17 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 29 NİSAN 2019 PAZARTESİ [email protected] TASARIM: İLKNUR FİLİZ olaylar ve görüşler Yaşa Mustafa Kemal Paşa Erbil Tuşalp Hayat öğretiyor. Temize çekiyor. Örtüyü kaldırıyor. Selanik’te karga kovalamasından, Viyana’daki aşkına, Çanakkale’den Kocatepe’ye askerlik yaşamından siyasi mücadelesine kadar her şey anımsandı, her şey konuşuldu. Oysa Mustafa Kemal’in emperyalist işgale karşı örgütlediği kutsal isyanın “rejimin sahibi ve bekçisi” genç kuşaklara yüklediği sorumluluk anımsanmadı, konuşulmadı. Kurtuluşu ve kuruluşu ateşleyen o olağanüstü başkaldırıyı taçlandıran gerçekçi yaklaşım uzun yıllar ve hâlâ “tahrik, kışkırtma, provokasyon” gibi hesaplı korkularla anımsatılmadı. Oysa artık anımsanıyor, konuşuluyor, korkulmuyor. Hayat damıtıyor haini, soysuzu, hırsızı, arsızı ayıklıyor. Seçim sandığında başlayan özgürlük yolculuğunun engellenemeyen heyecanı tüm yurdu kucaklıyor. “Yaşa Mustafa Kemal Paşa” seslenişleri gökyüzünü süslüyor. Mustafa Kemal’in Cumhuriyetin gençlerine armağan ettiği delikanlı mücadelenin gerçek manifestosu olan “Bursa Söylevi” artık yok sayılmıyor. Örtü kaldırılıyor “Yaşa Mustafa Kemal Paşa” seslenişiyle Türkiye özgürlüğe bağımsızlığa demokrasiye bir kez daha kanat çırpıyor. Rejimin sahibi ve bekçisi Kutsal isyanın en önemli belgelerinden biri olan “Bursa Söylevi”nin kısa bir öyküsü var. Kökleşmiş uzantıları günümüze de yansıyan bir grup gericinin Türkçe ezan nedeniyle Bursa’da ayaklandığı günlerdi. Mustafa Kemal Paşa olayı Ege gezisinde duydu. Program değişti. Sabah Bursa’daydı. Yetkililerden bilgi aldı: “Bursa gençliği bu olayı hemen bastıracaktı ama zabı Seçim sandığında başlayan özgürlük yolculuğunun engellenemeyen heyecanı tüm yurdu kucaklıyor. “Yaşa Mustafa Kemal Paşa” seslenişleri gökyüzünü süslüyor. ta ve adliyeye olan güvenlerinden ötürü işe karışmadı” açıklamasını duyduktan sonra “karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak/Kocatepe’den Afyon Ovası’na indiği” günlere geri döndü. Kutsal emanetin güvencesini açıkladı: “Türk gençliği devrimlerin ve rejimin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır, rejimi ve devrimleri benimsemiştir. Bunları zayıf düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir hareket duydu mu ‘Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adliyesi vardır’ demeyecektir. Hemen müdahale edecektir, nesi varsa onunla kendi eserini koruyacaktır. Polis gelecektir, asıl suçluları bırakıp suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç ‘Polis henüz devrimin ve Cumhuriyetin polisi değildir’ diye düşünecek, ama asla yalvarmayacaktır. Mahkeme onu mahkum edecektir. Yine düşünecek ‘Demek adliyeyi de ıslah etmek, rejime göre düzenlemek gerek’ diyecek. Onu hapse atacaklar. Yasal yoldan itirazlarını yapmakla birlikte bana, İsmet Paşa’ya telgraflar yağdırıp haklı ve suçsuz olduğu için salıverilmesine çalışılmasını, kayrılmasını istemeyecek. Diyecek ki: ‘Ben inancımın ve kanımın gereğini yaptım. Müdahalemde ve hareketimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmişsem bu haksızlığı yaratan nedenleri ve etmenleri düzeltmek de benim görevimdir.’ İşte benim anladığım Türk genci ve Türk gençliği budur”. (5 Nisan 1933) Vurgulanmalı anımsatılmalı Türkiye Cumhuriyeti’ni Türkiye İslam Cumhuriyeti çizgisine sürüklemek için çalışanların karşısına dikilip “Bu ülkenin polisi var mıdır, jandarması var mıdır, ordusu var mıdır, adliyesi var mıdır” diye sormanın erdemi vurgulanmalı. Dahası görmeyen, duymayan, konuşmayan devlet ve siyaset adamlarına, bilim insanlarına, aydınlara, sanatçılara, gazetecilere, yazarlara, hakka, hukuka, adalete el koyanlara ve de elbette emperyalizmin kuklası kapitalizmin tayfası döneklere “insanın ayağa kalktıktan sonra insan olduğu” anımsatılmalı. 1 Mayıs ve tarihsel anlamı Dr. Engin Ünsal / Girne Amerikan Üniversitesi Öğretim Üyesi 4Mayıs 1886’da Amerikan İşçi Federasyonu (AFL) 15 saatlik çalışmanın 8 saate indirilmesi için Chicago’da Haymarket alanında bir toplantı düzenliyor ve polis bomba kullanarak bu toplantıyı dağıtmak istiyor. İşçilerden ve polislerden 14 kişi ölüyor. Sorumlu olarak dört işçi lideri yargılanıyor ve 1887 yılı Kasım ayında asılıyor. AFL 1888 yılında 8 saatlik çalışma günü kabul edilinceye kadar her yıl 1 Mayıs’ta grev yapılmasını kararlaştırıyor. 1889 yılında Paris’te toplanan 2. Enternasyonal 1 Mayıs’ın işçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma günü olarak kutlanmasına karar veriyor. Bizde ise 1 Mayıs 2008 yılında Bakanlar Kurulu kararı ile “Emek ve Dayanışma Günü” olarak kabul edildi ve ulusal bayram ve genel tatil yasasında yapılan değişiklikle resmi tatil ilan edildi. İşçinin gücü var ama sınıf bilinci yok 1 Mayıs bir bayram değildir. Geçmişte yaşanan acıların, emekçilerin yaşadığı zulmün anıldığı çok önemli bir gündür. 1820’lerde sanayi devriminin başlaması ile toplumun gündemine oturan işçiler ve sorunları ilkel sermaye sınıfı ve onların yanlısı siyasiler tarafından hiç önemsenmemiş ve emekçiler büyük acılar yaşamış, sonraki yıllarda hakları için verdikleri mücadelelerde büyük bedeller ödemişlerdir. Kapitalizmin sömürü vetiresi bitmediğinden işçinin sömürüsü de devam etmiştir. Aradan bunca yıl geçmiş olmasına rağmen çalışanlar çalışma ortamlarında insanlık onuruna yakışan bir yaşama henüz ulaşa Emekçiler üretim güçlerini siyaset alanına da taşımalıdırlar. O nedenle işçiler her 1 Mayıs’ta nasıl iktidar olacaklarını da dile getirmeli ve artık cesur türküler söylemelidirler. mamıştır. 1 Mayıs bizde ve bütün dün yada emekçilerin dayanışma günü olarak coşku ile kutlanmaktadır. Ülkemizde bu anlamlı günün üzerinde bir başka açıdan durulması hiç düşünülmeden renkli kutlamalar yapılmaktadır. 1 Mayıs bir bayram değil emekçilerin geçmişte yaşadığı acıların anıldığı bir gündür ve ülkemizde bu acılar halen yaşanmaktadır. Ülkemizde işçi, memur, esnaf, kendi hesabına aile işletmelerinde çalışanlar, taşeron işçilerini de kapsayan kayıt dışı çalışanlar olmak üzere 2018 verilerine göre 25 milyon insan çalışmaktadır. İşverenlerin olumsuz tutumundan, yasaların zorluklarından ötürü işçilerin ancak 800 bini memurların ise yaklaşık 1.5 milyonu reel sendika üyesi olabilmiştir. Özellikle işçiler iş güvencesinin olmadığı, sendikalı olanın işten atıldığı, işe iade davalarının en az iki yıl sürdüğü, arabuluculuk sisteminin işçinin aleyhine işlediği, asgari ücre tin, işsizlik ödeneğinin yetersiz olduğu, sendikaların çifte baraj nedeni ile işçiler çoğunluğu adına sözleşme yapamadığı, yapma olanağı bulanların önünde grev yasakları, grev ertelemeleri gibi nedenlerle işçilerin haklarını koruyamadığı, kamu görevlileri sendikalarının grev hakkının olmaması nedeni ile memur sendikalarının etkisiz kaldığı, kayıt dışında çalışanların asgari ücretin bile altında ücretlerle çalıştırıldığı, kıdem tazminatının yok edilmek istendiği, Özel İstihdam Büroları ile sendikalaşmanın altına dinamit konulduğu, hükümetin özgür sendikalar yerine biat eden sendikalar yarattığı, bunlara benzer daha birçok olumsuzluğun yaşandığı bir çalışma ortamındayız. 1 Mayıs ülkemizde bir bayram günü değil, protesto ve uyarma günü olarak anılmalıdır. Üreten, yöneten olmalıdır Bu karamsar ortamdan çıkış yolu var. Çalışanların bakmakla yükümlü oldukları insan larla beraber sayıları 60 milyona yaklaşmaktadır. Bu sayının demokrasilerde çok büyük anlamı ve siyasal gücü vardır. Çalışanların yaşadığı tüm olumsuzlukların kaynağı parlamentodur ve böylesine sayıca güçlü olan çalışanların parlamento üzerinde hiçbir gücü yoktur. Çalışanlar suyun başına gitmeden, orada etkili olamadan insan onuruna yakışan bir yaşamın asla sahibi olamazlar. Siyasette etkili olabilmek için çalışanların siyaseten bilinçlenmeleri gerekir. Oy güçlerini bölmeden aynı yönde oy kullanmalarının yüceliğine erdikleri zaman aydınlığa çıkabileceklerdir. Düşünme günü 1 Mayıs işçi ve memur sendikalarının, emekçilerin neden siyasal güç fukarası olduklarını düşünme günü olmalıdır. Sokaklara çıkıp, pankartlar açıp, sloganlar atarak hak isteyenler yaşadıkları olumsuzluğun en büyük sorumluluğunun, sınıf sendikacılığına uzak durduklar, işçi hareketini siyasallaştıramadıkları için kendilerinde olduğunu bilmeleri gerekir. Böylesine büyük bir oy gücü olan emekçiler üretim güçlerini siyaset alanına da taşımalıdırlar. Bir siyasi partide saf tutmalı, o partinin yönetiminde olmalı veya yöntimini etkilemeli ve mutlaka parlamentoda temsil edilmelidrler. Üretenler bu ülkenin yönetiminde söz sahibi olmak zorundadırlar, aktif siyasetin içinde yasaların oluşumuna yön vermelidirler. Hiçbir siyasi parti onların sorunlarına işçinin kendisi kadar sahip çıkamaz. O nedenle işçiler her 1 Mayıs’ta nasıl iktidar olacaklarını da dile getirmeli ve artık cesur türküler söylemelidirler. Haber Müdürüm Hakan Kara... Hukuk garabeti bir kararla Hakan Kara, Musa Kart, Güray Öz, Önder Çelik, Mustafa Kemal Güngör ve Emre İper yeniden hapse girdiler. Söze nereden başlayayım... Hadi 90’lı yıllara doğru gidelim... Eski binamıza, o ünlü üçüncü kata... Benim muhabirlik ve editörlük yıllarımın haber müdürüydü Hakan Ağabey... O meşhur İstanbul Haber Servisi’nde muhabirken Haber Merkezi’nde gece editörü olmamı isteyen de oydu; yıllar sonra Haber Müdürlüğü koltuğunu İbrahim Yıldız’ın odasında bana teslim eden de... O yazıişleri toplantılarına katılmadığı zaman, yerine ben girerdim... Girmediğim zamanlarda da “Türkiye ve dünya gündemini” hazırlar, birbiri ardına “bomba haberleri” sıralardım. Çok çalışırdık... Hayatımız gazete idi... Tıpkı şimdiki gibi!.. Bilgisayara olan tutkusu nedeniyle tüm gece mesaimizde Hakan Ağabey gazetedeydi. Hatta biz gece servisle evimize doğru yola çıkarken o, hâlâ bir program üzerine çalışır dururdu. Bazen şaşırırdık... İçimizden, “Ya, yine evine gidemedi, gazetede sabahlayacak” derdik... Cumhuriyet internet dünyasına adım atarken işte onun sabahlamalarının büyük katkısı oldu. Gazetede işler bittikten sonra saatlerce süren sohbetlerimizde birikimiyle bize yön verdi. Dünyayı, müziği, çevreyi önemseyen bir gazeteci. Haber müdürlüğünü bana devrettikten sonra köşe yazısı yazmaya başladı. Köşe yazıları da o müthiş birikimi yansıttı.. Silivri zindanından çıktığında odasında buluşmuş, yine saatlerce konuşmuştuk... O bana düşüncelerini anlatmıştı; ben de ona yaşadıklarımızı... Bizim yaşadıklarımız sosyal medyada paylaşılacak şeyler değildi. Hâlâ da öyle!.. Hakan Ağabey sekiz ay önce Cumhuriyet’teki veda yazısında şöyle yazmıştı: “Gerçeğin peşinde koştuk hep. Uğur Ağabey’in ölümünden sonra da sürdü baskılar, ölüm tehditleri… Sonra Ergenekon süreci... Çalkantılar eksik olmadı hiç: Tartışmalar, kavgalar, istifalar… Büyük çoğunluğu kamuoyuna yansımadı. Cumhuriyet’in zarar görmesine kimse izin vermedi. Söz konusu olan Cumhuriyet ise eğer, yaşanan sıkıntıların, öfkenin, dargınlıkların önemi yoktu. İnsanlar bu gazete için yaşamlarını verdiler. Durum yine öyle. Cumhuriyet gazetesinde, mahkeme kararı gereği yeniden seçim yapıldı. Yeni bir yönetim belirlendi. İnternette bu değişimi sevinçle karşılayanlar var. ‘Tamam iş te ne güzel oldu’ diyenler. Üzgün olanlar, tepki gösterenler de var. Benim sözüm işte o üzülenlere. Elbette üzülebilir, Cumhuriyet’e kızabilirsiniz. Gazeteye mektup yazın, tıpkı tüm haber müdürlüğüm boyunca bana yaptığınız gibi yöneticilere telefon açın, görüşlerinizi dile getirin. Ama Cumhuriyet’i almaktan asla vazgeçmeyin. Cumhuriyet sizin gazeteniz. Sahip çıkın ona. Bizler gelip geçiciyiz, Cumhuriyet kalıcı. Bugün Türkiye’de, Cumhuriyet’e her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Ben, Cumhuriyet gazetesinin olmadığı bir Türkiye’yi hayal bile edemem. Cumhuriyet’siz nefes alamayız. Emre Kongar’a yönelik bazı tweet’ler gördüm. Niye ayrılmıyorsun demiş biri. Gerçi o gereken yanıtı vermiş. Ben yine de söyleyeyim: O bir ‘Cumhuriyet yazarı’. Yönetici değil. Hepimiz gibi yapacağına kendi karar verir. Cumhuriyet kimsenin malı değil. Ve bilmeyenler için altını çizmekte fayda var: Emre Kongar, İlhan Ağabey’e çok yakın biriydi. Onun çok sevdiği bir yazardı. Bana gelince, yaşanan onca şeyden sonra gazetede kalmam artık mümkün değil. Hafta başında istifa ettim. Sessiz sedasız ayrılıyorum. Söyleyecek şey çok elbette. Ama bunun ne zamanı ne de yeri: Önce Cumhuriyet. İstinaf Mahkemesi’nin kararının ardından yeniden Silivri yolu görünmezse eğer, kızımla ilgileneceğim en çok. Ayrı kaldığımız zamanların onda bıraktığı izleri silmeye çalışacağım. Birlikte müzik yapacağız. Bizimki 8 yaşına girdi. Piyano çalmayı öğreniyor. Sanırım Nadir Nadi gibi, benim gibi o da bir ‘Mozart dostu’ olacak. Onun doğum günlerini kutlarken Uğur Mumcu’yu anıyoruz hep. Doğum günleri aynı: 22 Ağustos. Ve elbette ki Cumhuriyet okumaya devam edeceğim.” O içinde kin tutmayan bir Cumhuriyetçi, iyi bir gazeteci, iyi bir baba, iyi bir aydın. Benim ise her daim haber müdürüm... Şimdi 5 Cumhuriyetçiyle birlikte bu kez Kandıra Cezaevi’nde. Eşi Sinem’den, kızı Ada’dan, özgürlüğünden bir kez daha ayrı bırakılıyor. Hakan Kara’nın veda yazısında yazdığı gibi, “Bizler gelip geçiciyiz, Cumhuriyet kalıcı. Bugün Türkiye’de, Cumhuriyet’e her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Ben, Cumhuriyet gazetesinin olmadığı bir Türkiye’yi hayal bile edemem. Cumhuriyet’siz nefes alamayız...” Yine Hakan Ağabey’in yazdığı gibi söylenecek çok söz, yazılacak çok şey var. Ama şimdi ne sırası ne de zamanı... Önce demokrasi, hukuk ve “özgürlük”...
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle