18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
DİZİ EDİTÖR: ÇAĞDAŞ BAYRAKTAR TASARIM: BAHADIR AKTAŞ 928 MAYIS 2019 SALI ‘Sizi ben bile kurtaramam’Demokrasiden ayrılmanın tehlikeli olduğuna dikkat çeken İnönü, Meclis’te tarihi uyarıyı yaptı Söyleşimizin ilk kısmında, 27 Mayıs dönemi tanıklarından Doktor Alev Coşkun’la Kayseri ve Uşak olaylarından Tahkikat Komisyonu’nun kurulmasına kadar olan dönemi konuşmuştuk. Bugün ise Tahkikat Komisyonun’dan 27 Mayıs’a giden süreci ve sonrasını konuşacağız. Tahkikat komisyonunun Anayasa’ya aykırı olduğu söyleniyor. Kimileri de Meclis’in komisyon kurma yetkisi olduğunu, bu nedenle hukuksuzluk olmadığı söylüyor. Bu konuda tartışma var. Bunun bilimsel yanıtını ünlü anayasa hukuku Hocası Prof. Dr. Ali Fuat Başgil vermiştir. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil, Fransa’da eğitim görmüş bir anayasa hukukçusudur. Kendisinin anayasa hukuku alanındaki bilgi birikimi çok güçlüydü. Muhafazakâr, hatta DP’ye yakın görüşlere sahipti. Ancak doğru bildiğini söyleyen, sırf ideolojik nedenlerle doğru bildiğinden sapmayan bilge bir hukukçuydu. 28 Nisan olayları İstanbul Üniversitesi’nde patlak verince o günkü Milli Eğitim Bakanı Atıf Benderlioğlu Prof. Başgil’i Ankara’ya davet ediyor. Kendisi bir gün sonra Ankara’ya gitti. Hatıralarında yazıyor. (Kitabın ismi “27 Mayıs İhtilali ve Sebepleri”.) Çankaya Köşkü’nde akşam yemeğinden sonra yapılan toplantı çok önemlidir. Anılarında bu toplantıyı olduğu gibi yazmıştır. Bu sayfalardan aynen aktarıyorum: “Toplantıda hazır bulunanlar: Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes, Meclis Başkanı Refik Koraltan, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil’e bu toplantıda sorulan soru şudur: Tahkikat Komisyonu kurulması anayasaya aykırı mıdır? Hocanın verdiği cevabın özeti şudur: “Meclisler Tahkikat Komisyonu kurmaya yetkilidirler. Anayasaya göre Tahkikat Komisyonu kurulabilir. Ancak 27 Nisan 1960 günü Meclis’te kabul edilen ‘Tahkikat Komisyonu Yetkileri Hakkında Kanun’ anayasaya aykırıdır.” Daha sonra Cumhurbaşkanı Bayar, “Bu vaziyet karşısında ne yapmalıyız” diye sordu. (s.133) Cevap: “Son derece ihtiyatlı davranmayı tavsiye ederim. Önce anayasaya tamamen uymadığına göre, Salâhiyet Kanunu’nun hükümlerini uygulamamalısınız. Bu bakımdan tekrar gözden geçirilmesi için kanunu derhal Meclis’e geri göndermelisiniz. Bilhassa gençliğe karşı çok sert tedbirlere başvurmamalısınız” (s.134) oldu. Cumhurbaşkanı Bayar’ın yanıtı şöyledir: “Ben hiçbir şekilde bu görüşe katılmıyorum. Bilakis, son derece sert davranmak ve tahrikçileri örnek olmak üzere cezalandırmak lazımdır. Hükümet makamlarının çalışma tarzı şimdi böyle olmalıdır’. ” ‘Tenkit değil tenkil zamanı’ Bu konuyu Prof. Dr. Başgil kitabında şöyle anlatıyor: “Burada hafif bir yanlış anlaşılma oldu. Bayar fikrini izah için suçluları çok sert ve ibret teşkil edecek bir şekilde cezalandırmak manasına gelen Arapça asıllı, ‘tenkil’ kelimesini kullandı. Tenkil ve tenkit kelimeleri arasında söyleniş itibarıyla büyük bir benzerlik olduğu için, iyi anlayıp anlamadığımdan emin değildim. Tenkit kelimesi, yalnız ‘Critique’ (eleştiri, uyarı) manasına geliyordu. Bu sebeple, Reisi Cumhur’dan açıklamada bulunmasını istedim. Reisi Cumhur biraz kızgın bir şekilde, tenkit zamanı çoktan geçmiştir, şimdi tahrikçileri tenkil zamanıdır diye cevap verdi.” Başgil, Bayar’ın bu kelimeyi, “eleştiri yapan, protesto yapan üniversite öğrencilerinin kökünü kazımak anlamında kullanıldığını” belirtiyor. (s.134) Bunun üzerine Prof. Başgil aşağıdaki yanıtı veriyor: “Sayın Cumhurbaşkanı bu düşüncenize katılamayacağım. Mevcut düzeni bozanlara karşı muhakkak bir önlem alınabilir. Ancak bunun yerinde ve zamanında alınması gerekir. Kanımca memnuniyetsizlik hareketi orduyu da sarmaya başlamışsa nazik bir mesele ortaya çıkar...” (s.135) n Toplantıda hazır bulunanlardan dönemin Başbakanı Menderes’in, Prof. Başgil’in sözlerine yaklaşımı ne oldu? ‘Öğrencisubay Kucaklaşması’ Ali Fuat Başgil, Cumhurbaşkanı ve toplantıda bulunanlara İstanbul Üni 27 Mayıs döneminin canlı tanığı Coşkun, sürecin perde arkasını belgelerle anlatacağı kitabının hazırlıklarına başladı. “İSMET PAŞA ‘YAPMAYIN’ DERDİ” n DP çizgisinin kayıtsız şartsız destekçisi ve bugün de takipçisi olan bir kesim, 27 Mayıs ile İnönü’yü ilişkilendirmekte. İnönü üzerinden de 27 Mayıs’ı yapan ve Menderes’i asan bir CHP profili resmedilmekte. İnönü ile 27 Mayıs’ı gerçekleştiren kadro arasında bir ilişki var mıdır? İnönü’nün idam kararlarına yaklaşımı ne olmuştur? İnönü’nün 27 Mayıs öncesindeki söylemleri ortadadır. Yanlış bir yolda ısrar eden DP’yi defalarca uyarmıştır. Çünkü toplumsal tepkiyi görüyordu. Uyarıları yaparken de asla bir askeri müdahalenin içerisinde bulunmayacaklarını da belirtmiştir. Zaten Milli Birlik Komitesi Başkanı Orgeneral Cemal Gürsel’in, 28 Mayıs’ta “Size karşı kusurluyuz Paşam! Hareketimizi daha önce haber veremedik” demesi, yine Gürsel’in 28 Mayıs’taki basın toplantısında İsmet Paşa’nın 27 Mayıs’la ilişkisi olup olmadığına dair sorulan soruya “Asla. Eğer İsmet Paşa’ya daha önce bu meseleyi açsaydım yapma diyecekti” demesi her şeyi açıkça ortaya koymaktadır. İdam kararlarına gelecek olursak, İnönü bu kararlara net bir şekilde karşı çıkmıştır. Bu kapsamda Milli Birlik Komitesi üyesi Ahmet Yıldız’a, ölüm cezasının onaylanmamasını, onaylanırsa İsmet Paşa olarak bu kararın karşısında duracağını belirtti. Bununla da kalmayıp Milli Birlik Komitesi Başkanı Cemal Gürsel’e mektup yazdı. Mektupta da ölüm cezalarının infazından vazgeçilmesi gerektiğini belirtti. İdam kararları üzerine aynı gün içerisinde iki kere Başbakanlık’a gitti. Fakat bu çabası sonuç vermedi. versitesi bahçesinde 28 Nisan 1960 ti: “Demokratik rejim günü öğrencilerin yaptıkları protesto istikametinden ay gösterilerini de anlattı. Bu hareketin rılıp ülkeyi bas normal bir eleştiri olduğunu belirtti. kı rejimi haline Özellikle, protesto eden öğrencilerle, götürmek teh onları önlemek için hareket eden as like bir şey keri birliklerin başındaki subayların dir. Bu yolda birbirleriyle karşılaştıklarında subay devam eder lar ve gençlerin birbirleriyle kucaklaş seniz, sizi ben tıklarını da anlattı ve bunun son dere bile kurtara ce önemli olduğunu söyledi. mam.” Başbakan Menderes, “Hocam bu Bu konuşma çıkmazdan kurtulmak için ne yapma nın yayımlanma lıyız” diye sordu. (s.135) sı derhal yasaklandı. Ali Fuat Başgil’in cevabı: “Bu soru Konuşma her ne kadar ga nuz beni son derece ağır bir sorumlu zetelerde yayımlanmadı ise de tek luk altına sokuyor ancak çekinmeden sirle, daktilo ile çoğaltılarak bütün düşüncemi söyleyeceğim” oldu. Türkiye’ye yayıldı. Kısaca Başgil, bir an önce hükü Bu durumlar, İstanbul ve Anka metin istifa etmesi ve ılımlı kişiler ra Üniversitesi öğrencilerini hareke den yeni bir hükümet kurulması öne te geçirdi. 27 Nisan 1960 günü, İstan risinde bulundu. Hatta muhalefetten bul üniversitesi Tıp Fakültesi Öğren de 12 kişi alarak bir koalisyon kurul ci Derneği’nin Beyazıt Beyaz Saray masını önerdi. Menderes bu düşün Salonu’nda yapılan kongresi polisler ceyi hemen uygulamak istedi. Ancak, tarafından basıldı, öğrenciler dövül “dere geçerken at değiştirilmez” diyen dü. O gece 27 Nisan 1960, İstanbul’da Bayar buna engel oldu. ki bütün öğrenci yurtlarında şu haber n Sonrasında olaylar nasıl sonsuz bir acelecilikle bü gelişti? tün öğrenciler arasın Sonrasında Mec da yayılıyordu. “Ya lis görüşmeleri ve rın üniversite bah özellikle Tahkikat çesinde 913 ara Komisyonu’nun sında bir miting çalışmaları yapılacak.” nın yayımlan 28 Nisan ması yasaklan 1960. 1. sınıf dı. O gün İnönü, amfisinde, ku Meclis’te önemli rulan Tahkikat bir konuşma yap Komisyonu’na tı. Kendisinin ve gönderme yapıp, CHP’nin ihtilalden ge “Hukukun bittiği yer lip demokrasiye geçtiği de hukuk okunmaz” diye ni, ihtilal yapmalarının olanaksız olduğu İstanbul Üniversitesi’nde polisin öğrencilere uyguladığı orantısız güç so rek ateşli bir konuşma yapan hukuk öğ nu, kurulacak böyle nucu, yüzlerce öğrenci yaralandı. rencisi rahmetli Nu si bir komisyonun de ri Yazıcı kürsüden mokrasilerde yeri olmadığı için “gayri iniyor, binlerce öğrenci yürüyerek or meşru” olduğunu, TBMM üzerinde bir ta bahçeye çıkıyordu. baskı dönemi getireceğini belirtti. Ve Orta bahçe tıklım tıklım dolu, hey şu ünlü cümlesi Meclis zabıtlrına geç kelin önünde İstiklal Marşı söyleyen gençlerin üzerine, polisler coplarla saldırıyorlar. Eli tabancalı polisler büyük hukuk âlimi İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Sıddık Sami Onar’ı tartaklıyorlar ve yerlerde sürüklüyorlar. Polisler, üniversite bahçesindeki gençleri Beyazıt Meydanı’na sürdü. Meydanda polisin aşırı güç kullanımı devam ediyordu. Bu arada Malatya doğumlu Orman Fakültesi öğrencisi 20 yaşındaki Turan Emeksiz kurşunlara hedef olarak devrim şehidi oldu. Yüzlerce üniversiteli genç yaralandı. Hukuk Fakültesi öğrencisi Hüseyin Onur, Tıp Fakültesi’nden Mevlüt Kurtoğlu, Hukuk Fakültesinden Cengiz Ballıkaya, Kenan Özten, İktisadi ve Tıcari İlimler Akademisi öğrencisi Hüseyin Irmak ağır yaralılar arasındaydı. Haseki Hastanesi’ne getırilen Hüseyın Onur’un sol kasığından kan fışkırıyordu. Kurşun damarı delmişti. Hüseyin Onur, sol bacağı dipten kesilerek yaşama döndürülebildi. Kenan Özten’in, ayağı tankın paletleri arasında ezilmişti, ölümden zor kurtuldu. Bütün gençlik “Hürriyethürriyet” diye bağırıyordu. Gençlik olayları, 29 Nisan 1960 günü Ankara’ya sıçradı. Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencileri zulme karşı başkaldırıyordu. Fakülte binası polis kurşunlarıyla taranıyordu. O hafta içinde sıkıyönetim, İstanbul’daki bütün öğrencileri, gemilere ve trenlere bindirerek ailelerinin yanına gönderdi. Ama gösteriler İstanbul ve Ankara’da 26 Mayıs’a kadar kesilmeden sürdü. Gençliğin hareketleri toplum içinde de yankılarını buluyordu. n 27 Mayıs ile diğer askeri müdahaleler arasında farklar var mıdır? Varsa bunlar nelerdir? Siyasal yaşamımızda sonuca ulaşmış 3 tane askeri darbe olmuştur. 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980. Bunlar aynı torbaya konu lup değerlendirilemez. 27 Mayıs gençlik ve halk kitlelerinin yaptıkları bir siyasal harekettir. 27 Mayıs’ı yapan 38 kişilik asker grubu, emir komuta zinciri içinde değildiler. Albay, yarbay, binbaşı, yüzbaşı ve üsteğmenlerden oluşuyordu. 27 Mayıs hareketi çok ilerici bir anayasanın, 1961 Anayasası’nın yapılmasını sağladı. 1961 Anayasası, 27 Mayıs askeri harekâtının beraatı”dır(aklanmasıdır). Bu anayasa, Türk toplumunun binlerce yıllık tarihi içinde yarattığı en ilerici anayasadır. Çağdaş, laik, insan haklarına, hukukun üstünlüğü ve sosyal devlet ilkesine bağlı bir anayasadır. Böylesi ilerici bir anayasanın yaratılması, 27 Mayıs’ı diğer askeri müdahalelerden ayırmıştır. 12 Mart ve 12 Eylül, 27 Mayıs’ın getirdiklerini durdurmak, özgürlükleri geri almak amaçlarını taşıyordu. Bu nedenle 27 Mayıs gerek toplumsal dayanakları, gerekse yaratılan çağdaş ve devrimci anayasası nedeniyle tutucu ve hatta karşıdevrimci 12 Mart ve 12 Eylül’le bir tutulamaz... Bu anayasa, insan haklarını temel almıştır, hak ve özgürlüklere en üstün değeri vermiştir, sosyal devlet ve hukukun üstünlüğü ilkesini benimsemiştir ve bu ilkeleri yaşama geçirmiştir. Planlı kalkınma düşüncesini, kuvvetler ayrılığını, iki meclisli yasama organını ve Anayasa Mahkemesi’ni getirmiştir. Laik devlet ilkesine ve “Kuvayı Milliye ruhu”na dayalı bağımsız Türk devleti ilkesini ön plana çıkarmıştı. Bu nedenle 27 Mayıs diğer askeri müdahalelerden çok farklıdır ve 1961 Anayasası, 27 Mayıs’ın ölmez eseridir. BİTTİ idamlar, 27 mayıs’ın kazanımlarını gölgede bıraktı n 27 Mayıs sonrasında gerçekleşen ve 27 Mayıs’ın kazanımlarını gölgeleyen idam kararları var. Bu kararlar bugün, topyekun bir 27 Mayıs karşıtlığına zemin oluşturuyor. Bu konudaki düşünceleriniz nelerdir? 27 Mayıs, çok başarılı bir ürün olan 1961 Anayasası’nı Türk toplumuna kazandırdı. Ancak Yassıada kararlarlarından; üç eski siyasinin idam edilmesi ile ilgili kısım, kamuoyu vicdanını zedeledi. 27 Mayıs’ın kazanımlarının konuşulmasını kısıtladı. Bu karar kapsamında onbeş kişi idam cezasına çarptırıldı. Oniki kişinin idam cezası önce müebbet hapis cezasına çevrildi, sonra af ile bu kişiler serbest bırakıldı. Fa kat idam cezasına çarptırılanlardan dönemin Başbakanı Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ın cezaları infaz edildi. Bu kararın alınabilmesinde etkili olan duruma da kısaca değinmemiz lazım. Milli Birlik Komitesi kendi içinde ikiye bölünmüş ve gücünü kaybetmişti. İlk etapta bu komiteye kabul edilmeyen bazı subayların da içinde bulunduğu, Talat Aydemir’in öncülüğünde Silahlı Kuvvetler Birliği adlı bir komite daha kurulmuştu. İdam cezalarını savunan ekip bu ekipti. Silahlı Kuvvetler Birliği, Milli Birlik Komitesi üzerinde cid di bir baskı kurdu. Hatta oylama öncesinde baskıyla Milli Birlik Komitesi üyeleri Muzaffer Yurdakuler, Ahmet Yıldız ve Mehmet Özgüneş’in idam konusundaki fikirlerinin değişmesinde rol oynadılar. Böylece oylamadaki denge idamların kabulü yönünde değişti. Bu kişiler sonrasında verdikleri karardan pişman oldular ama bu hiçbir şeyi değiştirmedi. Doğru olmayan bu idamlar sonucu yaratılan mağduriyet, 27 Mayıs’ın toplumsal, hukuksal, kültürel ve ekonomik kazanımlarını gölgede bıraktı. Hatta belli kesimlerce bu kazanımları tartışmaya açtı. Yanlıştı. İsraf ekonomisi: İktidardan tasarruf olmaz! Başta İstanbul ve Ankara olmak üzere, AKP’nin kaybettiği belediyelerdeki bütçe dökümü, ekonomimizin neden dara düştüğünü ortaya koyuyor. Bunu Saray’ın bütçesiyle birleştirince, yorum da gerekmiyor! İstanbul’da toplumun kutsal saydığı değerler üzerinden örgütlenen vakıfların, belediyelerden aldığı para 800 milyon lirayı geçiyor. 31 Mart’tan önceki yönetimin buna getirdiği tek açıklama şu oldu: “Bu vakıflara nakdi olarak verilen bir şey yok!” Bu durumda şu soru ortaya çıkıyor: Peki ne olarak veriliyor? Zira işin bu yanı da ayrıca açıklanmaya muhtaç; İstanbul’un çok değerli gayrimenkullerini kimler kullanıyor? İddia düzeyini aşıp, kesin rakam verilerek yapılan değerlendirmelere göre; İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde kayıtlı 6 bin lüks aracın izine rastlanamadı, 30 bin de bankamatik memuru var.  Buna karşılık sıfır masraflı, halk diliyle her gün para basan İSPARK’ın cirosu 351 milyon, kârı 1 milyon!  Bir de atıl duran dev yatırımlar var; örneğin Formula1 pisti otopark olarak kullanılıyor! Ankara’da da benzer tablo söz konusu. Yıllardır Ankara’daki ağaçlandırmada ithalatın tercih edilmesi hep tartışılır, rakamlar da tam olarak bildirilmez. Mansur Yavaş’ın koltuğa oturmasıyla birlikte, rakamlar da gün ışığına çıkıyor. Örneğin en çok 2 liraya alınacak bir çalı bitkisinin faturası 13 lira! Kırşehir’den Ardahan’a, Devrek’ten İpsala’ya Türkiye’nin pek çok yerinde ciddi bir israfın ve borçlanmanın olduğu ortaya çıktı. Bütün bunlara mantıklı bir açıklama beklemek hakkımız. HHH Cumhurbaşkanlığı’nın örtülü ödenek harcamalarına bakınca insanın aklına Anadolu’da sık kullanılan şu söz geliyor: En tepedeki dökerse, aşağıdakiler saçar! Görünen o ki, iyi saçıp savurmuşlar... Sadece örtülü ödenek tablosu bile israf ekonomisinin görünmeyen yüzünü ortaya koymaya yetiyor. 2002’den bu yana iktidarın kullandığı örtülü ödeneğin toplamı 15 milyar lirayı buluyor. İlk yıllarda birkaç yüz milyonla başladılar, giderek milyara ulaştılar.  Bir karşılaştırma olarak verelim; AKP’den önce ülkeyi yöneten 4 hükümetin 14 yıllık örtülü ödenek harcaması toplam 200 milyon liraydı. Bunun da yaklaşık yarısı Öcalan’ın Türkiye’ye getiriliş sürecinde harcandı. Bugün ise örtülü ödenekten günde 8 milyon lira harcanıyor.  Açık yapılan harcamalar bu kadar tartışmalı iken örtülünün yorumunu okura bırakalım... “İtibardan tasarruf olmaz” denilerek yapılan harcamalar artarken, emeklilere maaş bağlama oranlarını sürekli düşürmek, emeklilikte yaşa takılanları takmamak, Türkiye’ye ne kadar itibar sağlar? HHH Yerelden genele iktidarın icraatına şu ad verilebilir: İsraf ekonomisi... İsrafın ekonomisi mi olur demeyin. Olur. İsraf, etrafında bundan beslenenleri yaratır. O israfın yapılmasını sağlayan bir oligarşik yapı oluşur. İsraftan besleneler elbet bu düzenin değişmesini istemezler. Yukarıdan aşağıya her kat kendi çapı ölçüsünde israf ekonomisine katılır. Bu sistemde halk sürekli fakirleşirken onlara verilecek bedava bir mal “çok kıymetli” ve “vazgeçilmez” olur. Bedava sirke baldan tatlıdır, örneği. Bu sistemde iş dünyasının tepesindeki takım da israf ekonomisinin ihalelerinden ve genel nimetlerden payını alır; böylece onlar da sesini yükseltmek istemez. Koşullar aynı değil ama özü benzer... Arjantin’de Peron için kullanılan bir tanımlama vardı: Çok zenginlerin ve çok fakirlerin diktatörü! Her iki kesim de çok seviyordu Peron’u! Çok zenginler sistemden payını katlayarak alırken, çok fakirlere takılan ad şuydu: Gömleksizler! Türkiye’ye dönelim... 2002’de gayrisafi milli hasılanın yüzde 35’ini emeğiyle geçinenler alıyordu; maaş ve ücret olarak. Bu oran geçen yıl yüzde 17’ye düştü. İsraf ekonomisinde halk fakirleşir, iktidar ve çevresi zenginleşir! Aslında “itibardan tasarruf olmaz” sözünü AKP şöyle yorumlamış: İktidardan tasarruf olmaz! Bu düzen değişmeli...
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle