sefalete terk eder” sözü gelir. İşte eğitimin gücünü vurgulayan önemli bir söz... Öğrencilerin iyi yetiştirilmesi Atatürk’ün olmazsa olmazıdır. 1621 Temmuz 1921’de Milli Eğitim Kurultayı’nda şunları söylüyor: “Geleceğe hazırlanan yurt çocuklarına, hiçbir güçlük karşısında boyun eğmemelerini, olanca güçleriyle, bıkmadan ve yılmadan çalışmalarını ve okumakta olan çocuklarımızın anababalarına da, yavrularının öğrenimlerini bitirmek için ellerinden geleni esirgememelerini öğütlerim.” Yine öğretmenler için 1 Mart 1923’te Meclis’i açış konuşmasında “Dünyanın her yerinde öğretmenler toplumun en özverili ve saygıdeğer insanlarıdır” diyor. Milletvekillerinin maaşının kaç lira olması gerektiğini soranlara “Öğretmenlerin maaşını geçmesin!” diyen yine odur. Eğitim Atatürk’ün yaşamında hep öncelikli olmuştur. Eğitime bu denli önem veren lider sayı sı dünyada enderdir. Bir toplantıda öğretmenlere şunu ifade ediyordu: “... en önemli, en temelli sorun, eğitim sorunudur. Bir ulusu özgür, şanlı, yüksek bir toplum olarak yaşatan da, köleliğe, yoksulluğa düşüren de eğitimdir.” Büyük Atatürk eğitime bu kadar önem verirken dil öğretimini de öne almayı ihmal etmiyordu. 910 Ağustos 1928 tarihinde Sarayburnu’nda şunları söylüyordu: “Çok işler yapılmıştır; bununla birlikte, bugün yapmak zorunda olduğumuz son değil, fakat çok gerekli bir iş daha vardır: Yeni Türk harflerini çabuk öğrenmelidir. Yurttaşa, kadına, erkeğe, hamala, sandalcıya öğretiniz. bu ödevi yaparken düşününüz ki, bir ulusun, bir toplumun yüzde onu okuma yazma bilir, yüzde doksanı bilmez; bundan insan olarak utanmak gerekir.” Eğitimin topyekün bir uğraş olduğunun bilinciyle Atatürk müzik eğitimini de öncelikleri arasında görüyor. Bunu ifade eden konuşmasında 1 Kasım 1934 tarihinde Meclis kürsüsünden dile getiriyor: “... Arkadaşlar, güzel sanatların hepsinde, ulus gençliğinin ilerletilmesini istediğinizi bilirim. Bu, yapılmaktadır. Ancak, bunda en çabuk, en önde götürülmesi gerekli olan Türk musikisidir. Bir ulusun yeni değişikliğinde ölçü, musikide değişikliği alabilmesi, kavrayabilmesidir.” Aynı şekilde spor da Atatürk’ün vazgeçilmezleri arasındadır. 1 Kasım 1937’de yine Meclis açış konuşmasında şöyle diyor: “... Her türlü spor çalışmalarını, Türk gençliğinin ulusal eğitiminin ana temellerinden saymak gerekir. Bu konuda, hükümetin, şimdiye değin olduğundan daha çok ciddi ve dikkatli davranması, Türk gençliğini spor bakımından da ulusal coşku içinde, özenle yetiştirmesi önemli tutulmalıdır.” Atatürk sadece yaşadığı yüzyılın lideri değildir. O geleceğe de uzanan bir liderdir. Her alanda yaptığı çalışmalar bunun en büyük kanıtıdır. Onun liderliğini yalnızca Türk ulusu kabul etmiş, benimsemiş değildir. Bütün dünya ulusları da onun yol göstericiliğinin etkisinde kalmıştır. Yine biliyoruz ki dünyada adına en çok kitap yazılan, araştırma yapılan lider Atatürk’tür. Bugün yine en çok ihtiyaç duyduğumuz şey, çalışkan olmaktır.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle