17 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 4 MAYIS 2019 CUMARTESİ [email protected] TASARIM: SERPİL ÜNAY Tarihsel bir kavşakta yeni bir başlangıç için Gör, nasıl yaratılırım yeniden Namuslu, genç ellerinle (...) Bir umudum sende, Anlıyor musun? (Ahmed Arif) MUSTAFA GÜNAY Çukurova Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öncelikle bir durum saptaması ve değerlendirmesi yapmak uygun olur. Sonra ise yapılması gerekenlere yönelik öneri ve umutları dile getirmek yerinde olur. Demokrasiyle iktidara geldikten sonra, o koltuklarda sonsuza kadar oturmayı planlayanlara, kendi iktidarını toplumun ve devletin esenliğinden ve yararından öncelikli olarak görüp, uyguladığı politikalarla da bu şekilde yol almaya çalışanlara gereken cevabı demokratik süreçler vermiştir. Gerek tek tek bireylerin gerekse toplumların bazı sözleri söylemesi, bazı tepkileri ortaya koyması için beklediği bir eşik, aşılması gereken bir sınır vardır. İktidar sahipleri her şeye egemen olduklarını sanırken unutmaya başladıkları bir şey vardır. Ne kadar güce sahip olursanız olun, ne kadar baskı, yıldırma, çaresizlik ve boyun eğdirme çabalarını her yerde sürdürürseniz sürdürün; insanın aklına, vicdanına ve iradesine egemen olamazsınız. Eskiden bile gerideyiz Bir düşünün, çok eskilere gitmeye gerek yok, 2025 yıl öncesinin gerisindeyiz pek çok bakımdan. Bu nedenle içinde bulunduğumuz hal ve gidişat hepimizin sorumluluğuyla; düşünüş, tutum ve seçimleriyle ortaya çıkmış bulunmaktadır. Tarihsel olarak bakarsak, önümüze gelen çeşitli fırsatlar ve olanaklar olmuştu, demokratik değerleri yeniden güçlendirmek adına. Ama çeşitli nedenlerle toplumun ortaya koyduğu özgür, eşit, mutlu ve insanca yaşama arzusu ne yazık ki son yıllarda hak ettiği karşılığı görememişti. Şimdilerde ise tarihsel bir dönemde yaşadığımız düşüncesiyle, doğadaki bahar havasının toplumsal yaşamda da karşılığını bulabilmesi için yapılması gereken şeyler olduğuna inanıyorum. Bazı şeyler çok basit olabilir, ama birçok önemli şeyin göstergesi ve işaretidir. Ülkemizi ve insanımızı ilgilendiren ve etkileyen her şeyi yeniden düşünmek, çözümlemek ve yapacağımız değerlendirmeler ışığında “çağdaş uygarlık” doğrultusunda kesintiye uğratılmak istenen yürüyüşümüze her alanda devam et mek bize düşen tarihsel bir sorumluluktur. Bu durumla da ilişkilendirilebilecek küçük bir hikâyeyi paylaşmak isterim. “Herkes, Birisi, Herhangi Biri ve Hiç Kimse” adlı dört kişinin öyküsü. “Yapılması gereken çok önemli bir iş vardı ve herkes, birisinin bu işi yapacağından emindi. Gerçi işi herhangi biri de yapabilirdi ama hiç kimse yapmadı. Birisi buna çok kızdı, çünkü bu iş herkesin işiydi. Herkes, herhangi birinin bu işi yapacağını düşünüyordu. Sonunda herhangi birinin yapabileceği bir işi hiç kimse yapmadığı için herkes, birisini suçladı.” Daha önce başardık Yüzyıl önce bu coğrafyada bağımsızlığını, özgürlüğünü gerçekleştirmek ve onurlu varoluşunu sürdürmek için yola çıkanların çocukları olduğumuzu hiçbir zaman unutmayalım. Biz nasıl bu toprakların esenliği ve geleceği için hayatını bu uğurda feda edenleri saygı, sevgi ve özlemle düşünüyorsak, bizleri de sonraki kuşakların saygın biçimde hatırlayabilmeleri her şeyden önce bugün neler yaptığımıza ve yapabileceğimize bağlı değil midir? Zamanın ve tarihin aynasında kendimize bakarken yapacağımız sorgulama, yüzleşme ve değerlendirme, insan ve yurttaş olarak gerçekleştirebileceğimiz olanakları da göz önüne koyabilecektir. Son yıllarda yoğun biçimde yaşayıp payımızı aldığımız haksızlıklar, adaletsizlikler, zulümler, şiddet politikaları, ölümler, umutsuzluklar, beyin göçleri (gönül göçleri de), sürgünler, hukuksuzluklar, kayırmacılıklar, yolsuzluklar, dincilikler, mezhepçilikler, Cumhuriyet düşmanlıkları ve daha nice şey, bir daha yaşanmasın istiyorsak, bunu gerçekleştirmek hepimizin elinde bir olanaktır. Bir ülkede namusluların en az namussuzlar kadar cesaretli ve etkin olmasının ne kadar önemli ve gerekli olduğu bir kez daha anlaşılmıştır. Yine toplumun ortaya koyduğu duruş, ulusal egemenliğin kişilerden üstün olduğunu göstermiştir. Umutsuzluktan umut, baskılardan özgürlük ve bağımsızlık, karanlıklardan aydınlıklar yaratmak elimizdedir. Bu noktada hem geçmişe hem de geleceğe insan ve yurttaş olarak borçlu olduğumuzu da unutmamak gerekir. Bu ülkeyi biz hem atalarımızdan miras hem de çocuklarımızdan ödünç aldık. Bu nedenle “bir ağaç gibi tek ve hür/ve bir orman gibi kardeşçesine” yaşamak için, yeni bir başlangıç olsun bu bahar... 1 Mayıs ve sendikalar Şükrü KARAMAN Gazeteci İşçi ve memur sendikaları bu yıl da 1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü’nü farklı illerde kutladı. Çalışanların ve emeklinin devasa sorunlarının çözümü için siyasi iktidara ortak mesaj vermeleri gerekirken emeğin kutsal günü olan 1 Mayıs’ta bile bir araya gelemediler. Türkİş Kocaeli’nde, DİSK, KESK, TTB ortaklaşa İstanbul’da, Hakİş ve MemurSen yine birlikte Şanlıurfa’da alanlarda oldu. Türkiye KamuSen ise Samsun’da etkinlik düzenledi. En son 2010 yılında Taksim’de ortak miting gerçekleştiren sendikalar, 9 yıldan bu yana bir araya gelemiyor, Anadolu’nun çeşitli illerinde 1 Mayıs’ı kutluyor. Taksim Meydanı’nda 1977 yılındaki etkinlikte vahşi karanlık saldırıda 35 kişinin yaşamını yitirmesinin ardından 1 Mayıs’a emek karşıtı bazı çevrelerin olumsuz propagandası ile korku ve gerilim günü olarak bakıldı. Ancak sağduyulu, barıştan ve emekten yana işçilerin kutlamaları ile kaygı yerini ilerleyen yıllarda doğal olarak bayram coşkusuna bıraktı. Gölge düşürmediler Kutlamaları sabote etmek isteyen art niyetli kişiler zaman zaman kendini gösterse de işçiler ve sendikalar bunları hep dışladı, 1 Mayıs’a gölge düşürmelerine engel oldu. Zaten artık 1 Mayıs gerginlikten sıyrılıp, emekçilerin alanlarda taleplerini haykırdığı, eşi ve çocuğu ile halay çektiği, coşkulu bayrama dönüştü. Günümüzde işçinin, memurun, emeklinin, milyonlarca dar gelirlinin sorunları ortak ve yıllardır çözüm bekliyor. Bu sorunlara karşı birlikte hareket etmeleri gereken emek örgütleri ne yazık ki, 9 yıldan bu yana ayrışıyor, bir araya gelemiyor. Kıdem tazminat fonunun kurulmak istendiği, aylık ve maaşların enflasyon karşısında giderek eridiği, günde beş emekçinin canını alan iş cinayetlerinde Türkiye’nin dünya şampiyonluğuna koştuğu, sosyal güvence ve sendikadan yoksun kaçak işçi çalıştırmanın varlığını sürdürdüğü, çocuk işçiliğinin yaygınlaştığı ortamda sendikaların ortaklaşa 1 Mayıs’ı kutlayıp, toplumsal sorunlara karşı birlikte mesaj vermeleri gerekmez mi? Ama nerede. Yine farklı illerde, yine ayrışma. Zaten giderek kan yitiren sendikacılık, bu ayrışmadan ötürü daha da örseleniyor. Bırakın ortak hareket etmeyi, üye sayılarını artırmak için karşılıklı birbirlerinin örgütlü olduğu yerlere saldırıyorlar. Türkiye’yi bugüne değin Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) düzenlediği çalışma konferansında temsil eden Türkİş’in yeniden temsil edilmesi tartışılıyor. Geçen yıl Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın kararı ile Türkiye’yi temsil eden MemurSen’in gönderilmesi ILO Genel Kurulu tarafından eleştirilmişti. Bu yıl sendikalar arasında yine uzlaşma yok. Bakalım nasıl anlaşacaklar? Doğrusu ILO’da Türkiye’yi işçi sendikalarının temsil etmesi. Geçen yıl, bakanlığın kararını protesto amacıyla Türkİş, DİSK, KESK ve Türkiye KamuSen ILO toplantılarına katılmamıştı. Özeleştiri yapılmalı Hem, memur sendikaları yeraltında çalışan madencilerin, karayollarında yaz kış demeden emek harcayan ulaşım işçilerinin, ya da sokaklarda temizlik yapan belediye emekçilerin sorunlarını ne denli anlatabilir, hakkını savunabilir? Asli görevi üyelerinin sorunlarına çözüm bulmak olan sendikalar, bunları bir yana bırakıp, “Kimin üyesi daha fazla”, “İşyerlerinde o yetkili, hayır ben yetkiliyim” gibi nedenlerle karşılıklı salvo yarışına giriyor. Aslında sendikalar karşılıklı atışma yerine 14 milyona yakın işçiden salt 1.5 milyonu aşkınının sendikalı olmasını sorgulamalı, özeleştiri yapmalı. Bakanlık verilerine göre, sendikalaşma oranı yüzde 12 düzeyinde olsa bile toplam işçi sayısına göre düşük. Toplam 13 milyon 844 bin işçiden 1.5 milyonu sendika üyesi. Oysa Avrupa ülkelerinde sendikalaşma oranı ortalama yüzde 15 düzeyinde. Toplam işçi sayısına göre hayli düşük sendikalı işçilerin oranı. Her işçi, memur anayasal hakkını kullanarak hiçbir baskı ve yıldırma ile karşılaşmadan istediği sendikalara üye olmalı. Sendikalar demokrasinin olmazsa olmaz kurumlarıdır. Bağıtladıkları toplu iş sözleşmesi ile üyelerine önemli oranda ücret ve sosyal hak artışı sağlıyor, işverene karşı işçinin her türlü yasal haklarının güvencesi oluyor. Bülent Ecevit’in Çalışma Bakanlığı döneminde işçiye kazandırdığı sendikalaşma hakkını günümüzde çalışanların çoğunluğu yeterince kullanamıyor. Ya işveren baskısı ya işten atılma korkusu ya güvensizlik ya da başka nedenlerden ötürü sendikalaşmaya soğuk bakıyorlar. Emekçinin korkusunu, kaygısını gidermek sendikaların temel ödevi. İşçilerin, haklarını koruyacak bir sendikaya üye olması, sendikasız olmaktan her daim daha yararlı ve kazançlıdır. İşçi ve memur sendikaları birbirlerinin üyelerine saldırma yerine ortada duran potansiyel çalışanları üye yaparak sayılarını artırmalı. Böylelikle hem sendikalar hem çalışanlar hem de sendikalaşma oranı artan Türkiye kazanır. Tüm emekçilerin 1 Mayıs bayramı kutlu olsun. OLAYLAR VE GÖRÜŞLER ‘Mumcu ailesi gibi tuğla çekiyoruz’ MATTHEW CARUANA GALIZA Ayda birkaç kez annemin cinayetini soruşturan kişiyle aynı odada oturmam gerekiyor. Ailemiz onu ilk defa 6 yıl önce annemi tutuklamaya geldiğinde görmüştü. Annem başbakan adaylarından biriyle ilgili mizahi bir yazı yazmıştı ve destekçilerinden biri annemi polise şikâyet etti. Bu yüzden gecenin bir yarısı evimize elinde gözaltı emri olan bir polis gönderildi. Ben o sırada dünyanın diğer ucunda çalışıyordum ve insanlar bana annemin gece 01.30’da, babamın gömleğini giymiş halde karakoldan çıkışını gösteren videoları gönderiyordu. Birkaç saat sonra annem yeniden kendi internet sitesinde gözaltına alınması, yeni başbakanın kendine güvensizliği ve gözaltına alındığı sıradaki görüntüsü hakkında alaycı yazılar kaleme alıyordu. “Gecenin bir vakti cinayet büro polisi evime beni tutuklamak için geldiğindeki dağınık görüntüm için özür dilerim. Böyle durumlarda saçınızı taramak, pudra ve allık sürmek ya da güzel giysiler seçmek aklınıza gelen en son şey” diyordu annem. Şimdi o gece annemi gözaltına alan dedektif, annemin cinayet soruşturmasını yürütüyor. Öldürüldüğü gün annem Daphne Caruana Galizia hükümetten bir bakanın emriyle dondurulan hesabını geri almak için bankaya gitmek üzere arabasına binmişti. 53 yaşına yeni girmişti ve 30 yıllık gazetecilik kariyerinin zirvesindeydi. Sürücü koltuğunun altına yerleştirilen yarım kiloluk TNT uzaktan kumandayla infilak ettirildi. Hükümet yanlıları annemi hedef alan suikastı göstere göstere kutladı. Bu bana Türkiye’de Ermeni gazeteci Hrant Dink’in öldürülmesini kutlayanları hatırlattı. Diğerleri ise cinayeti benim planladığımı ya da annemin isteyerek kendi hayatını tehlikeye attığını söyledi. Buna benzer bir iftira Suriye’de yakalanan ve kafası kesilen Amerikalı muhabir James Foley için de atılmıştı. Ağır bir görev Bu cinayetler neden bu kadar önemli? Kardeşim, Avrupalı diplomatların bulunduğu bir toplantıda, “Gerçeklerin ve fikirlerin serbestçe dolaşımı, gazetecilik mesleği daha adil ve özgür toplumlar yaratıyor” demiş ve eklemişti: “Daha zengin ve daha dirençli toplumlar, başka bir ifadeyle yaşamaya değer toplumlar.” Annemizin ölümünden sonra her tür insandan bize ulaşan pişmanlık, üzüntü ve destek mesajları tek ışığımız oldu. Bir keresinde bir arkadaşım bana şöyle demişti: “İyi insanlar her yerde; onları bulman gerek.” Açık ve özgür bir toplumda, herkese eşit uygulanan yasalarla, insan haklarına saygı içinde yaşamak arzusu evrensel. Ama her arzuda olduğu gibi bu sıcak ya da soğuk olabiliyor. Öldürülen Maltalı gazeteci Daphne Caruana Galizia’nın oğlu Matthew Caruana Galiza, cinayet soruşturmasında karşılarına ‘örülen duvardan tuğla çekme’ çabalarını anlattı. Toplumlarda hastalık gibi bizimle birlikte yaşayan birkaç kötü adamın ipleri ellerine aldıklarını görmekte genellikle geç kalıyoruz. Erkek kardeşlerim ve babamla birlikte, annem öldüğünden beri ağır bir görev yüklendik. Annemiz için adalet, cinayetin aydınlatılması ve bir daha bunun gibi cinayetlerin olmamasını sağlamak... Şimdi başka şeyler için pek zaman yok. Aile arasında dertleşirken, özellikle yetkililerin herhangi bir çaba göstermemelerine ve tembelliklerine tahammülümüzün nasıl azaldığını konuşuyoruz. Alaycı tavırlarına ve tembelliklerine saldırıyla karşılık vermemek için kendimizi zor tutuyoruz. İnsan haklarını öğretmek 1993 yılında Ankara’da uğradığı suikastta hayatını kaybeden araştırmacı gazeteci Uğur Mumcu’nun çocukları bana, babaları bombalı bir saldırıda öldürüldüğünde polis şefinin (Dönemin Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar) onlara “Öyle bir iş ki, bir duvar gibi... Bir tuğla çekersek duvar yıkılır” dediğini söyledi. Buna annelerinin (Güldal Mumcu) yanıtı “Çekin o zaman” olmuş. (Güldal Mumcu, Ağar’ın “Çekemem” yanıtı sonrası “Çekin, kenara çekilin”, “Yapamam” ifadesini kullanması sonrası “O zaman çekerler, altında kalırsınız” demişti.) Annemizin ölümünden bu yana biz de bunu yapıyoruz. İlk başlarda prensibim elimizden gelenin en iyisini yapmaktı. Şimdi ise sürecin hedef kadar önemli olduğunu düşünüyorum. Sadece devletin görevini yapmasını ve adaletin yerini bulması için baskı yaparak bir kültür değişimine zorlamaya ve ifade özgürlüğüne saygı gösterilmesini sağlamaya çalışıyoruz. “Özgür olmama hastalığını” yok etmek ve bu süreçte dünyaya insan haklarına saygıyı öğretmek için çaba harcayanların arasına katıldık. Maldivler’de 2017’de evinin önünde bıçaklanarak öldürülmeden 5 gün önce yazar Yameen Rasheed bize “Özgürlük vicdan özgürlüğüyle başlar” demiş ve şu soruyu sormuştu: “Aklınızda bu temel özgürlük olmadan diğer özgürlüklerle ne yapacaksınız?” Annemin öldürülmesinde olduğu gibi Rasheed cinayeti de ülkelerimizde bu özgürlüklere saygı olmadığını gösterdi. Özgürlük mücadelesini yürütmek sadece öldürülen ya da hapse atılan gazetecilerin yakınları, aile üyeleri, sevdikleri, sevgilileri ve dostlarına ait olmamalı. Büyük sorumluluk bize düştü ama bunu yalnız başımıza taşıyamayız. Bunun için her yerde iyi insanların bize katılmasına ihtiyacımız var. Bizim gibi çok kişi olduğunu biliyorum. Hatırlayın, Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın her yerde seveni vardı. Ama bir kişi, ölümünü isteyecek kadar nefret ediyordu, bunu da yaptırdı. Annemin de aralarında olduğu bütün bu cinayetlerde, gerçekten sorumlu olan kişilerin ceza alması konusunda devletler ciddi çaba harcamıyor. Nihayetinde, Malta’dan kamu soruşturması açılmasını talep ederek ülkenin en önemli gazetecisinin öldürülmesini engellemek için ne yaptığını anlamak amacıyla ilk tuğlayı çekmeye başladık. Sonra diğer tuğlayı çekmeye girişeceğiz. Her gün, ‘keşke annem kendi ülkesi için bu fedakârlığı yapmamış olsaydı’ diyorum. Şimdi hayatta olmasını dilerdim. Ama cezaevine konulması insan hakları tarafından “korkunç” olarak nitelenen Azeri gazeteci Hatice İsmailova’nın dediği gibi “Eğer gerçekten seviyorsak, sevdiklerimizin kendileri olmaları isteriz. Daphne de buydu. Savaşçı ve bir kahraman.” Annem, ölümünün Malta ve dışında binlerce kişiye kahramanlığıyla ilham verdiğini asla bilemeyecek. Ama ben bu kahramanlıkların her birinin bir şekilde, diğer cesur gazetecileri annemin kaderinden koruduğuna inanmak istiyorum. BBC Türkçe’den alınmıştır. DANİMARKALI ÖĞRENCİLER CUMHURİYET’TE Bir grup Danimarkalı lise öğrencisi dün gazetemizin Şişli’deki merkez binasını ziyaret etti. Genel Yayın Yönetmenimiz Aykut Küçükkaya ile görüşen öğrenciler ve öğretmenleri, gazetemiz hakkında bilgi aldı. Küçükkaya’ya siyasi gün dem ve yerel seçimlerin ardından oluşan tabloyla ilgili sorular yönelten öğrenciler daha sonra müzemizi gezdi.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle