22 Kasım 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 1 MAYIS 2019 ÇARŞAMBA gorus@cumhuriyet.com.tr TASARIM: SERPİL ÜNAY OLAYLAR VE GÖRÜŞLER YSK kıskacında seçim hukuku: 31 Mart 2019 yerel seçimleri PROF. DR. KORKUT KANADOĞLU Girne Üniversitesi Anayasa Hukuku I. Giriş Seçimler, kamu gücünün uygulanmasında ilk ve en temel demokratik meşruluk aracıdır. Seçim denetimi, egemenin iradesinin yanıltılmamasının garantisidir. Seçim denetiminin konusunu yalnızca oy verme sırasındaki eylemler oluşturmaz; partilerin aday göstermeleri dahil olmak üzere tüm seçim hazırlıklarından seçim sonuçlarının tespitine kadarki her faaliyeti kapsar. Örneğin seçim çevrelerinin belirlenmesi, usule uygun aday gösterilmesi, kamusal ve kamusal olmayan makamların seçimleri meşru olmayan şekilde etkilemeleri, oy verme sırasındaki yanlışlıklar ve oyların sayılması ve ilanı da seçim denetimine girer. Tüm bu aşamaların açık ve şeffaf biçimde gerçekleşmesi gerekir. II. YSK üzerindeki anayasal kuşkular 31 Mart 2019 yerel seçimlerinde Yüksek Seçim Kurulu (YSK) hem oluşumu hem de verdiği kararlarla pek çok hukuksal tartışmaya neden oldu. Seçimden hemen önce mevcut YSK üyelerinin görev sürelerinin bir yıl uzatılmasını öngören yasal düzenleme, Anayasa Mahkemesi (AYM) tarafından “seçimlerin dürüstlüğü ile yargı bağımsızlığı ilkelerine aykırı bir yönü bulunmadığı” gerekçeleriyle Anayasa’ya uygun bulunmuştur. Bu gerekçelerin doğruluğunu YSK’nin verdiği kararlar üzerinden sorgulayabiliriz; 1. 31 Mart yerel seçimleri öncesinde verdiği kararla YSK daha önceki yanlış tutumunu sürdürerek Cumhurbaşkanını, kendi atadığı bakanlarından ayrı tutmuş ve 298 sayılı Kanun’un 65. maddesinde öngörülen propaganda yasaklarından muaf kılmıştır (19.12.2018 tarih ve 1119 sayılı karar). Partili Cumhurbaşkanı seçim öncesinde Anayasa’nın kendisine tanıdığı yetkileri en yoğun bir biçimde kendi partisi lehine kullanarak, yine Anayasa’nın 103. maddesi uyarınca ettiği tarafsızlık yeminine aykırı davranmıştır. Böylelikle siyasi partiler arasındaki şans eşitliği ilkesi açıkça ihlal edilmiştir. 2. YSK, 31 Mart yerel seçimlerinde özellikle İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçim sonuçlarına AKP ve MHP tarafından yapılan olağan ve olağanüstü itirazlar sonucu verdiği kararlarla gündeme geldi. On üç günlük olağan itiraz süreci neticesinde YSK, AKP’nin talebi doğrultusunda İstanbul’un tüm ilçelerindeki 321 bin geçersiz oy da dahil olmak üzere 7 ilçedeki tüm oyların tekrar sayılmasına karar verdi. YSK, çuvallar açıldığı gerekçesiyle başlanan sayımın sonuçlandırılması gerektiğine hükmetti. Oysa 298 sayılı Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanun’un 112’nci maddesine göre, “gerekçesi ve delili olmayan yazılı itirazlar 31 Mart 2019 yerel seçimlerinde YSK hem oluşumu hem de verdiği kararlarla pek çok hukuksal tartışmaya neden oldu. Serbest seçim hakkı, bu hakkın korunması kapsamında seçim güvenliğinin sağlanmasına özel önem vermekteyse de YSK’nin uygulamaları, seçim güvenliğini sağlamaktan büyük ölçüde uzaklaşmıştır. incelenmez.” Dolayısıyla bir sandıkta yapılan sayım esnasında oyun geçersiz olduğuna ilişkin tutanağa geçmiş bir itiraz yoksa, itiraz dilekçesinde de başkaca herhangi bir somut delil ve kanıtlayıcı belge bulunmadığı takdirde daha sonra seçim kurullarına yapılacak “geçersiz oy” itirazlarının dinlenmemesi ve geçersiz oyların yeniden sayımlarının da yapılmaması gerekir. Nitekim YSK’nin bugüne kadarki uygulamaları da bu yönde olmuştur (25/06/2018 tarih ve 904 sayılı karar). Yine YSK Başkanı S. Güven; “İtiraz edilmeyen yerlerde mazbatalar veriliyor veya verilme aşamasında” demekle dolaylı yoldan itirazın mazbata vermeye engel olduğunu vurgulamıştır. Oysa 30 Mart 2014 tarihindeki Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı seçimleri neticesinde M. Gökçek itiraz süreci devam etmesine karşın 5 Nisan tarihinde mazbatasını almıştı. YSK, M. Yavaş’ın itirazına ilişkin kararını ise 9 Nisan 2014’te vermişti. YSK, AKP tarafından Büyükçekmece’de seçimin iptali ve yenilenmesi talebiyle verilen 9 Nisan 2019 tarihli olağanüstü itiraz başvurusunun görüşmesini erteleyerek, siyasi iktidarla birlikte ortak karar alıyormuş izleniminin doğmasına yol açmıştır. Zira Kurul, Büyükçekmece’de verilecek kararın İstanbul seçimini doğrudan ilgilendireceği gerekçesiyle, 11 Nisan’da başvuruyu erteleme kararı almış ve AKP’nin İstanbul için yapacağı ‘olağanüstü itiraza’ kapı aralar bir pozisyona düşmüştür. 3. Nihayet OHAL KHK’leri ile kamu görevinden ihraç edilmiş olup da, belediye başkanlığı seçimlerini kazananlara mazbatalarının verilmeyerek ikinci en çok oyu alanlara verilmesine ilişkin kararıyla YSK üyeleri, yukarıda belirtilen hukuka aykırı, tutarsız ve öngörülemez kararların da ötesine geçerek kendi görev sınırlarını tümüyle aşmış ve kanunun açık hükümlerini uygulamamışlardır. Bu karar ile kendisini kanun koyucu yerine koyan YSK, görevini kötüye kullanmıştır. Bu tespiti gerekçelendirmek gerekirse; öncelikle KHK ile ihraç bir OHAL tedbiridir ve ancak OHAL süresince geçerlidir. İkincisi, YSK, yasal dayanağı olmayan bir karar alarak, seçme ve seçilme hakkını ihlal etmiştir. Zira 2972 sayılı Mahalli İdareler ile Mahalle Muhtarlıkları ve İhtiyar Heyetleri Seçimi Hakkında Kanun, belediye başkanı seçilme ehliyeti konusunda 2839 sayılı Milletvekili Seçimi Kanunu’nun 11. maddesine yollamada bulunmuştur. 2839 sayılı Kanun’un bu maddesinde “kamu hizmetinden yasaklılar”ın seçilemeyecekleri belirtilmiştir. Kamu hizmetinden yasaklılık ise TCK md. 53 gereği ancak somut bir suç işlenmesi halinde söz konusu olabilecektir. Böylelikle YSK hiçbir mahkeme kararı olmaksızın seçme ve seçilme hakkının kullanılmasını engellemiştir. Üçüncü olarak adaylıkları YSK tarafından başlangıçta kabul edilmiş bu kişilere mazbataların verilmeyerek ikinci gelen ve çok daha düşük oy almış olanlara mazbatanın verilmesi, “oy verenlerin meşru beklentisine” aykırı biçimde seçmen iradesinin hiçe sayılması, en azından yanıltılması anlamına gelecektir. III. Belediye Başkanı Sıfatının Kazanılması / Seçimlerin Yenilenmesi İstemleri 1. Belediye başkanı sıfatının hukuken ne zaman kazanılmış olduğu sorusu da gündemi meşgul etmektedir. Bu konudaki temel düzenleme olan 2972 sayılı Kanun’un, “Belediye başkanlıklarına seçilenlerin tespiti” başlıklı 22/2. maddesi şu şekildedir: “Büyükşehir belediye başkanı seçimlerine ilişkin ilçe birleştirme tutanakları ilçelerden il seçim kuruluna gönderilir. İl seçim kurulu tarafından bu tutanaklar birleştirilerek en çok oy alan aday, büyükşehir belediye başkanlığına seçilmiş olur.” Olağanüstü itirazı düzenleyen 298 sayılı Kanun’un 130/2. maddesinde de bu hükme paralel olarak “tutanağın düzenlenmesinden” söz edilmektedir. Bu yasal düzenlemeler gereği il seçim kurulunda “birleştirme tutanağı” hazırlandığında kişi belediye başkanı sıfatını kazanmış olmaktadır. Seçim sonuçlarına itiraz edilmesi ve bu itirazların seçim kurullarınca görüşülmesi bu kişiye seçildiğine dair bir tutanak (yani “mazbata”) verilmesine engel değildir. İ. Kaboğlu, S. Batum, M. Günday ve S. Kanadoğlu da aynı görüştedirler. Buna göre E. İmamoğlu, seçim sonuçlarına yapılan itirazlardan bağımsız olarak İl Seçim Kurulu’nun “birleştirme tutanağını” hazırlayıp ilan ettiği 1 Nisan günü itibarıyla “Büyükşehir Belediye Başkanı” sıfatını kazanmıştır ve 298 sayılı Kanun’un 130/2. maddesi uyarınca bu “tutanağın düzenlenmesinden sonra (7) gün içinde seçimin neticesine müessir olaylar ve haller sebebiyle yapılan” olağanüstü itiraz süresi de 8 Nisan itibarıyla sona ermiştir. Bu durumda AKP tarafından 17 Nisan günü yapılan olağanüstü itiraz, YSK’ce daha esasa girmeden süre aşımı nedeniyle reddedilmeliydi. 2. Esasa ilişkin olarak AKP’nin olağanüstü itiraz gerekçeleri ana hatlarıyla; listelerdeki usulsüzlükler ile oy hakkına sahip olmayan kişilerin oy kullanmasına dayandırılmıştır. Seçim öncesi listelerdeki usulsüzlük iddialarına ilişkin YSK içtihadı çok açıktır: “Bu bakımdan, itiraza konu olan sandık seçmen listelerinin itiraz üzerine yeniden alınması ve incelenmesi mümkün değildir. Kesinleşmiş seçmen kütüklerindeki yolsuzluklara ve 298 sayılı kanunun 130’uncu maddesinin birinci fıkrasının altıncı bendindeki hükme dayanılarak mazbatanın veya seçimin iptali istenemez.” (2014 yılında verilen 3119 sayılı Iğdır kararı.) YSK’nin basın açıklamasına göre; “Seçmen listeleri Seçmen Kütüğü Genel Müdürlüğünce 31 Ocak 2019 tarihi itibariyle kesinleştirilmiştir.” Bu durumda AKP’nin seçmen listelerindeki usulsüzlük iddiaları, seçimin iptaline yol açmayacaktır. Zaten esasa ilişkin olarak 298 sayılı Kanun, olağanüstü itiraz için soyut iddiaları yeterli görmemekte, seçim sonucuna etki edecek olay ve durumları konu alan itirazın gerekçe ve delillerinin de gösterilmesini aramaktadır. Dolayısıyla oy hakkkına sahip olmayan kişilerin oy kullanmasının seçimi iptali sonucu doğurabilmesi için bu oyların seçimin sonuçlarına etki edecek düzeyde” olması gerekir. 3. AKP, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçiminin iptal edilmesi ve yenilenmesi talebini olağanüstü itiraz yanında tam kanunsuzluk nedenine de dayandırmıştır. Tam kanunsuzluk özellikle vatandaşlık, yaş, eğitim, mahkumiyet gibi seçilme koşullarına dönük bir kavramdır. Bu koşulları belirleyen kanunun emredici hükümlerine aykırılık, bir süre kaydına bağlı olmaksızın “tutanak iptaline” yol açabilmektedir. Tam kanunsuzluk bağlamında AKP’nin itirazları arasında sandık kurulları görevlilerinin kamu çalışanı olmaması (bunların FETÖ’cü yakınları olabileceği şüphesi), bazı sandık birleştirme tutanaklarına mühür vurulmaması gibi iddialar da yer almaktadır. Seçim Kanunu’ndaki son değişiklikle sandık kurullarına başkanlık edecek kamu görevlilerinin belirlenmesinde yetki tamamen mülki idare amirleri ve ilçe seçim kurulu başkanlıklarındadır. Siyasi partilere de bu listeler verilmektedir. Son seçimde bu iş 23 Şubat 2019 günü tamamlanmıştı. Bu listelere ilişkin itirazların karara bağlanmasının son günü de 2 Mart idi. Zaten YSK da tam bu gerekçeyle İYİ Parti’nin Bursa’nın Mustafakemalpaşa ilçesinde sandık kurullarının yasaya aykırı oluştuğu, bu nedenle seçimin iptal edilmesi istemiyle yaptığı başvuruyu reddetmiştir. Yok hükmünde olması gereken, yapılan işlemin kurucu unsurlarını ortadan kaldıran bir tam kanunsuzluktan söz edebilmek için tüm sandık kurullarındaki bütün üyelerin yasal koşulları sağlamamış olması gerekir. Fakat bir sandık kurulunda sadece bir üyenin devlet memuru olmaması durumunda tam kanunsuzluk oluşmaz, çünkü seçim sonuçlarının doğruluğu, diğer sandık görevlilerinin imzalarıyla onaylanmış durumdadır. Mühür eksikliği gibi iddialar da seçmen iradesini etkileyerek seçimlerin sonuçlandırılmasını engeleyecek nitelikte bir usulsüzlük oluşturmayacağından tam kanunsuzluk olarak nitelendirilemez. IV. Sonuç Serbest seçim hakkı, bu hakkın korunması kapsamında seçim güvenliğinin sağlanmasına özel önem vermekteyse de YSK’nin uygulamaları, seçim güvenliğini sağlamaktan büyük ölçüde uzaklaşmıştır. Salt hukuksal değerlendirmelere yer verilen bu yazı bir siyasi tespit ve temenniyle sonlandırılabilir; Türkiye’de hükümet sistemi değişikliği yürürlüğe girdikten sonra yapılan ilk seçim olma özelliğini taşıyan 31 Mart yerel seçimleri, Cumhur İttifakı karşısında muhalefetin önemli bir başarıya imza attığını gösterdi. İstanbul, Ankara ve İzmir büyükşehir belediyelerinin de Millet İttifakı’nın eline geçmesiyle sağlanan bu başarı, MHP Genel Başkanı’nın haklı olarak belirttiği gibi “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ni tartışmaya açabilir”. TÜRKIYE BU HALE NEDEN DÜŞTÜ? Geleceğimiz karanlık, ancak dünyaya sürprizler yapmayı seven bir milletiz. Neden tıpkı 100 yıl önceki gibi destansı bir mücadeleyle iktisadi bağımsızlığı yeniden kazanmayalım? Elbette bu yalnızca vatansever ve halkçı bir hükümetle mümkün. M. MURAT KUBILAY Ekonomist Ekonomik krizi inkâr etmenin imkânı artık kalmadı. İstatistikler ve vatandaşların yaşadıkları açık. Peki biz bu hale neden düştük? 1980 sonrasında serbest piyasa ekonomisine geçişle temeli atılan, 1989’da durgunluğun hissedilmeye başladığı, 1994’te krize dönüşen ve ancak 2001’de sona eren ekonomik buhran dönemini geride bırakmıştık. Siyasi istikrarla düşen risk primi; ardından gelen yapısal reformlarla özelleştirme geliri (Tekel gibi yok pahasına satılsa da) ve sağlıkeğitim gibi alanları özel sektöre kısmen devretmenin yarattığı kamu tasarrufu neticesinde kamu borç oranı yüzde 27.6’ya (2015) kadar düşmüştü. Merkez Bankası ve ticari bankaların yeniden yapılandırılması (bedeli vatandaşa ödetildi) sonucunda Türkiye’ye yurtdışından fon akışı başlamıştı. Ancak yabancı yatırımcılar uzun vadeli kredileri Türk Lirası cinsi vermekten kaçınıyorlardı. Bunun neticesi özel sektörün döviz cinsi borçlanması oldu. ‘Allah’ın bir lütfu’ söylemi 2007’de başlayan ve farklı aşamalarla 2013’e kadar süren (esasında tüm küre hâlâ bu krizin gölgesinde) küresel finansal kriz; Türkiye için Erdoğan’ın başka bir durum için kullandığı “Allah’ın bir lütfu” tabirindeki etkiyi göstermişti. Tarihte eşi benzeri görülmemiş parasal bolluk dönemi başlamış ve sayesinde 2009 krizi söylendiği gibi teğet geçmese de 1 yıl gibi göreli kısa sürede geride bırakılabilmişti. Ancak bir sorun gittikçe büyüyordu: Özel sektörün döviz borçlanması. Peki özel sektörün borcunun arkasında ne yatıyor? Altyapı yatırımları kamuözel iş birliği yöntemleriyle gerçekleştirilince elini taşın altına koymak özel sektöre düşmüştü. Özel sektörün yatırım için dış finansmana; hükümetinse ne pahasına olursa olsun seçimlerden ötürü büyümeye ihtiyacı vardı. Sorun şuydu ki gelen para geri dönüş süresi uzun olan projelere (Osmangazi Köprüsü) ve üretken olmayan tüketime (lüks rezidanslar) sarf edilmiş; kurumlar döviz kazanarak döviz borcunu geri ödeyemez olmuştu. Bunun sonucunda talep önce enflasyona dönüştü (0’lar atılmasına rağmen) ve üretim artırılamayınca talep bu sefer ithalata yönelerek cari açık yarattı. 2003’ten bugüne toplam cari açık yaklaşık 575 milyar dolar. 2013’te ABD Merkez Bankası’nın para bolluğunu azaltacağını ima etmesi ve ardından sı cak paranın Türkiye’ye tereddütle akması (hâlâ akıyor) ilk kur şokunu yaşatmıştı. Türkiye kurfaiz kıskacındaydı; küresel sermaye finansman sağlamayı duraklattığı her dönemde kur veya faizden en az biri sıçramak durumundaydı. Fakat AKP’nin mutlaka kazanmayı hedeflediği 2014’ten 2019’a süren seçim maratonu başlamıştı. Dış borçla ekonominin suyu kaynamasına rağmen seçim döneminde ekonominin soğutulup krizin başlamasına izin verilemezdi; ta ki sistem Nisan 2018’de tıkanana kadar. Özel sektörün döviz cinsi net borcu 223 milyar dolara çıkmış; alacaklı küresel yatırımcılar bu borcu döndürmeye niyetsiz, özel sektörse kâr yaratamadığı için sürdürmeye kabiliyetsiz kalmıştı. Sonunda Merkez Bankası’nın ataleti sebebiyle kur ve faiz eşzamanlı sıçradı; ekonomik aktivite durgunluğa girdi. Sonrasını iyi biliyoruz Cebimiz doğrudan yandığı için sonrasını iyi biliyoruz. Enflasyon dizginlenemiyor ve işsizlik Cumhuriyet tarihinin rekoru düzeyinde. Bu hikâyenin henüz bilmediğimiz bir sonu daha var: Özel sektör dış borcunu ödemediğinde yükün devlete, yani biz vatandaşlara kalacağı. Geleceğimiz karanlık, ancak dünyaya sürprizler yapmayı seven bir milletiz. Neden tıpkı 100 yıl önceki gibi destansı bir mücadeleyle iktisadi bağımsızlığı yeniden kazanmayalım? Elbette bu yalnızca vatansever ve halkçı bir hükümetle mümkün.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle