28 Aralık 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 22 NİSAN 2019 PAZARTESİ gorus@cumhuriyet.com.tr TASARIM: SERPİL ÜNAY olaylar ve görüşler 17ve23Nisan’ınanlamı YAKUP KEPENEK Yazıya geçmeden bir noktaya kısaca değineyim. Bundan böyle zaman zaman sizinle burada buluşacağız. Bu gazetede ilk yazılarımın yayımlandığı Cumhuriyet’in 2. sayfası, ayrıca çocukluğumda ve gençliğimde benim gerçek okulumdu; Hasan Âli Yücel’in Hürriyet, Gene Hürriyet ve A. Adnan Adıvar’ın Dur, Düşün üst başlıklarıyla yazdıkları başta olmak üzere bu sayfada yazanlara ve yazdıklarına, doğrusu, çok şey borçluyum; bundan sonra yazılarımla o borcu ödemeye çalışacağım. Yazıya gelince, önemli bir noktanın altı çizilmelidir: Bu ülkenin insanı çok yorucu, ağrılı ve sancılı olsa da doğru yolu buluyor. Doğru yol, insanın aklıyla özgürleşmesi ve bunu hem birey olarak kendisi, hem de toplumu için kullanabilecek olgunluğa ve bilinç düzeyine ulaşmasıdır. Yerel seçimlerde alınan sonuçlar, doğru yolun bulunabileceğini kanıtlıyor. Yeter ki özgürleşme süreci güçlendirilebilsin. Güzel günler Büyük usta Nâzım Hikmet’in “Güzel günler göreceğiz çocuklar” dizesinde dediği gibi, içinden geçtiğimiz bu günler, geçmişin özgün birikimlerinden süzülüp gelen ve geleceğe uzanan bir yeniden silkinmenin başlangıcı olabilir. Bu konuda en güçlü aday Cumhuriyet çağdaşlaşmasının en kapsamlı atılımlarından biri olarak 17 Nisan 1940’ta kurulan Köy Enstitüleridir. 23 Nisan (1920) ise egemenliğin kaynağının gökten yere indirilerek, kayıtsız ve koşulsuz ulusun olduğunun kesinleştiği gündür. Arada yalnızca 20 yıl var; o yirmi yıl boyunca Cumhuriyet çağdaşlaş İçinden geçtiğimiz bu günler, geçmişin özgün birikimlerinden süzülüp gelen ve geleceğe uzanan bir yeniden silkinmenin başlangıcı olabilir. ması yaşama geçirildi; 23 Nisan olmasaydı 17 Nisan olmazdı. Dahası, yerel seçimlerde bu büyük sonuç alınamazdı. Cumhuriyet çağdaşlaşması, insan aklının özgürleşmesini esas alan düşünsel temelleriyle, kamu yararına işleyen kurumlarıyla; DoğuBatı ayırımı yapmadan, insan odaklı kültür anlayışıyla ve yol göstericiliğini ilke edindiği bilimselliğiyle bir bütündür. Bu bütünün en önemli öğelerinden biri olarak ülkenin köylerinde yaşama geçirilmesi çabası olan Köy Enstitüleri de çocuğun ve gencin üreterek özgürleştiği, özgürleştikçe ürettiği, karma eğitim veren, öğrenci, öğretmen, yönetici ve diğer çalışanların, 7/24 bir arada olduğu kurumlardı. Enstitülerde yalnız var olan bilgilerin öğrenilmesiyle yetinilmez, deney, gözlem ve usavurma yoluyla yeni bilgiler üretilir ve üretim sürecinde bu bilgilerden de yararlanılırdı. Öğrencinin yaratıcı yeteneklerini tam bir özgürlük ortamında geliştirmesi; Türkçenin kullanımında ustalaşmanın yanı sıra, müziğin her türünden tiyatroya, oradan resim, yontu ve spora uzanan her alanda bilinçle sergilemesi, Köy Enstitüsünün temel anlayı şıydı. El ve beyin emeğinin birlikte üretime yöneldiği enstitülerde, tam bir yönetime katılma anlayışı ya da demokrasi uygulaması egemendi. O yıllarda nüfusun yüzde 80’inin yaşadığı kırsal Türkiye’de, Köy Enstitüleri köyün üretim yapısını içinden çıkan bir güç ile değiştirmeyi ve böylelikle bağımlılık ve sömürü düzenini sonlandırmayı amaçlıyordu. Enstitüler, bu ülke insanının özgürleşmesini istemeyen kesimlerin saldırısı sonucu yok edildi. Enstitüler, yeniden?! Enstitüler, on yıla yakın bir aşındırılma sürecinden sonra 1954’te tümüyle kapatıldı. Yalnız tarihin öğrettiği bir gerçek var: Sağlam tohumlar eninde sonunda filizleniyor. Köy Enstitüleri konusunda yerel seçim sürecinde ve sonrasında yaşananlar bu tür bir canlanmanın olabileceğini bir kez daha kanıtlıyor. Eğitimi bütünüyle büyük bir çöküntü yaşayan Türkiye, çok önemli ve beklenmedik bir biçimde yeniden Köy Enstitülerine uyanıyor. Bunlardan biri, büyük beğeni toplayan Yücel’in Çiçekleri belgeseline katkı yaptığı bi linen İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun, adaylığı sırasında açıkladığı projeler arasında Köy Enstitülerine gönderme yaparak bir kent enstitüsü kuracağının güvencesini güçlü bir biçimde vermesidir. Bir diğeri, ancak hiç de ikincil sayılmaması gereken, İzmir’de yeşeren gelişmedir. 17 Nisan günü İzmir’de Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği’nin düzenlediği törende konuşan Belediye Başkanı ve Sosyal Demokrat Belediyeler Derneği Başkanı Tunç Soyer, Enstitüler yaşasaydı, köy ve kentin kaynaşacağını vurguluyor ve sözlerini “Kendi kendini doyuran bir halk olacaktık”... “açacağımız İzmir Tarım Üniversitesi’nde... Köy Enstitülerinin ruhunu İzmir’den yaymaya başlayacağız. Bu ruh Türkiyemizin dört bir yanında yeniden yeşerecek” diye tamamlıyor. Ankara geri kalacak değil ya! CHP Ankara Milletvekili Gamze Taşcıer, Hasanoğlan (Yüksek) Köy Enstitüsü’nün bulunduğu yerleşkeye, bünyesinde bilim ve sanat dallarının bulunduğu bir üniversite kurulması için TBMM’ye bir yasa önerisi veriyor. Üç büyük kentteki bu gelişmelere, eğitim yoluyla özgürleşme görüşünü benimseyen tüm yerel yönetimlerin de katılacağı ya da katılmaya çalışacakları kuşkusuzdur. Bütün bunlar, Köy Enstitüsü düşünce ve uygulamasının, elbette günümüzün Türkiye ve dünya koşullarına göre yorumlanarak, bütünlük içinde yeniden yaşama geçirileceğinin müjdecisidir. Enstitülerde işler, birlikte üretim ve özgürleşme demek olan imece yöntemiyle görülürdü. Ülke demokrasisini güçlendirecek daha güzel günler için yeniden imeceye! 31 Mart’ta kazanmanın ve kaybetmenin nedenleri HİLMİ TAŞKIN / Eğitimci/Yazar Nihayet Ekrem İmamoğlu mazbatasını aldı ve göreve başladı. 31 Mart tarihinde yapılan seçimlerin kazananı idi. YSK, 1 Nisan günü böyle açıklama yaptı. Cumhur İttifakı adayı Binali Yıldırım ise kaybedeni oldu. İmamoğlu, itirazlar nedeniyle mazbatasını 16 gün sonra aldı. 16 gün büyük bir demokrasi mücadelesi verildi. Oy torbaları gece gündüz beklendi. Hem de her ilçede... Nihayet Maltepe’de sayım çeşitli engellemelere rağmen tamamlandı ve demokrasi kazandı. Milli irade kazandı. Hukuk kazandı. 16 gün süren kararlı mücadele sonunda 16 milyon İstanbullu kazandı. Türkiye kazandı. Yüzler güldü. Ekrem İmamoğlu neden kazandı, Binali Yıldırım neden kaybetti? Bu soruya yanıt arayalım. Önce bir tespit yapalım. Binali Yıldırım, Cumhur İttifakı’nın İBB adayı idi. Fakat gölgede kaldı. Asıl aday adeta AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’dı. Sadece İstanbul’da değil, her yerde Millet ittifakı adaylarının rakibi Erdoğan kendisi imiş gibi çaba harcadı. Çok çalıştı. Yerel seçimlerin en çok çaba harcayan ismi oldu. Ülkeyi adeta il il, ilçe ilçe dolaştı. Bir günde çok sayıda miting yaptı. Neredeyse her akşam TV programlarına katıldı. Buna rağmen İstanbul, Ankara, Antalya, Adana, Mersin, Bolu ve Kırşehir kaybedildi. Sadece Binali Yıldırım, Mehmet Özhaseki, Nihat Zeybekçi, Menderes Türel kaybetmedi, Erdoğan da kaybetti. Mersin’de Hamit Tuna, Adana’da Hüseyin Sözlü kaybetmedi, Bahçeli de kaybetti. Peki neden? Seçmen, sert ve azarlayıcı siyasal dilden bıkmıştı. Her ak Seçmen, sert ve azarlayıcı siyasal dilde, her akşam evinde ekranlardan adeta azarlanmaktan bıkmıştı. Tenceresini, çocuklarını ve onların geleceğini düşündü. şam evinde ekranlardan adeta azarlanmaktan bıkmıştı. “İllet”, “zillet” sözlerini doğru bulmadı. Ötekileştirici, ayrıştırıcı dili benimsemedi. Meral Akşener’i hapisle tehdit etmeyi yanlış buldu. Kılıçdaroğlu için idam sehpası gösterilmesine tepki gösterdi. Hüsamettin Cindoruk’a söylenen sözleri kabullenmedi. Ve tanzim satış kuyrukları için söylenen “varlık kuyruğu” sözünü de kendisi ile dalga geçiliyor, alay ediliyor diye algıladı. Seçmen, yandaş kanallardaki tartışmalardan bıktı. Taraflı yayın anlayışını doğru bulmadı. Çok kanallı tek sesliliğe onay vermedi. Her gün benzer manşetlerle çıkan yandaş gazeteler ile yapılmaya çalışılan toplum mühendisliğine ve algı yönetimine tepki gösterdi. Tarım Bakanı’nın “paramız var da ithalat yapıyoruz” sözüne anlam veremedi. “Yoksulluğumuz ile dalga geçiliyor” diye düşündü. “Neden biz üret miyoruz” diye düşündü... Aynı Bakanın Taşova’da muhalefete “...bu adiler..” demesine, İsmet Yılmaz’ın AKP adayına oy verenlerin “Ruzi mahşerde berat belgesi” almış gibi olacağı sözlerine anlam veremedi! İçişleri Bakanı Soylu’nun sert sözlerini kabul etmedi. Ve her gün ekmeğinin küçüldüğünü yaşayarak gördü. Tenceresini, çocuklarını ve onların geleceğini düşündü. Cüzdanını düşündü. Kendi yoksulluğuna rağmen, asıl “kaymak tabakanın” lüks ve şatafat içinde yaşamını gördü. Artan enflasyonu, işsizliği, yoksulluğu ve yolsuzlukları düşündü. Satılan, peşkeş çekilen fabrikaları düşündü. Kentlerin beton yığınlarına dönüştürüldüğünü yaşayarak gördü. “İstanbul’a ihanet ettik” sözünü kulakları ile duydu! Kent rantının yağmalanmasına tepki gösterdi. Ve “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin” yanlışlığını kı sa süreli uygulamasından anladı. Cumhurbaşkanı’nın aynı zamanda bir partinin genel başkanı olmasının hangi sıkıntılara yol açabileceğini anladı. Toplumun ayrıştırılmasına tepki gösterdi. İmamoğlu etkisi... Bu aşamada karşısında Ekrem İmamoğlu gibi bir siyasetçi gördü. Yüzü gülen, kucaklayıcı, samimi ve siyaset dili ile kamuoyunun ilgisini topladı. Kimseyi ötekileştirmedi. Kimsenin kalbini kırmadı. Toplumsal barışa vurgu yaptı. “İstanbul İttifakı” dedi ve kendisinin bu ittifakın adayı olacağını söyledi. Tanıdıkça İstanbul halkı sevdi. Ülke halkı sevdi. Hak ettiğini de aldı... Ekrem İmamoğlu hem seçim sürecini hem de seçim sonrasında 16 gün süren “demokrasi mücadelesi” sürecini de çok iyi yönetti. İstanbul’a başkan, ülkeye umut oldu. Ekrem İmamoğlu’nun, devir teslim töreni sonrasında Saraçhane’de toplanan halka yaptığı konuşmada söylediği iki cümleyi önemsedim. Teki, “Allahım beni aileme, doğduğum, büyüdüğüm bu topraklara, milletime ve büyük Atatürk’e mahcup etme” sözüdür. Diğeri ise, “Bu şehrin nimetlerini ganimet yapmak artık yok” sözüdür. Yıllardır kentlerin rantı “ganimet” yapıldı, yağmalandı. Şimdi ona “dur” denilecek. Ve o “ganimet” anlayışı ile yağmalama yerine ne yapılacağını da Saraçhane’de şu sözleri ile ifade etti: “Kimsenin üşümesine, aç kalmasına, bu şehirde fırsat tanımayalım. Bu şehrin ezileni olmayacak.” Sanırım neden kazanıldı, neden kaybedildi çok net anlaşılıyor. Umarım kaybedenler bir muhasebe yaparlar. Suçumuz insan olmak... Günlerden cumartesi... Akyaka’da Garipler Sokağı’ndayız... Bir yanımız hüzün dolu, bir yanımız umut... “İyi bir adamın” sonsuzluğa gidişinin ardından Cumhuriyet bir kez daha Muğla’dan doğuyor... Oktay Akbal’ı doğum gününde büyük bir özlemle anarken omuzlarımızdaki büyük yükün ağırlığını hissediyoruz... Birbiri ardına konuşmalar. Yunus Nadi, Nadir Nadi, İlhan Selçuk, Turhan Selçuk, Melih Cevdet Anday, Oktay Ekinci sanki aramızda, Oktay Akbal’ı arıyor... Tam o sırada Ali Ağabey’in (Sirmen) anısıyla kendimize geliyoruz... “Acı tatlı birçok anımız oldu. Ama bir Adana pavyonunda yaşadığımız o en unutulmazını bir kez daha paylaşmak isterim. 1980’li yılların ikinci yarısında bir gün Adana’da birlikte kitap imzasına gitmiştik. O gün imza yapıldı, akşam kebap yendi, rakı ve şalgam suyu içildi. Gecenin bir saati geldi, hepsi bitti. Adana bürosundaki arkadaşlar ‘Burada âdettir, şimdi de pavyona gideceğiz’ dediler, Oktay Akbal’ın itirazlarına karşın direttiler. Sonunda Adana’nın pavyonlarından birine gidildi. Ve kapı açıldıktan itibaren aşağıda anlatacağım olaylardan hepsi birbirini izledi. Önde uzun saçlarıyla Oktay Akbal olmak üzere içeri girdiğimizde solumuzdaki bir masada kitap yığınları, gazete tomarları üzerine kapanmış olan bir adam kafasını kaldırdı ve karşısında ünlü yazarımızı görünce hayretle çığlık attı: Aaa! Balzac gelmiş! O sırada biraz ötemizde, konsomatris olduğunu sandığım, balık etinde bir hanım Oktay Akbal’a bakarak gülümsedi: ‘Şair dostlarım!..’ Arkadaşlar hanımı görünce Oktay Akbal’a masamıza davet etmemiz gerektiğini söylediler. Oktay Akbal itiraz etti: Neden? Konuşmayı duyan hanım yanıtı yapıştırdı. Çünkü ‘yalnızlık bana yasak’. Oktay Akbal, sohbet ederiz, çok okumuş biridir diyen arkadaşlara itirazlarını sürdürüyordu: Ne konuşacağız ki?.. Hanım yine bulunduğu yerden laf atmayı sürdürdü. Öyle demeyin Oktay Bey ‘insan bir ormandır’. Oktay Akbal’ın bu edebiyat meraklısı hanıma direnecek hali kalmamıştı, boyun eğdi: Buyurun Hanımefendi! Kadın sevinçle haykırarak masamızdaki yerini aldı: ‘Yaşasın edebiyat!’ Keyifle sürdürdü: Biz de böyle doğmadık Oktay Bey, her şey sonradan bozuldu. Ama ‘önce ekmekler bozuldu’. Bir türlü hızını alamıyordu: Asıl suçumuz ne biliyor musunuz?.. Hiçbirimizin cevaplamasına fırsat vermeden kendi yanıtladı: ‘Suçumuz insan olmak.’ Artık iyice keyiflenmiş olan Oktay Akbal laf açılsın diye sordu: Hanımefendi, nerede oturuyorsunuz? Kadının cevabına artık şaşırmadım: ‘Garipler Sokağı’nda. Baktım ki, sohbet ‘İstinye suları’ndan tehlikeli sulara doğru yol alıyor, müdahale ettim: Oktay Akbal artık yeter, sonra yarın Ayla’lar hesap sorar. ” İyi ki doğdun Oktay Akbal... Sen çok yaşa Cumhuriyet!... ÇGD Ödülleriyle gururlandık... Cumhuriyet ailesi olarak geçen hafta bir kez daha mutlu olduk. Çağdaş Gazeteciler Derneği (ÇGD) tarafından geleneksel olarak her yıl verilen “Yılın Başarılı Gazetecileri Ödülleri”nde 5 arkadaşımız 3 dalda ödüle layık görüldü. Yazarımız Ataol Behramoğlu, Pazar Dergi Yayın Koordinatörümüz Hilal Köse, foto muhabirimiz Vedat Arık, yargı muhabirimiz Alican Uludağ, eğitim muhabirimiz Ozan Çepni’yi kutluyoruz. Daha nice manşetlere, ödüllere... Okurlarımıza içten teşekkürler Köy Enstitülerinin kuruluşunun 79. yıldönümünde gazetemizle birlikte verdiğimiz “Tonguç’un Kitapları”na yoğun ilgi gösteren okurlarımıza bir kez daha içten teşekkürlerimizi sunuyoruz. Kitapçığa ula şamayan okurlarımız bu hafta içinde “Tonguç’un Kitapları”nı İstanbul’daki merkez binamız ile Ankara ve İzmir bürolarımızdan temin edebilirler. Cumhuriyet kültür armağanlarını vermeye devam edecek...
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle