18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
8 8 MART 2019 CUMA DİZİTASARIM: İLKNUR FİLİZ ‘Ali’nin hı hı dediği...’ Gezi İddianamesi tüm ayrıntıları ile nihayet ortaya çıktı. Ve Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en ibretlik dönemlerinden biri olan son 17 yılda hazırlanmış “intikam iddianamelerinden” biri olarak, ülkemiz ve dünya hukuku tarihindeki müstesna yerini almış bulunuyor. Neresinden tutsanız elinizde kalacak bu 648 sayfalık iddianame, yukarıda da belirttiğim gibi “dönemin ruhuna” uygun bir anlayış ve üslupla yazıldığı belli olan bir metin niteliğinde. Bu ruhu ve bu niteliği tarif etmek gerekirse, aşağıda sayacağım (ve geçmişteki Balyoz, Ergenekon, OdaTV, Askeri Casusluk, Cumhuriyet Gazetesi vb. davalarla örtüşen), ifadeleri andırır evsafta değerlendirme ifadeleri (mealen) sıkça kullanılmış: Bize öyle geliyor ki... Adeta... Öyle anlaşılıyor ki... Öyle değerlendirmek lazım... Basında yer alan haberlerden anlaşılıyor ki... Olsa olsa şunu yapmak istemişlerdir... Kesin öyledir canım... Yukarıda atıfta bulunduğum geçmiş “kumpasintikam” davalarının ruhu ile akraba olduğu anlaşılan iddianamenin ruhu, tam da “Zaten hüküm malum. Şuna uygun ne toplayıp, bir kaba doldurup da üzerlerine fırlatırsak kârdır” mantığına uygun görünüyor. O kadar ki, sözüm ona “olağanüstü hassas delil toplama” faaliyetine dayanak teşkil edecek biçimde, emniyet birimlerinin “Teknik Takip” (gizli dinleme) tapelerinde sık sık şöyle bölümler dikkat çekiyor: “Ali’ın hı hı... dediği...” veya “Can’ın he he...” dediği.. gibi trajikomik satırlar da bolca (toplasan önemli bir sayfa adedine varır) yer almış ve iyice eğlendirici bir metne dönüşmüş. İtiraf etmeliyim ki, He he.. hı hı’lar harika bir okuma sağlıyor. İşin bu yanını, tarihin mizahi notları arasına bırakarak sadede geleceğim: Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 34’üncü maddesi, toplantı ve gösteri yapma hakkını, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ile olabildiğince uyumlu biçimde şöyle düzenlemiştir: “Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir. Toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı ancak, milli güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlığın ve genel ahlakın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması amacıyla ve kanunla sınırlanabilir. Toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkının kullanılmasında uygulanacak şekil, şart ve usuller kanunda gösterilir.” Özgür ve demokratik bir toplum iddiasındaki bir ülkede her yurttaş, örgütlü ya da örgütsüz biçimde (bunun altını çizin) hoşnutsuzluğunu bireysel ya da toplu biçimde dile getirmek, bu amaçla, kamuya açık ya da kapalı alanlarda yıkmadan dökmeden, silahsız barışçıl eylem yapmak hakkına sahiptir. Bu hakkın kullanımı için kimseden izin almaz. Kaldı ki, Gezi’nin örgütsüz olmasını bir “artı masumiyet unsuru” gibi savunanlara itirazımı, “En eksik ve hatalı yanı tam da buydu” diye kayda geçirmek isterim.  Gezi Direnişi diye anılan eylemler silsilesi de kendiliğinden gelişmiş ve “etkitepki zinciri” içinde giderek büyümüş yaygın bir “hak kullanımı” süreci olarak kabul edilmelidir. Bu hakkın kullanımını da “Falanca kişi en ön saftaydı, filanca kişi ile fişmekân arasında şöyle bir telefon görüşmesi geçmiş” diye karalamaya lekelemeye ve yasadışı göstermeye çalışmak abestir. Abes olmanın da ötesinde, “Bunu ağır cezalandırmazsak, tekrar ederler, başımıza iş alırız” korkusunun bir tezahürüdür. Burada, o günlerde meydanları sokakları doldurmuş kadın, erkek, gay, lezbiyen, trans, çoluk çocuk, yaşlı, genç belki de on milyonlarca insanın önemli bir sorumluluğunu da hatırlatmak isterim. Mahut iddianamenin “suçlananşüpheli” listesindeki 16 kişinin, bu davada yalnız bırakılmaması, “O günlerde orada” bulunmuş herkesin bu insanlara sahip çıkması tarihi bir insanlık ve yurttaşlık görevidir. Bunu yapamıyor ve “Ben de oradaydım. Çünkü bu bir haktır ve geleceğe çocuklarımıza bırakacağımız onurlu bir mirastır...” diyemiyorsak, yazıklar olsun bize, hepimize... Sağlıkçılardan 8 Mart çağrısı Ankara Tabip Odası Kadın Hekimlik ve Kadın Sağlığı Komisyonu, Ankara Kadın Diş Hekimleri Komisyonu, Ankara Veteriner Hekimler Odası Kadın Komisyonu, Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES) Ankara Şube Kadın Sekreterliği, kadın komisyonları tarafından 8 Mart Dünya Kadınlar Günü öncesinde toplumsal cinsiyet eşitliğine dikkat çekmek için yapılan açıklamada; 2018’de 255 kadın ve 20 çocuğun öldürüldüğü, 516 kadının seks işçiliğine zorlandığı ve 347 kız çocuğuna cinsel istismarda bulunulduğu kaydedildi. “Toplumsal cinsiyet eşitliği olmadan sağlıklı bireyler olmaz, sağlıklı bir toplum olmaz” ifadelerinin yer aldığı açıklamada, “Başka bir dünya olanaklıdır” sloganıyla meydanlara çağrı yapıldı. lANKARA/Cumhuriyet DİSK Başkanı Arzu Çerkezoğlu, kadın düşmanlığının neden arttığını yorumladı Özgürleşmeye tepkiMArT6 8KADIN Enver Aysever İşçi sınıfı mücadelesi her dönem güçtü, AKP’li yıllarda dalgalı seyir izledi ve daha karmaşık hal aldı. Karşımızda muhafazakâr olduğunu savlayan, sonuna dek kapitalizme uyumlu iktidar bulduk. Arzu Çerkezoğlu ile mücadele alanlarında rastlaşırdık önce, sonra yayınlara konuk oldu. Günün birinde DİSK’in başkanı olarak bir kadını görme hayalini o zaman kurmuştum. Dirençle devam etti yoluna Çerkezoğlu, şimdi bu değerli koltuğa, tarihin en ilginç aktığı dönemlerde oturdu. DİSK genel merkezinde söyleştik. Gezi günlerini andık ve yeniden Taksim’de “1 Mayıs” kutlayacağımıza dair söz verdik birbirimize. Büyük bir sorumluluk n Gerçekçi olmak gerekirse emek hareketi de maalesef erkeklik zaafla dknfrrltstlrkkarbdksrtğdflkrdnböaldSaieaıııuaiuaiiıiıllrıiaaıaaaauaaiıe.nnnnnmnnınmrnra,grT.mobryldvlvşBzşıılikçdiilamtdhülüEnndvsieueenkaıaömhahiuhöaalürranraateköemrşsmmrusşuleerleltbbdnkksnynustigbbrınııtmeaorslasgrçinşüiıtieaüueayeüâdaon,etripglunlşaeeatinıanataedkmlarnekğtimyeküümvlynnrzünekllemsşrbundıil.giueaeivrerçleneşhaniavıiçdsabuenmabMlhedmnmaaenençllspmteilüsüoalesülecümnaeepsniırdıbbruiecsoliyrenileirr,ykernddt,eyıdocaenaünaalekybreideünesdüslieansue,zalreldş.dkyd,otaienoeısmnadkesizs.fsiykkrnciSeürbiDdneno,ebaknolnlaivaBkai.açaıieriziantoktımdbdirnİadelfdşğnzyöaikauBnrsirbSnnutröilnnççseşdiiiizdbigıüikaıöaiKaykukişömnnnn,iiiaçsnaniükıieçrcyşyyşaoçanüiaarölnr’keedlıirkzeaiçalliıalleilbö.plnnlresrraulnşmeıeamleselildaaktnazAgaieııimdlat.ydcdolnonğrrnyeğehnaışeüiçşu.aeeyaeıalrıliulliatı.şakemnnktkğensemlraı,kimeylraaımuldtyeaadyödraasknemnrusrteıirtamlbüğzıeaııbyidloıdyuınşellıi“ğvzlaşuaiig,açbkizavç,rağaıesKhtirKdeyiimlosrnşeimiımioebgatçauasenlsşnçıaladdaesaieıupknkzlraeeiuftilanieıddna.ddizlıglnaddiodşmtrylaıdzzıi?diziaıeieıpğıeaçilrnrağinrimlibldelıiğeueoemçrieişmtğrlevşlbyrççgkekratnkkmieniaissmıeıoaıgreöyauiaaiaıir.tnrraltaBzlkdnıeori”nmldddtesııklayeşbkenzoaimnluşaıaıdreadimdatgaennnakplariglraiıezdındaesnz,earlnlieçrüandfbidaeıunh.mıklbmeğğsığysnnınriiükmlaumektnrıiamıkieağlaidşannktaahynssaeeüoidyil.ıardıaükdgnlnbbpyııöroiılenaekalikinluonirakçrurimmlkdmdBlsctsylçdddlrlsrtzleıiaaiayküiaueıemiaeaiba.leaıııinmullceırşrşaınnnnaedmkrnkiyntkşDüşegıı3iıknşhcsşekdkallıclaaan.dylaıbtüİkaanehai’mvbilaeanieklümlküSdioyliiyrrerlkdnieleriorkhkekçsanralKdıaaııilröeıcdııorçerıtinnyaii.d1gdrlğkninmgenrlaiiaoyerooellÖdıaAülk0nıı;aşsaenensiıeelnlfidrlnarılfıdviiaşrsaoagdmiRladişıeekşuamtkldlynikiçyenudryrbeıasnıairrı’keyla.naeaueaiılneyinuraıiğicienirçırnndedlAyztrsnkçlğnohaşıcdueırikeakdıatyidıilnoeçliilstrekdlrağeannilieaerainıdüteearğt,dğışgisğimsyii,akodezşkd.nşdrb,dzziinççiiçaagigsçşırinmlzaliKıidiiüeaeuüodyrylsdeaatentüaananmittoiedlsaaklıaçaşaoresrlllıeçeşdknkydillıktieüüayiaşnpiryy6ezaim,aşrkıukleıaaea,alrkıckümanilaf.mrg’knıstmakrarığrinriglnsrsşânacldAlöoağaıuşadüddeiaaandeiidtarrkdiaşrrıişkıymıtllııc.zeaıeerana,alnşzatenı dirirsiniz? Bu bağlamda eleştirel bir okumayı iki taraflı nasıl yaparsınız? Ekonomik liberalizmin, demokrasiden kadın haklarına kadar bir dizi alanda pozitif bir etki yaratacağına dair iddianın ortaya atılmasının üzerinden epey zaman geçti. Bu 1990’larda hegomonik bir söylemdi ancak 2001 krizi, 2008 krizi ve nihayetinde neoliberal politikaların, neoliberal stratejinin aşamadığı ve hatta aşamayacağı anlaşılan krizi ile beraber bu tez zaten gücünü kaybetti. Bugün tüm dünyada kadın mücadelesi ile emek mücadelesinin birbirine yakınsadığı bir dönemden geçiyoruz. Bugün kadın mücadelesi toplumu dönüştüren önemli bir güç olarak varlığını kabul ettirmiş duruda. Kadınlar, neoliberalizme karşı mücadelede de önemli mevziler yarattılar. Kadın hareketinin kendi içinde de neoliberal tezlerin eleştirisi yeniden yaygınlaşmaya başladı. Tüm dünyada kadın işçiliğinin alabildiğine güvencesizleşmesiyle birlikte işçi direnişlerinin en önünde işçi kadınları görüyoruz. Yine tüm yağma ve talan politikalarına karşı direnişlerin en önünde kadınları görüyoruz. Ormanına sahip çıkan Karadenizli kadınlardan, doğasına suyuna sahip çıkan Cerattepeli kadınlardan zeytin ağaçlarının başında gece gündüz nöbet tutan Yırcalı kadınlara kadar... Neoliberalizmin kadını daha da güvencesiz işlere mahkum etmesine karşı, kamusal hizmetlerin piyasalaşmasıyla bakım emeği başta olmak üzere ev içi emeğin kadının sırtına yüklen n “Kadın” olmak başlı başına bir er Elbette genel olarak tüm kadınların mesine karşı tüm dünyada kadın mü dem, nitelik sayılabilir mi? Söz geli bu sorunlarını, özel olarak da işçi ka cadelelerini görüyoruz. Ben eleştirel mi ırkçı biri salt kadın olduğu için de dınların yaşadığı sorunları bir örgütlen bir okuma yapacaksam, sermayenin ğerli sayılabilir mi? Çiller de kadındı, me ve mücadele alanı olarak gören ka bu vahşi düzenine karşı yükselen mü Behice Boran da. Emek, sınıf hareketi dınlar olduğu gibi, tam da bu sorunları cadeleleri, işçi mücadelelerini, kadın bağlamında değerlendirir misiniz? derinleştirecek saflarda yer alan kadın mücadelelerini, kentlerin ve doğanın Kadın olmanın bir dizi eşitsizliği ve lar da var. Tansu Çiller ile Behice Boran yağmasına karşı mücadeleleri birleş adaletsizliği beraberinde getirdiği bir bu ikilemin iki ucunda yer aldılar. An tiren, yakınlaştıran değil, birbirinden toplumda yaşadığımız açık. Aslında ka cak bu, kadınların yaşadığı eşitsizlikleri kopartan, uzaklaştıran politik yakla dın veya erkek olmak bir “erdem” ve ve ortak sorunları ortadan kaldırmıyor. şımlara, erkek egemenliği ile bütünle ya “nitelik” değil, tarihsel olarak kurul n Devrimci hareket ile feminist şen sermaye iktidarlarına dair eleşti Yenilenme bir ihtiyaçmuş toplumsal cinsiyet kalıplarıdır. Öte ler arasındaki ilişkiyi nasıl değerlen rel bir okumayı tercih ederim. n Kimliklerin öne çıktığı bir süreci yaşıyoruz. İşçi sınıfı sürekli tartışma dışında kalıyor. Sendikal hareket bunca güç yitirmişken yeniden bir tarif gereksinimi var mı? Hâlâ kadın işçi, erkek işçiye göre artı bir haksızlık yaşıyorsa, buradan yeni okuma yapmak mümkün mü? Sondan başlarsak, mümkün ve gerekli. Evet kadınlar daha az ücret alıyor, daha az sendikalı, daha güvencesiz çalışıyor, çalışma hayatında mobbingten tacize birçok sorunla daha fazla karşı karşıya kalıyor. DİSKAR’ın Türkiye’de Kadın İşçi Gerçeği araştırması, kadınların çalışma hayatından memnun olmama gerekçesi olarak düşük ücret, uzun çalışma saatleri ve fazla mesai olduğunu açıkladı. Bu özel sorunları özel bir mücadele alanı olarak örgütleme sorumluluğumuz ortadadır. İşçi sınıfı mücadelesinin gücünü yitirmesinin sebebi olarak kadınların, kent ve doğa savunucularının ya da diğer ezilen toplumsal kesimlerin mücadelelerinin yükselmesini gösteren yaklaşımları sorunlu buluyorum. Tersine bunların tamamı nın neoliberalizme karşı sınıf mücadelesinin çeşitli görünme biçimleri olduğunu, sınıfın hiçbir zaman katmansız, tek biçimli, homojen olmadığını vurgulayabiliriz. Kapitalizmin krizine karşı geliştirilen neoliberal toplum tasarımı, nicel olarak hızla büyüyen işçi sınıfını toplumsal, politik bir aktör ol maktan çıkarmayı hedefliyordu ve 1970’lerin sonlarında başlayan bu örgütsüzleştirme, sendikasızlaştırma saldırısına karşı, dünyada da Türkiye’de de ciddi bir direnç geliştirilemediği, bu politikaları tersine çevirecek bir politika geliştiremediğimiz açık. Ancak sınıf mücadelesinin kendi kanallarını açarak yeni bir kuruluş sürecinden geçtiği de ortada. Bu noktada aslında sınıf mücadelesinin bütününün tüm bu yeni zengin kanalları da içerecek biçimde yeniden kurulması gerektiği ve önceki döneme ait örgütlenme araçlarının ve yöntemlerinin bugünü karşılamakta tek başına yeterli olamadığı da ortada. Sendikalarımızdan si yasi partilere kadar, eski yapılarıyla tam da bu bakımdan yeterli olamadığı ve bir yenilenmeye ihtiyaç olduğu ve bu yenilenme ihtiyacını hayatın zorladığı da ortada. Çalışma yaşamına daha eşitsiz biçimde eklemlenen yeni işçi kitlelerinin, özellikle kimlikleri, yaşları, cinsiyetleri, inançları, memleketleri vs. nedeniyle daha eşitsiz koşullarda çalışma ve yaşam mücadelesi verdiklerini de görüyoruz. Bu noktada sendikal hareketin içinden biri olarak eleştiriden çok özeleştirel bir değerlendirme yapmayı daha doğru buluyorum. n Aşırı milliyetçi, dinci siyasal dil, kadınları doğrudan hedefe koymakta. Kadın cinayetleri örneğinde olduğu gibi, kadını eve, aileye iten anlayışa karşı nasıl bir mücadele öneriyorsunuz? Aslında yükselen kadın düşmanlığını, özünde kadının özgürleşme eğilimine karşı bir reaksiyon olarak görüyorum. Kadınlar eskisinden daha fazla çalışma yaşamına, toplumsal yaşama, sendikalara, siyasete girmek için ciddi adımlar atıyorlar. Örgütlü adımlar atıyorlar. Baskının en yoğun olduğu ortamda sokaklara çıkıyorlar, meydanları özgürleştiriyorlar. İşçi direnişlerinin en önünde yer alıyorlar. Egemenlerin bunu bir tehdit olarak algıladığı ortada ve açık söylemek gerekirse bu adaletsiz, baskıcı sömürü düzenine karşı bunun ciddi ve umut verici bir tehdit olduğunu kabul etmek gerekiyor. ‘KADDAINHIANTDRUARJUİKM’ U n Dünyada ve elbette ülkemizde yeni sorunlar var. Göçmenlere yönelik dil, ırkçılık artıyor ve burada kadınlar ayrı yük taşıyor. Taciz, tecavüz, alınır satılır olmak, ucuz emek meselesi kadınlar ölçüsünde çok acı sonuçlar doğuruyor. Yeni Türkiye’yi nasıl değerlendiriyorsunuz? Göç ve göçmen emeği meselesi bugün ülkemizde ve dünyada çok ciddi bir gündem ve mücadele başlığı haline gelmiş durumda. Göçmenlerin, gittikleri ülkenin emek piyasasında yaratacakları sonuç, tamamen bir mücadele yaklaşımına bağlı. Göçmenlere yönelik ırkçılık, eşitsizliği ve ayrımcılığı derinleştiriyor, göçmen emeğini değersizleştiriyor ve sonuçta bu emek piyasasının bütününde emeğin değersizleşmesine yol açıyor. Dünyada sendikal mücadelenin tüm deneyimleri göstermiştir ki, göçmen emeğinin emek piyasasına entegrasyonunda eşitliğin sağlanması, sadece göçmen emeğini değil, işçi sınıfının tamamını korumuştur. Kadın göçmenlerin ve çocukların durumu maalesef çok daha trajik. Sadece emek güçlerinin değersizleşmesinden bahsedemiyoruz. Söz ettiğiniz gibi, köleliğin yeniden ortaya çıktığı, insanın sadece emeğinin değil bizzat kendisinin alınıp satıldığı piyasaların oluştuğunu görüyoruz. Bu elbette çok acı. ‘tİyeişhvailk’eşdiidydoetri n Hukuk diyeceğim, siz de güleceksiniz. Saray hukukunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Kadınlara yönelik suçlarda ayrıca hoşgörülü (!) davranan mahkemeleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Yeni Türkiye hukukunu nasıl tarif edersiniz? Hukuk sürecini sadece savcının iddianamesi ve mahkemenin gerekçeli kararından ibaret görürsek yanılırız. Aile içinden, sosyal çevre baskısına, feodal ilişkilerden kamunun içindeki hâkim anlayışa kadar sürecin kendisinin kadınların aleyhine olduğunu bilmek lazım. Bu zaten böyleydi. Tarafların tutumu, toplumun ayıplama potansiyeli gibi toplumsal faktörler hukuksal süreçleri kadın açısından en başında adaletsiz kılar. “Saray hukuku” ise tüm bunların üzerine muhalifleri düşman hukuku ile adil bir yargılamaya tabi kılmadan cezalandırmaya çalışıyor. Kadınların toplumsal hayattaki varlığını ya da aktif varlığını başlı başına muhalif bir tutum olarak gören bu anlayışın “kadına yönelik şiddet” başta olmak üzere her konuda kadınların aleyhine bir hukuk sistemini hâkim kılma çabası içinde olduğu görülüyor. Sokaktaki şiddet, çalışma hayatındaki şiddeti doğuruyor; şiddeti meşrulaştırmaya yönelik iktidar söylemleri, şiddetin alenileşmesine yol açıyor. Kadına yönelik şiddete dair davalarda kararların ertelenme eğiliminde ise artış var. İndirim uygulanan davalarda en sık tekrarlanan cezasızlık ise indirimi, oluyor. İyi hal indirimi şiddeti teşvik edecek boyutlara ulaşmış durumda. “Yeni Türkiye” kadına yönelik şiddetle mücadele konusunda başarısızlığını sürdürüyor. YARIN: Selda Bağcan C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle