19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 1 HAZİRAN 2019 CUMARTESİ [email protected] TASARIM: BAHADIR AKTAŞ olaylar ve görüşler Tek doğrunun olduğu yerde sanat büyümez! Necdet Saraç ‘Geçen 16 yılda kültür sanat alanında istediğimiz yere gelememe konusunda hep iç geçiririm’ diyen Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “iç geçirmesi” İstanbul belediye başkanlığı seçiminin yenilenme kararından sonra sanat kültür dünyasından yükselen “Her şey güzel olacak” seslerinden anlaşılıyor ki, önümüzdeki günlerde daha da büyüyerek devam edecek. Dile kolay, Sayın Erdoğan İstanbul’u 25 yıldır, Türkiye’yi de 17 yıldır yönetiyor. Sağ ve muhafazakâr ideoloji, doğası gereği sistem içidir, değişimin yanında değil, daha çok statükonun (kurulu düzenin) yanındadır. Oysa sanat ve yaratıcılık doğası gereği, sisteme dahil olmayı, statükoyu reddeder, özgürlükçü ve aykırı olmayı gerektirir. Hal böyle olunca, sağın beslendiği topraklar, sanat kültür açısından oldukça kurak kalır. Sağın sanatı kurak kalınca, en önemli özelliklerinden biri, hatipliğinin gücü ile kitleleri motive etmek olan Erdoğan, işine gelse de, gelmese de solun ulusal ve evrensel ölçülerde sembolü olan Nâzım Hikmet gibi, Ahmet Arif gibi şairlerin “işine gelen” şiirlerini okur. Kongrelerinde, mitinglerinde Aşık Veysel ya da Neşet Ertaş türküleri çaldırır, Yunus Emre’nin felsefesini dillendirir... Nâzım Hikmet’in “Davet” şiirindeki “bu cehennem, bu cennet bizim” dizesinde “cehennemi” kaldırıp, yalnızca “bu cennet bizim” vurgusu yapsa da Erdoğan açısından gerçek budur... Kurulu düzenden çıkar sağlayan “sanatçıların” sayısının artmış olması, ağırlığını şarkı söyleyenlerin oluşturduğu sanatçıların iktidardan yana tavır almış olmaları bu gerçeği değiştirmez, tersine güçlendirir. Sanatçının kendisini sağda ya da solda tarif edip etmemesi de. Her kalıcılık da iktidara yakınlık ve uzaklık belirleyici olur. Örneğin bireysel olsa da protest merkezli arabeskin Orhan Gencebay, İbrahim Tatlıses gibi önemli isimlerinin iktidara yaklaştıkça üretimlerinin ortadan kalkması, etki alanların daralması tesadüf değildir. Tıpkı Yavuz Bingöl’de de olduğu gibi! Çünkü sanat iktidara, daha doğru bir ifadeyle statükoya yaklaştıkça tükenir, uzaklaştıkça güçlenir! Çünkü sanat özgürlük ister... Bundan dolayı, “Müzik haramdır” diyenleri, güzel sanatları reddedenleri baş tacı edenlerin, sanatın ve sanatçının aykırılığını görmeleri ve onlardan destek almaları mümkün olmaz. “Bunlar sanatı toplum için değil sanat için yaparlar, bunların sanatının içine tüküreyim” diyenlerin, Müjdat Gezen’e, Metin Akpınar’a terörist muamelesi çekenlerin, Nâzım Hikmet şiiri okuyup, Genco Erkal’ın oynadığı “Güneşin Sofrasında” oyununu yasaklayanların, satırla sergi basanların, uçak merdivenlerinde linç yaptıranların “iç geçirmeleri” bitmez... Belki de bu yaklaşımın bir sonucu sağcılar “sanatkültür” deyince daha çok “etliye sütlüye” karışmayan müzik sanatçılarını anlar. Toplumsal öfkeleri, tepkileri birey üzerinden harekete geçiren Arabesk ise, “Batsın bu dünya” dese de, “Bu devirde kimse, sultan değil, hükümdar değil, Padişah değil” dese de son tahlilde “sistemle hesaplaşmayı” göze alamadığı için daha çok “dalgakıran” rolü üstlenir! Tek doğru Bütün bunların arka planında yatan ise, bir yanıyla toplumsal ve siyasi kirlenme, diğer yanıyla da genel olarak dinin, özel olarak da siyasal İslamın kaçınılmaz bir şekilde “tekliği” ve “kayıtsız itaati” zorunlu kılmasıdır. Yapısı gereği “tek doğruya” dayanan din bu nedenle “birçok doğrunun” bir arada yaşayabildiği demokrasiyi reddeder. İnsan doğasına da aykırı olan bu tek doğru “hoşgörü” ile aşılmaya çalışılsa da, bu hoşgörü nerde başlayıp, nerede bittiği belli olmayan “tahammül sınırına” kadar gelir ve orada sona erer! Din tek doğruya dayandığı için bireyi birey olmaktan çıkarırken, demokrasi bireyi öne çıkarır! Dinin öne çıkmasını engellediği, “kul” yaptığı birey, yaratıcı, sorgulayıcı ve en önemlisi itiraz edici olamaz. Üretemez, aykırı ve özgürlükçü olamaz, tersine itaatkâr olur. Biadı zorunlu olarak değil doğal olarak benimser. İtiatın ve biatın olduğu ortamda da sanat yeşerip, boy vermez. Cumhuriyet döneminde sağdan çıkan önemli Nihal Atsız, Necip Fazıl gibi birkaç ismin olması ise bu gerçeği değiştirmez. Zira onların da en önemli özellikleri “aykırı” olmalarıydı... Demokrasi isteyen özgürlükçüler egemenliğin gökyüzünden yeryüzüne inmesi, siyasal İslamcılar ise egemenliğin gökyüzüne kalması için çaba gösterir... İlkçağdan bu yana mağaralarda çizimlerle başlamış sanatın siyasal İslamcı coğrafyada büyüyememesinin sebebi buralarda yatar, Afganistan’daki gibi kuş sesinin yasaklanmasına kadar gider... Erdoğan’ın artık kontrol edemediği ve daha da büyüyeceği görülen, “Her şey güzel ola cak” isyanının kökenlerinde kabul etmek istemese de bu gerçekler yatar... Türkiye’nin en iyi oyuncularından biri olan Füsun Demirel’in ifadesiyle “Kırmızı renkteki muhaliflerdenseniz size asla salon verilmese de” kurulu düzenin kaçınılmaz sonu değişmez. Tiyatronun, sinemanın, sanatın gün ışığıyla bir biçimde buluşması engellenemez... Erdoğan’ın istediği sanatçı profili Siyasal İslamcılar devletin, kamunun olanaklarını sanki kendi bahşettikleri olanaklar gibi düşündükleri için çok rahat, “sinemadaki düzenlemeler için bize geldiler, teşekkür ettiler, şimdi de bunlarla beraber şakşakçılık yapıyorlar” diyebilirler. Onlar sanatçının farklı düşünebileceğine, haksızlığa tavır alabileceklerini akıllarının ucundan bile geçirmek istemezler. “Sanatçı sanatıyla konuşur. Bu tür insanlara dalkavukluk yapmaz” derken de, aslında karşılarında bekledikleri “sanatçı profili” haktan hukuktan bahsetmeyen, haksızlığa ses çıkarmayan, dalkavuk ve saray soytarısı profillerdir! Erdoğan’ın, Bahçeli’nin, Nevşehir Belediye Başkanı’nın sanatçıların “Her şey güzel olacak” diyerek haksızlığa tavır almalarına yönelik tahammülsüzlüğünün, “Adaletinizin terazisini sileyim” diye sanatçılara küfreden AKP’nin YSK temsilcisinin tahammülsüzlüğünün arka planında bu vardır! Türkiye’de siyasi mizahın ölmesinin arka planında da bu yaklaşım yatar. Sabahattin Ali’lerin, Aziz Nesin’lerin, Rıfat Ilgaz’ların 1945’lerde 60 bin satan “Marko Paşa”sını anlamadan, 1980’lerde 500 bin satan GIRGIR dergisinin yok olmasını sorgulamadan bugünü anlayamayız! Bütün tartışmalı yanlarına rağmen karikatürleri çizilen, kendileri ile dalga geçilen skeçler yapılan Demirel’in, Ecevit’in, Erbakan’ın “hakaretten neden dava açmadıklarını” da anlayamayız. Bunu anlayamayınca Metin Akpınar’ın, Zeki Alasya’nın “Deve Kuşu Kaberası”nı da, “Yasakları”nı da, Kemal Sunal’ın, İlyas Salman’ın, Şener Şen’in siyasi içerikli komedi filmlerinin bugün bile neden bu kadar çok izlendiğini de anlayamayız! Bunları anlayamayanlar, kendi toprakları kuru, verecekleri her örnek defolu olduğu için, zorunlu kaldıklarından dolayı, mitinglerinde, toplantılarında, kongrelerinde Âşık Veysel’e, Nâzım Hikmet’e sahip çıkarlar, onlardan dörtlükler okurlar. Kendi dünyalarında, Kerbela’daki Hüseyin, Serez’deki Şeyh Bedrettin, Sulucakarahöyük’teki Hacı Bektaş, Yunus Emre, Konya’daki Mevlana, Sivas’taki Pir Sultan gibi önemli figürler olmayınca bu figürlere sahip çıkarlar... Bir dönemin kapanma sancıları Erdoğan’ın sanatçılardan sonra statlarda da yükselen “Her şey güzel olacak” seslerine yönelik de “Ya bu statları biz yaptık, biz. Bunlar yanlış yolda. Ama biz düzelteceğiz. Hepsi kayda giriyor” demesi boşuna değil, o da artık bir dönemin sonuna geldiğinin farkında. Artık ne heyecan yaratabiliyor, ne de hayal! Yaratıcılıkları yerlerde sürükleniyor, bu yüzden Ekrem İmamoğlu’nun yarattığı sloganını da, yaptığı vaadleri de çalma ihtiyacı hissediyorlar... Belli ki, bin yıldır bu topraklarda süren iki çizgi mücadelesi artık başka bir evreye sıçrayacak. İbn Rüşt’ün “aklı” İmam Gazali’nin “nakli” karşısında felsefik açıdan hep öndeydi ama artık günlük hayatta da öne geçmeye hazırlanıyor... Edebiyatta, müzikte, siyasette, felsefede, bilimde, tıpta siyasal İslamcılardan ulusal ve evrensel ölçülerde 5 kişi bile saymakta zorlandığımız ama yüzü değişime, özgürlüğe, eşitliğe dönük yüzlerce ismi rahatlıkla sayabileceğimiz ülkemiz, değişimi, sanatın ve kültürün özgürce serpilip gelişeceği yeni bir siyasal iklimi fazlasıyla hak ediyor. ‘Hayır, bunu siz yaptınız’ Demokrasi kaygısı olmadan, özgürlük istemeden, aykırı olmadan, haksızlığa karşı çıkmadan bir sanatçının iz bırakması mümkün değil... Yazıyı komünist ve savaş karşıtı ünlü İspanyol ressam Pablo Picasso’nun efsane olmuş ve bugünkü tartışmalara da ışık tutacak meşhur tavrı ile kapatalım: İspanya İç Savaşı sırasında kurulmuş olan İspanyol Cumhuriyetçi Hükümeti, o dönemde Paris’te yaşayan Picasso’dan destek isterler. Picasso’da faşizmin bombaladığı kenti resmeder ve ortaya savaşın acımasız yüzünü açığa çıkaran, bütün dünyada savaşa ve faşizme itirazın sembolü olarak görülen “Guernica” çıkar. Sene 1937’dir. Aradan birkaç yıl geçer, II. Dünya Savaşı sırasında Paris Nazi işgaline uğrar. Picasso, Gestapo tarafından sorgulanır ve sorgulamada Picasso’ya Guernica için “Bunu siz mi yaptınız?” diye sorulur, Picasso “Hayır, bunu siz yaptınız” der... İktidar blokunun demokrasi sınavı Gamze Akkuş İlgezdi CHP Genel Başkan Yardımcısı İstanbul Milletvekili Adalet ve Kalkınma Partisi ile Milliyetçi Hareket Partisi’nin (Cumhur İttifakı) oluşturduğu iktidar bloku ve Türkiye’yi içine çekmeye çalıştıkları antidemokratik düzen, bunun için attıkları adımlar demokrasiyi hazmetme kapasitelerinin ne denli sorunlu olduğunu ortaya koymaktadır. Demokrasiyi hazmetme kapasitesi, demokratik sürecin bütün aşamalarında onun ilke, kural ve etik değerlerine bağlı olmayı ifade eder. Bir partinin ya da bir iktidarın demokrasiyi hazmetme kapasitesi temel olarak seçimlerde aldığı sonuca duyduğu saygıya bağlıdır. Bugün Cumhur İttifakı’nın son seçim süreci öncesi ve sonrasındaki tavrı, söylemi ve davranışı demokrasi ile arasındaki makasın ne denli açık olduğunu ortaya koymuştur. Ancak bu durum halkın demokrasiye sahip çıkmasını engelleyememiş ve ülkenin en büyük kentlerine bahar gelmiştir. Seçim sürecinde Cumhur İttifakı’nın rakiplerine ve kendilerine oy vermeyen yurttaşlara yönelik “terörist”, “zillet” gibi hiçbir insani, vicdani, siyasi değere sığmayan negatif söylemi Türkiye siyasi tarihine geçmiş en kapsamlı antidemokratik kampanya olmuştur. İktidar bütün gücünü kullanıp, devleti, iktidarın bir aygıtına dönüştürmüştür. Kurumları özerk statülerinden ayrıştırarak kendine mahkum eden bu ittifaka karşı halk, geniş bir uzlaşma ekseninde bir araya gelerek, tarihi bir uyarıda bulunmuştur. Bunu görmemek, bunu kabul etmemek demokratik zihniyetle arasındaki orantıyı ortaya koymaktadır. Sadece İstanbul özelinde “İstanbul’da bir şeyler oldu” diyerek meşru bir seçime gölge düşürmek “demokrasiyi araç olarak gören” bir zihniyetin dışavurumudur. İktidar tükenmiştir Bugün ülkemizde demokratik değer, kurum, ilke ve süreçleri hiçe sayan bir iktidarla karşı karşıyayız. İçeride ve dışarıda toplumsal, siyasal ve diplomatik meşruiyetini yitirmekte olan bu iktidarın ülkemize verebileceği hiçbir şey kalmamıştır. Artık toplumsal rızayı üretemeyen, bunun için de daha da baskıcılaşarak varlığını sürdürmeye çalışan bu iktidara karşı demokrasiyi savunmak temel bir yurttaş sorumluluğudur. Çünkü Türkiye’nin Cumhuriyet öncesi ve sonrası ciddi bir demokrasi birikimi ve kapasitesi mevcuttur. 200 yıllık demokrasi mücadelesi, modernleşme çabası, kurumsallaşma seviyesi ve bunun arkasındaki entelektüel birikim hiçbir güç tarafından sıfırlanamaz. Son yerel seçimlerde ortaya çıkan tablo bunu bir kez daha göstermiştir. Yerel seçim sonuçları Türkiye’nin demokrasi birikiminin iktidarın bütün kuşatmasına rağmen ne denli güçlü olduğunu ortaya çıkarmıştır. Ancak Cumhur İttifakı bunu hazmetme kapasitesine sahip olmadığını geçen süre zarfında söylem ve eylemleri ile ortaya koymuştur. İktidar demokrasi sınavında, adalet sınavında gerekli ve yeterli seviyede olmadığını açığa çıkarmıştır. 2002 yılında ülkenin birikmiş tarihsel ve toplumsal sorunlarını çözmek adına iktidara gelen AKP bugün bütün iddialarından vazgeçmiş ve sadece bir kişinin bekası için mücadele etmektedir. AKP bir siyasi parti olmaktan çok uzağa düşmüştür... Ünlü düşünür Voltaire, Kutsal Roma İmparatorluğu ile ilgili şöyle bir değerlendirmede bulunur “Kutsal Roma İmparatorluğu ne kutsaldır, ne Roma’yla alakası vardır, ne de bir imparatorluktur.” Adalet ve Kalkınma Partisi’nin de, ne adaletle, ne kalkınmayla alakası vardır ne de bir siyasi partidir. Seçimlerde aldığı yenilgiyi anlamak ve demokratik tepkiyi içselleştirmek yerine belediye yetkilerini azaltmanın derdine düşmüştür. Tarihsel oluşum durmayacaktır Belediye meclislerini çalıştırmamak, belediyeleri mali ve idari vesayet altına almak ve bugüne kadar kullandıkları yetkileri yasa zoruyla elde etmek demokratik aklın, halk iradesinin kabul edebileceği bir durum değildir. İktidar blokunun Yüksek Seçim Kurulu üzerinde kurduğu baskı ve bunun sonucunda İstanbul seçimlerinin iptal edilmesi sadece bir hukuki garabet değildir. İktidar zoruyla halk iradesinin yok sayılarak, demokratik kurum ve kuralların geçersiz kılınmasıdır. Ancak 23 Haziran’da halkımız bir kez daha demokrasiye sahip çıkacaktır. Ülkemizin siyasi tarihinin öğrettiği en temel derslerden biri halkın iradesiyle inatlaşan hiçbir gücün bir geleceği yoktur ve olmamıştır. Böylesi bir durum demokrasi, özgürlük, eşitlik mücadelesinin güçlenmesine imkân taşıyacaktır. Zira halkımız demokratik kazanımlarının, Cumhuriyet değerlerinin farkında ve bunları sonuna kadar sahiplenmektedir. O nedenle her dönem kendi antitezini inşa ederek yola devam eder. Ülkemizde bu yolda mutlaka yürümeye devam edecektir. Niyazi Berkes’in belirttiği üzere, “Türkiye çağdaşlaşmasının geçmişinin inip çıkışlarına dayanak ileri sürüyorum ki, ne denli geri dönme çabaları olursa olsun hiçbiri tarihsel oluşumu durduramayacaktır. Tersine daha da ileriye itecektir.” Türkiye çağdaşlaşma yolunda büyük sıçramalarla yoluna devam edecektir.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle