24 Kasım 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 30 NİSAN 2019 SALI gorus@cumhuriyet.com.tr TASARIM: SERPİL ÜNAY olaylar ve görüşler Türkiye’nin ABD ile ilişkilerinde S400’ler krizi Ünal Çeviköz Emekli BüyükelçiCHP Dış İlişkilerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Dış politikada son haftaların en güncel konusunu Türkiye ile ABD arasındaki ilişkileri etkileyen çoklu sorunlar ve bu sorunların yaratabileceği olası kırılmalar oluşturuyor. Tartışmaların odak noktasında da Türkiye’nin Rusya’dan alacağını açıkladığı S400 hava savunma sistemi ile ABD’nin bu konuya giderek sertleşen bir tonda gösterdiği tepkiler yer alıyor. Tartışmanın bir tarafı Türkiye’nin askeri ve siyasi gerekçelerle S400’leri almasını savunurken, diğer taraf ABD’nin endişelerini ve bu endişeler nedeniyle Türkiye’ye uygulayabileceği yaptırımları anlatıyor. Hatta, konunun giderek TürkAmerikan ilişkilerinin ötesine geçip, Türkiye ile NATO arasındaki bir sorun olarak ele alınmaya başladığına tanık oluyor ve Türkiye’nin NATO üyeliğinin sorgulanabileceğine ilişkin görüşlerin dolaşıma sokulduğunu görüyoruz. S400’ler ve Patriotlar Türkiye’nin mevcut koşullarda sanki bir hava savunma sistemi yokmuş gibi davranılması, S400’lerin satın alımı ile ilgili tartışmalarda bir kavram kargaşasına yol açmakta; S400’ler ile Patriot sisteminin kıyaslanması bu kavram kargaşasının daha da büyümesine neden olmaktadır. Yalın bir kıyaslama ile incelendiğinde, S400’ler de Patriotlar da özünde birer füze sistemidir. Aradaki fark, birincinin tek başına (standalone) kendi içinde bir hava savunma sistemi olarak kullanılması, ikincinin ise topyekun bir hava savunma sisteminin unsurlarından biri olmasıdır. Türkiye, bir NATO üyesi olarak, örgütün her üyesi gibi ortak bir Füze Kalkanı hava savunma sisteminden yararlanmaktadır. Bu sistemin üç unsuru vardır: a) erken ihbar ve ikaz sistemleri, ki bunlar radarlardan oluşur, b) muhabere, komuta ve kontrol sistemleri, bu da iletişim alt yapısı ile hava harekât ve savunma merkezlerinin entegrasyonu ile sağlanır, c) hava savunmasının silahları ve diğer araçları, ki bunlar da füzeler, uçaklar ve uçaksavar sistemleridir. Patriotlar işte bu sistemin üçüncü unsurundaki silahlardandır. S400’ler ise yukarıda belirtilen bu üç unsuru birden içeren bir yapıya sahiptir; yani radarı kendi içindedir, dolayısıyla tehdit algılamasını yapar, komuta ve kontrol mekanizması ile savunma emrini verir ve sonunda füzesini ateşleyerek savunmayı gerçekleştirir. Sırf bu açıdan bakıldığında dahi, Patriotlar ile S400’lerin birbirleriyle kıyaslanması doğru değildir. Bununla beraber, bu kıyaslama doğru olmasa da S400’lerin füze sistemi olarak Patriotlar’dan daha üstün yetenekleri olduğunu belirtmek gerekir. Patriotların radar menzili 250 km, füze menzili 150 km, S400’lerin ise radar menzili 600 km, füze menzili 400 km’dir. O halde, Türkiye’nin S400’ler yönünde yaptığı tercihin yarattığı sorun nedir? S400’lerin entegrasyonu Sorun, S400’lerin ulusal ve NATO hava savunma sistemine entegre edilememesi ile başlıyor. Yani, NATO hava savunma sisteminin radarlarının Türkiye’ye yönelik olarak tespit ettikleri tehdit üzerine komuta kademesi S400’lere komut veremez ve ateşlenmesini sağlayamaz. Tehdidin S400’ün kendi radarı tarafından algılanması gerekiyor. Dolayısıyla, S400 ancak bölgesel seviyede bir etkinliğe sahip olabiliyor. Oysa NATO’nun tüm üye ülkelerinin hava sahasının savunmasını öngören Füze Kalkanı sistemi, aynı tehdidi, kendi topraklarımızdaki Kürecik radarı dahil olmak üzere, birbirine entegre diğer radarlar ve erken ihbar ve ikaz sistemleri vasıtasıyla, belki çok daha önceden tespit edebiliyor Türkiye’nin mevcut koşullarda sanki bir hava savunma sistemi yokmuş gibi davranılması, S400’lerin satın alımı ile ilgili tartışmalarda bir kavram kargaşasına yol açmakta; S400’ler ile Patriot sisteminin kıyaslanması bu kavram kargaşasının daha da büyümesine neden olmaktadır. ve gerekli komutu vererek silahların gereken cevabı vermelerini sağlayabiliyor. Peki, NATO sistemine entegre edilmeden S400’lerin kullanılması mümkün müdür? Böyle bir davranış yarardan çok zarar getirebilir. Her şeyden önce NATO ve S400 sistemlerinin bir arada bulunması Türkiye’nin hava savunmasında ikilik yaratır. Bu ikilik NATO’nun Füze Kalkanı içinde yer alan Türkiye hava sahası üzerinde karmaşa yaratır ve NATO sisteminin devreden çıkmasına dahi yol açabilir. Son tahlilde, bu bir güvenlik zafiyetine yol açar. ABD’nin endişesi Ancak ABD’nin Türkiye’nin S400’leri almasına karşı çıkarken önceliği farklı. Amerikalı askeri uzmanlar, S400’lerin kendi içinde bulunan radar sistemlerinin bilgi toplama ve kaydetme özelliğini NATO açısından bir güvenlik riski olarak görüyorlar. Türkiye’nin S400’leri nereye yerleştireceği sorusuna üst düzey bir yetkilimizin verdiği yanıtta “Ankara, İstanbul ya da İncirlik olabilir” şeklinde bir ifade kullanması herhalde bir dil sürçmesi idi. Zira S400’lerin İncirlik’e konuşlandırılması olasılığı, tam da Amerikalı askeri uzmanların kâbusu olan istihbarat endişesini on ikiden vuran bir ifade olmuştu. ABD, Türkiye S400’leri aldığı ve topraklarına konuşlandırdığı takdirde, Türkiye’yi F35 savaş uçakları projesinden dışlamayı işte bu nedenle düşünüyor, F35 teknolojisi ve kullanımı hakkında S400’ler tarafından bilgi derlenip tahlil edileceğinden endişe duyuyor. Üstelik, ABD’nin Hasımlarına Yaptırımlarla Mukabele Yasası (CAATSA) uyarınca, Türkiye’nin Rusya ile böyle bir alışveriş yapması nedeniyle Türkiye’ye yaptırım uygulanması konusunda da hazırlık yapıyor. Önceki uygulamalar neydi? Bazı NATO ülkelerinde Rus yapımı S300 ve S200’lerin bulunduğu savıyla Türkiye’nin S400 alımını haklı gösterme çabaları ise yanıltıcıdır. Yunanistan S300’leri almamış, 1997 yılında Güney Kıbrıs Rum Yönetimi satın aldı diye Türkiye’nin itirazları ve ABD başta olmak üzere NATO müttefiklerimizin baskısı sonucu kendi topraklarında Girit Adası’nda bir depoda saklanmasına razı olmuştur. Daha önce Varşova Paktı üyesi olan bazı ülkelerde bulunan S200 ya da benzeri sistemler ise, bu ülkeler NATO üyesi olduktan sonra kullanılması engellenecek ve NATO güvenliğine zarar vermeyecek şekilde etkisiz hale getirilmişlerdir. Esasen bunların teknolojisi de son derece eski ve S400’ler ile kıyaslanamayacak kadar geridir. Sonuç olarak, Türkiye S400’leri satın alırsa AvrupaAtlantik camiasıyla zaten zayıflayan bağlarının bir kısmını daha çözmüş olacak ve Batı ile arası daha da açılacaktır. Bu durum, S400’leri satın almanın siyasi maliyetinin ne kadar büyük olduğunu göstermeye yetiyor. Türkiye ve NATO ilişkisi Bu yazıda değinmek istediğim ikinci konu, S400/F35 tartışması üzerinden Türkiye’nin artık NATO içindeki konumunun dahi sorgulanmaya başlanması. Deniyor ki, NATO’nun kuruluş amacı olan Sovyetler Birliği artık yok, onun ardılı olan Rusya Federasyonu ile de Türkiye gayet dengeli ve iyi ilişkiler içinde. O halde, Türkiye’nin NATO içinde olma nedeni de ortadan kalkmış demekmiş. Dolayısıyla, Türkiye S400’leri alarak Rusya ile askeri bakımdan işbirliğine girebilir, hatta bu NATO’dan ayrılmayı gerektirirse bunu dahi düşünebilirmiş... Türkiye, Soğuk Savaş döneminde de Sovyetler Birliği ile en iyi ilişkiler içinde olan NATO üyesi idi. Bu ilişkiler paylaştığımız tarih, bitişik coğrafya ve izleyegeldiğimiz denge politikasının bir gereği idi. Birçok NATO müttefikimizin memnuniyetsizliğine rağmen, bu iyi ilişkiler Türkiye’nin ağır sanayi adımlarını başlatmış, gerek demirçelik, gerek alüminyum tesislerini kurmada Sovyetler Birliği ile işbirliği yapmasını ve onun teknolojisinden yararlanmasını sağlamıştır. Tıpkı bugün nükleer teknoloji konusunda Mersin Akkuyu’da süren işbirliğinde olduğu gibi! Dolayısıyla Türkiye, bir taraftan NATO üyesi olmanın askeri bakımdan sağladığı güvenlik güvencesinden yararlanırken, bir diğer taraftan NATO üyesi olmayan bir ülke ile ticari, ekonomik, siyasi ilişkileri geliştirmeyi bilmiştir. NATO’nun en önemli özelliği, bir ortak savunma örgütü olmasıdır. Bu da caydırıcılığını sağlamaktadır. Örneğin, NATO’nun bir TürkYunan savaşını önlediği tezinin geçersiz olduğu, Kıbrıs Barış Harekatımızı dahi engelleyemediği ileri sürülüyor. Sanki Kıbrıs Barış Harekâtı bir TürkYunan savaşıymış gibi... Ya da, bir Ortadoğu ülkesi Türkiye’ye bir saldırıda bulunursa, NATO müttefiklerimizin Türkiye’yi korumayacakları gibi iddialarda bulunuluyor. İyi de, herhangi bir ülkenin bir NATO üyesine saldırıda bulunması ihtimalinin nasıl olabileceği sorusu akla dahi gelmiyor. NATO üyesi olmayan bir Türkiye’nin bir Rus uçağını düşürmesi sonucunda ne gibi gelişmelerle karşılaşabileceği hiç düşünülmüyor. NATO üyesi olmanın verdiği caydırıcılığın ulusal güvenliğimizin en önemli unsurlarından biri olduğu unutturulmak isteniyor. Acaba neye hizmet etmek için? Türkiye ile ABD arasında çözüm bekleyen birçok ikili sorun olduğu muhakkak. Örneğin, Suriye probleminin çözümünde ilerleyemememizin sebeplerinin başında da ABD ile olan görüş ayrılıklarımız geliyor. Devletlerarası ilişkilerde tarafların birbirlerini dinlemeleri ve anlamak için çaba göstermeleri önemlidir. Taraflar bir sağırlar diyaloğu içinde birbirlerine karşı sadece kendi doğrularını dayatırlarsa bir ilerleme olmayacağı gibi güven de zedelenir. Bu yaklaşım günümüz koşullarında ABD’nin de Türkiye’nin de ikili ilişkilerine bakışta değiştirmeleri gereken bir yaklaşımdır. ABD’nin ikili sorunlar yaşadığı tek NATO üyesi ülke Türkiye değildir. Ama ABD ile ikili sorunları olan diğer NATO üyelerinin hiçbirinin NATO üyeliği sorgulanmamaktadır. Dış politikaya olgun bakışın sırrı bu ayrımı yapabilmektir. Yağma Sofrası İktidar bir zamanlar Ortadoğu’daki sözde demokrasileri eleştirirken, oralarda seçimlerin ve oy sayımlarının günlerce sürdüğünü belirtirdi. Şimdi Türkiye’de seçimlerden sonra bir ay geçmesine karşın, İstanbul sonuçları, bu sonuçları hazmedemeyen iktidarın mesnetsiz itirazları sonunda hâlâ kesinleştirilmedi. Ama hem Türkiye’nin başka belediyelerinde işe başlayan muhalif yönetimlerden hem de İstanbul’dan sızan atama, inşaat, tahsis, ihale ve bütçe bilgileri, yerel yönetimlerden hortumlanan büyük kaynakları işaret ediyor. HHH Sevgili okurlarım, bu sütunda daha önce Tevfik Fikret’in ünlü “Hanı Yağma” şiirini yayınladığımı anımsayacaklar. Bugün bu şiiri ünlü ozan Ceyhun Atuf Kansu’nun sadeleştirdiği biçimiyle bir kez daha alıntılıyorum. HHH Yağma Sofrası Bu sofracık, efendiler, ki bekler yutulmayı Önünüzde titriyor şu ulusun hayatıdır; Ulusun ki şu acılı, ulusun ki eşiğinde ölümün! Ama sakın çekinmeyin, yiyin, yutun hapır hapır...      Yiyin efendiler yiyin; bu doyumsuz sofra sizin;    Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!   Efendiler pek açsınız, besbelli yüzünüzden; Yiyin, yemezseniz bugün, yarın kalır mı, kimbilir? Şu doyumcul sofra, bakın gelişinizle övünçlü! Hakkıdır kutsal savaşınızın, evet, o hak da elde bir!      Yiyin efendiler yiyin; bu içşenliği sofra sizin;    Doyunca, tıksırınca, çat layıncaya kadar yiyin!   Bütün bu nazlı beylerin ne varsa ortalıkta say: Soy sop, şeref, gösteriş, oyun, düğün, konak, saray. Tüm sizindir efendiler, ko nak, saray, gelin, alay: Tüm sizindir, tüm sizindir, hazır hazır, kolay kolay...    Yiyin efendiler yiyin; bu doyumsuz sofra sizin;    Doyunca, tıksırınca, çat layıncaya kadar yiyin!   Büyüklüğün sindirimi biraz ağır olsa da yok zarar, Görkemli yüceliği, öç alıcı sevinci var, Bu sofra gönül almanızdan böyle ısınır ve ışıldar. Sizin şu baş, beyin, ciğer, bütün şu kanlı lokmalar...      Yiyin efendiler yiyin; bu can dirilten sofra sizin;    Doyunca, tıksırınca, çat layıncaya kadar yiyin!   Verir zavallı memleket, ve rir ne varsa: malını, Varlığını, hayatını, umudu nu, hayalini, Tüm olanca rahatını, olan ca gönül balını. Hemen yutun, düşünmeyin haramını helalini...    Yiyin efendiler yiyin; bu doyumsuz sofra sizin;    Doyunca, tıksırınca, çat layıncaya kadar yiyin!   Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın giderayak! Yarın bakarsınız söner, bu gün çatırdayan ocak! Bugün ki mideler sağlam, bugün ki çorbalar sıcak, Atıştırın, tıkıştırın kapış ka pış, çanak çanak...      Yiyin efendiler yiyin; bu cümbüşlü sofra sizin;    Doyunca, tıksırınca, çat layıncaya kadar yiyin! Kaz gelecek yerden?.. Alp Kaan Avukat Kelimeyi yanlış anladılar muhakkak... Oysa antik adı İda... Şimdiki adı Kaz. Dağların adı. Balıkesir’den Çanakkale’ye. Biz Kaz dedik mi o cenneti anlıyoruz. Onlar Kaz’ı duydular mı, kaz gelecek yerden misali... Kazmayı anlıyorlar. Bir türlü vazgeçmiyorlar kaz’ı’dan... Kazma sevdasından... Kazacaklar Kaz’ı... Maden diyerek dağ yok olacak. Rahatlayacaklar. Dağ bitecek ille ki. Köylüleri duymayacaklar. Biraz olsun gözlerini açıp o güzellikleri görmeyecekler. Kim bilir kaç zamandır?... Taaa Havran’dan başladılar... Kâh o köy, kâh bu köy... Taaa Bayramiç’e kadar...Altın altın altın diye diye... Zeytin mi altın mı dediğimiz an tercih bir kerelik altın değil, her zaman altın getiren zeytin olur ki, en çok güldüğümüz şirketlerin o eşsiz gerekçeleri: Tabiata zarar vermeyecek, siyanür gibi zararlı etken kullanılmayacak, işimiz bitince yeşillendireceğiz... Komik tarafı bu. İşimiz bitince yeşillendireceğiz. Dağ bitince geriye ne kalır ki elde? Cennetin içinde bölüm bölüm kelleşen kısımlar... Zehir... Biten ekolojik yaşam... İşte son örneklerden biri: Çanakkale’nin tek içme suyu kaynağının olduğu bölgede açılması planlanan altın ve gümüş madeni için ağaç katliamı sürüyor. Bölge sakinleri yargı sürecinin de vam ettiğine dikkat çekerek “Ağaç katliamı devam ediyor” diyorlar. Danıştay kararı varken Çanakkale İl Özel İdaresi işletme Ruhsatı vermiş madene. Mahkeme kararı varken idarenin böyle bir işlemi şaşırtıyor mu bizi? Nicedir hayır. İdarenin yargıya uymaması öylesine bir alışkanlık ve sıradan hale geldi ki; hukukun var olan tüm kuralları artık işlevsiz halde. Keyfe keder hukuk var bizde. İdare ne derse o! Başka bir son örnek. O da Balıkesirimizden. Bu kez Burhaniye’ye bağlı Korucaoluk köyünden. Daha önce bir maden varken şimdi ikinci maden çalışması başlamış. Köylüler isyanda. Su kaynakları azalıyor, meralar yok oluyor. Duyan yok.. Dedik işte. İlla yok edilecek. 30 yılı aşkındır uğraşıyorlar bir orada bir burada, Kaz Dağı’nın kaç noktasında?... İda, yok edilmeli. Edilirse rahatlayacağız. Yok edene kadar bırakmayız. Bu bakış açısına sahibiz ne yazık ki! Cennet ülkemizin her tarafında tabiat yok olurken.... Geçici kazançlar için gelecekteki asıl değerli kaynaklarımızı heba ediyoruz. Kaz gelecek diye bekliyoruz. Altınla gelecek kazda asıl büyük parça kime? Doğayı feda ediyoruz. Aklı çoktan feda ettik. Aklın gittiği yerde doğanın sağlam kalabilmesi mi?... Ne mümkün! Namümkün! Kaz gelecek diye tavuğu değil, altın yumurtlayan tabiatı feda ediyoruz!
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle