28 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 16 KASIM 2019 CUMARTESİ [email protected] TASARIM: SERPİL ÜNAY olaylar ve görüşler Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti 36 yaşında Tugay ULUÇEVİK / Emekli Büyükelçi 16Kasım 1983 Çarşamba sabahı Türkiye’deki gazeteler, şu veya benzeri manşetlerle çıkıyordu: “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ilan edildi Çözüm için zorunlu karar” (Cumhuriyet), “KUTLU OLSUN” (Tercüman), “GURUR GÜNÜ” (Hürriyet), “Mutlu Son” (Güneş), “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti kuruldu KUTLU OLSUN” (Milliyet), “Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni selamlıyoruz” (Son Havadis), “Ve Kıbrıs KTFD, artık bağımsız!” (Milli Gazete), “Ankara, Denktaş’ın yanında yer aldı” (Günaydın). Bir gün önce 15 Kasım 1983 Salı sabahı erken saatlerde Nejat Konuk başkanlığında olağanüstü toplanan “Kıbrıs Türk Federe Devleti” (KTFD) Meclisi’nde KTFD Başkanı Rauf R. Denktaş Kıbrıs Türk halkı adına Bağımsızlık Bildirisi’ni okumuştu. Meclis, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin kuruluşunu ve Bağımsızlık Bildirisi’ni onaylayan 50 sayılı kararı oybirliğiyle kabul etmişti. Böylece Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti bağımsız ve egemen bir devlet olarak doğmuştu. Türkiye, aynı gün akşamüstü KKTC’yi resmen tanıdığını açıklamıştı. Soysal: Başlangıç noktası İşte Türk basını bağımsız yeni bir Türk devletinin doğuşuyla yaşanan bu tarihi olayın haberini, ertesi gün milletimizin yaşadığı heyecanı ve mutluluğu, duyduğu gururu yansıtan başlıklarla veriyordu. Gazetelerde çeşitli köşe yazıları, yorumlar da yer alıyordu. Bunlardan birinin kupürünü arşivimde özenle muhafaza etmekteyim. Bu kupür, birkaç gün önce aramızdan ayrılan Mümtaz Soysal’ın 16 Kasım 1983 tarihli Milliyet’in 2. sayfasındaki “Açı” isimli köşesinde “Mum” başlığıyla çıkan tarihi yazısına aittir. Her zamanki akıcı ve berrak üslubuyla Mümtaz Hocamız şunları yazıyordu (kısaltarak aşağıya alıyorum): “Saint Hilarion Kalesi, Girne’nin güneyinde, sipsivri kayalar üzerine kurulmuş bir masal kulesi gibi yükselir. Bunca yükseklikten aşağılara, yemyeşil ovaya, mavi denize ve beyaz bulutlara baktınız mı uçacak gibi olursunuz... Yıllar yılı Saint Hilarion uçurumlarından aşağıya, üzerinde kendilerine insanca yaşama hakkı tanınmamış topraklara bakan Kıbrıslı Türk mücahitlerinin gözleri endişe ve kuşku do Atatürk’e bağlı olan Kıbrıs Türk halkının da kendi bağımsız ve egemen devletine sahip çıkacağına yürekten inanıyorum. Çözüm aranacaksa, bunun Ada’da eşit statüde iki egemen ve bağımsız devletin varlığı gerçeğinden hareketle yapılması gerektiği görüşümü bu vesile ile de tekrarlıyorum. 16 Kasım 1983 tarihli Cumhuriyet gazetesinin 1. sayfası. luydu. Orayı yenilmezliklerinin bir simgesi olarak ellerinde tutuyorlardı, ama adanın yavaş yavaş ellerinden kaydığını, kendi insanlarının oradan oraya iteklendiğini, horlandığını, ezildiğini görmekteydiler. Sayıca az oldukları için adam yerine konmayan, yönetim dışına itilen ve yavaş yavaş da ada dışına sürülmesi düşünülen insanların toplumu olmuştu onlarınki. Yıllarca denizin ötesinden bir şeylerin gelmesini beklediler. Magosa Kalesi’ndekiler, Erenköy’dekiler gibi. Bir şeyler geliyordu da: Bazen para, bazen birkaç hafif silah, bazen söz, bazen birkaç kişi. Ama karşı taraf bütün bunların yetersiz kalacağına, adanın bir gün mutlaka ‘büyük Elenlik dünyası’nın tam parçası olacağına kendisini öyle inandırmıştı ki zaman zaman ve yer yer Türk mevzilerine yöneltilmiş büyük hoparlörlerden Türkçe olarak ‘Bekledim de gelmedin’ şarkısını çalabiliyordu. Utanmadan... Kısaca şu söylenebilir: O durumdaki Kıbrıs’ın bugünün ‘İki Cumhuriyetli Kıbrıs’ı’ olmasına yol açan olaylar zincirinde ne varsa, Sampson darbesinden 20 Temmuz çıkartmasına, Birleşmiş Milletler oyunlarından Ledra Palas çıkmazlarına kadar hepsi, karşıdakini küçümseyen, aşağılayan, aldatılacak safalak gözüyle bakan bir anlayışın sonucudur. Şimdi bağımsızlık ilanı ile birlikte bütün olup bitenleri ‘olması gereken’e doğru düzeltmek için sağlam bir başlangıç noktası ortaya çıkmıştır. Eğer adada gerçekten ‘bağımsız, bağlantısız ve insanca yan yana yaşama ilkesine yönelik bir federasyon’ kurulacaksa, bu federasyonu kuracak olan taraflardan birinin ‘tam eşitlikten’ emin olabilmesi için böyle bir adımın mutlaka atılması gerekiyordu... Elektrik kıtsa mum yakılır. Ama bir mumun sıkıntılı bir aydınlatma aracı olmaktan çıkarak bayram sevinciyle yakılıp sevgiyle bakılan bir ‘bağımsızlık mumu’ olabilmesi için yüreklerde bir şeylerin kıpırdaması gerekir. Şimdi Kuzey Kıbrıs ve onunla birlikte bütün Anadolu o kıpırdamayı yaşıyor.” Beyhude bir çaba Mümtaz Soysal, Kıbrıs Türk halkını bağımsızlık ilan etmeye sevk eden haklı sebepleri, hareketin amacını, bağımsız ve insanca yan yana yaşama ilkesine yönelik bir federasyonun temel şartının federasyonu kuracak taraflar arasındaki “tam eşitlik” olduğunu, KKTC’nin kuruluşunun ertesi günü veciz ifadelerle ortaya koymuş bu anlamlı yazısında. “Bağımsızlık mumu” olabilmesi için de “yüreklerde” bir şeylerin “kıpırdaması” gerektiğini de vurgulamış. Bu yazı, bugün de milli Kıbrıs davamızın yürütülmesinde çeşitli yol gösterici fikirler, unsurlar taşımaktadır. Kıbrıs davamızın sembollerinden biri olan Mümtaz Soysal Hocamızı sevgi, saygı ve rahmetle yâd ediyorum. Kıbrıs Rum halkının ve yönetiminin, Kıbrıs Türk halkıyla tam eşitlik temelinde ve “gerçek” (genuine) federasyon niteliğinde bir ortaklık devleti kurma isteği ve iradesine sahip olmadığı müzakere sürecinin akışı içinde açıkça belli olmuştur. En çarpıcı kanıt, 24 Nisan 2004 tarihi referandumunda Rum halkının verdiği “ret” oylarıdır. Cenevre Konferansı sürecinde Rum ve Yunan taraflarının takındıkları tutumdur. Doğu Akdeniz’de varlığı iddia edilen hidrokarbon yatakları konusunda Kıbrıs Türk tarafıyla ve Türkiye ile ortak çıkarlar anlayışıyla işbirliğinden hasmane tutum ve davranışlarla kaçınmalarıdır. Bu kristal kadar berrak gerçeğe rağmen KKTC Cumhurbaşkanı’nın hâlâ BMGS’nin mevcut iyi niyet görevi çerçevesinde ve BM parametrelerine göre federal çözüm peşinde koşuyor olması beyhude bir çabadır. Böyle bir hayal peşinde koşmak Kıbrıs Türk halkının 1963’ten bu yana belirsizlikler içinde akıp geçen on yıllarına yeni on yıllar ilave etmekten başka bir sonuç doğurmayacaktır. Çözüm belli KKTC Cumhurbaşkanı Sayın Mustafa Akıncı’nın 15 Kasım Cumhuriyet Bayramı açış konuşmasında Atatürk’e yaptığı atıfları sevinçle karşılıyorum. Kıbrıs Türk halkının Atatürk’ün ilke ve devrimlerine samimiyetle bağlı olduğunu bilenlerdenim. “Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir” diyen Gazi Mustafa Kemal Atatürk, kurtuluş ve bağımsızlık mücadelemizi “Ya İstiklâl (bağımsızlık) Ya Ölüm” parolasıyla başlatmış ve milletimizi zafere ulaştırmıştır. Bağımsız ve egemen Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuştur. Atatürk’e bağlı olan Kıbrıs Türk halkının da kendi bağımsız ve egemen devletine sahip çıkacağına yürekten inanıyorum. Çözüm aranacaksa bunun adada eşit statüde iki egemen ve bağımsız devletin varlığı gerçeğinden hareketle yapılması gerektiği görüşümü bu vesile ile de tekrarlıyorum. Kıbrıslı soydaşlarımızın, kardeşlerimizin Cumhuriyet Bayramı’nı en iyi dileklerimle gönülden kutluyorum. 15 Kasım 1983 günü dosya başında duyduğum heyecanı aynen muhafaza etmekteyim. Eserinin 36. yıldönümünde Kurucu Cumhurbaşkanı Milli Kahraman Rauf R. Denktaş’ı sevgi, saygı ve rahmetle anıyorum. Ruhu şad olsun! Meme kanserinde hayat kurtaracak önlemler Yazan: Jane Brody, New York Times Çeviren: M. Birol Güger Kadınlarda meme kanseri kaynaklı ölümleri azaltma çabaları uzun bir zamandır erken tanıların yanı sıra, ameliyat sonrası ilaçlar ve radyasyon yoluyla tedavi yöntemlerine odaklanmıştır. Tek başına veya birlikte kullanılan bu yaklaşımların her ikisi de son yıllarda meme kanseri kaynaklı ölümlerde çarpıcı bir düşüşe yol açmıştır. Ortalama beş yıllık sağ kalım oranı şimdilerde yüzde 90’larda; şayet kanser meme ile sınırlıysa bu oran yüzde 99’a çıkıyor; bölgesel lenf düğümlerine yayılan vakalarda ise sağ kalım oranları yüzde 85 dolaylarında seyrediyor. ‘Her sekiz kadından biri’ Meme kanserine yakalanan kadınlar, giderek artan bir oranla hastalıktan kurtulmalarına rağmen, hastalık hâlâ birçok kadının korkulu rüyası olmaya devam ediyor. Dünya üzerindeki her sekiz kadından birini etkileyen meme kanseri, kadınlarda en ölümcül ikinci kanser türü olma özelliğini korurken, söz konusu kanser türünü önleme konusundaki en etkili stratejinin ne olabileceği bilim insanlarınca tartışılıyor. On binlerce kadın üzerinde yapılan uzun araştırmalar, birçok koruyucu önlemi tıp dünyasına kazandırırken, bu önlemlerin geniş kitlelere yayılması, kadınların meme kanserine yakalanma riskini önemli ölçüde azaltabilir. Ne yazık ki, modern yaşamın gerçekleri genelde, meme kanseri riskini azalttığı bilinen faktörlerle zıt düşüyor ve bu durum, söz konusu pratikleri hayata geçirmenin tamamen kadınların kendi güç ve iradelerine bağlı olduğu gerçeğini de gözler önüne seriyor. 40 yılı aşkın süredir kişisel sağlık makaleleri kaleme alan ve bu alanda yazdığı kitaplarla ABD’de en çok satanlar listesine giren Jane Brody’e göre, koruyucu önlemler yaygın olarak uygulanırsa kadınların meme kanseri olma riski önemli ölçüde azalabilir. Kanseri geliştiren etkenler Meme kanseri riski toplamda yaş, ırk, anne, kız kardeş veya kız çocuğunda meme kanseri geçmişi, meme biyopsisi ve meme yoğunluğu geçmişi şeklindeki faktörlere dayanmaktadır. Meme kanseri konusunda değiştirilemeyen ana karakteristik özellik, bu hastalık için en büyük risk faktörü olan yaştır ve kadınlar bugün, bir asır öncesine göre neredeyse 30 yıl daha fazla yaşıyor. Ergenlik artık daha erken başlıyor; kadınlar ilk dönem hamileliklerini daha geç yaşıyor; beş anneden birinden daha azı, bebeğini altı ay veya daha uzun süre emziriyor; menopoza giren kadınların oranı ortalamanın üzerinde ve bütün bu etkenler, memelerin kansere neden olan hormonlara maruz kaldığı süreyi uzatmakta. Bugünlerde daha fazla kadın, geçmiş yıl larda olduğundan daha fazla miktarlarda alkol tüketiyor ve meme kanseri riski, bir kadının ne kadar ve ne sıklıkla alkol tükettiği ile doğrudan orantılı. Üstelik normal hormon dengesini bozabilecek ve göğüsleri riske sokabilecek çevresel kirliliklere maruz kalma oranları artmış vaziyette. Aşırı kilodan kaçınmalı Bu koşullar, yetişkin kadınlara aşırı kilo olarak yansımaktadır. Vücut yağı östrojen üretmenin yanı sıra çevresel kirleri de depolamaktadır. Bu bağlamda, aşırı kilodan kaçınmanın yararları şüphesiz kanseri önlemenin çok ötesine uzanmaktadır. Fiziksel aktivite kanser riskini azaltır, ancak bugün kadınların egzersiz yapma şansı daha fazla olsa da birçoğunun fiziksel aktiviteleri okul, iş ve ev yaşamının zorlu talepleriyle sınırlıdır. Yine de kadınlar, meme kanseri hasta larına yönelik önde gelen tehditlerinden biri olan kalp hastalığı riskini azaltmaya yardımcı olabileceğinden, fiziksel aktiviteyi rutinlerine dahil etmek için ellerinden geleni yapmalı. Birçok çalışma göstermiştir ki, günde 30 ila 60 dakika, orta ila yüksek yoğunlukta aktivite yapan kadınlarda meme kanseri riski, aktif yapmayan kadınlara kıyasla yüzde 20 ile yüzde 80 arasında daha düşüktür. Egzersiz, menopoz sonrasına kadar egzersiz yapmaya başlamamış kadınlar için bile oldukça faydalıdır. Daha önce meme kanseri nedeniyle tedavi gören kadınlar için, haftada üç ila beş saat ortalama bir tempoda yürümek hastalığın tekrarlanmasını ve ölüm riskini yüzde 40 ila 50 oranında azaltabilir. Nasıl beslenmeli? Ne kadar yemek yediğiniz kadar ne yediğiniz de meme kanseri riskini etkileyebilir. Amerikan Kanser Derneği, meme kanseri riskini azaltmak için daha az kırmızı et yemeyi; özellikle tütsülenmiş, tuzlanmış şarküteri ürünleri, sosis gibi işlenmiş etlerden daha az tüketmeyi ve kesinlikle daha fazla sebze, meyve, kepekli tahıllar ve tofu gibi geleneksel soya yemekleri tüketmeyi öneriyor. Zira bu beslenme modeli, meme kanserinin yanı sıra kalp hastalıkları, diyabet, felç ve diğer kanser türlerinin de gelişme olasılığını azaltabilir. Bununla birlikte, göğüs kanseri olan bir kadın hastalığa yakalandığı için asla suçlanmamalıdır, zira önleyici tedbirlerin en özenli uygulayıcıları bile kansere yakalanabilir. Yine de koruyucu faktörleri mümkün olduğu kadar çok benimsemek, tüm çabalara rağmen meme kanserine yakalanıp kurtulduktan sonra hastalığın nüksetme riskini de azaltabileceğinden oldukça akıllıca olacaktır. Osmanlı hayranlığı sizi bir yere götürmez Av. Erol Ertuğrul Bu yıl Cumhuriyetimizin kuruluşunun 96. yılını büyük bir coşkuyla kutladık. Mustafa Kemal Atatürk’ün aramızdan ayrılışının 81. yıldönümünde de ulusça onu büyük bir sevgi ve saygıyla andık. Ölümünden 81 yıl sonra böylesine büyük bir sevgi ile anılan bir başka lider yoktur. Yakın geçmişte ulusal bayramlarımız, Cumhuriyetimiz, Atatürk unutturulmaya çalışılmıştı. 29 Ekim’lerde, 19 Mayıs’larda devleti yönetenler ya hasta oldular ya da başka işleri çıktı, törenlere katılmadılar. Anıtlara çelenk konulması bile yasaklandı. Ancak bu kez genç, yaşlı, kadın, erkek, herkes alanları, salonları doldurdular. Bayramlar görülmemiş bir halk topluluğu tarafından coşkuyla kutlandı. Atatürk görülmemiş bir sevgi ve saygıyla anıldı. Belli ki AKP’nin bu unutturma eylemi geri tepti. İnsanlar kendiliğinden çok daha büyük bir coşkuyla ulusal bayramlara, Mustafa Kemal’e sahip çıktılar. Bay Erdoğan, 10 Kasım’da yapılan bir törende içindeki Osmanlı hayranlığını yeniden ortaya döktü. Bu kez Cumhuriyeti kötüleyip gerçek olmayan şeyler söyledi. Harf devrimini kötüledi. “Bir gecede her şey sıfırlandı” dedi. Bu söylem bir cehalet değilse, açık bir hıyanettir. Osmanlı’da okuma yazma oranı yüzde ondu. Okuma yazma bilenler askerler, bürokratlar ve elit bir tabaka idi. Halk kitleleri okuma yazma bilmiyorlardı. Harf devrimi ile çok kısa bir zamanda insanlar okuma yazma öğrendiler. Hiçbir şey sıfırlanmadı. “Mustafa Kemal de bir Osmanlı subayıydı” diyor. Ne olması gerekiyordu. Bugün Cumhuriyetten bakarken, Osmanlı’ya imrenebileceğimiz hiçbir şey yoktur. Osmanlı’da ulus yoktu. Türk yoktu. Türkler toplumun en eleştirilen kesimini oluşturuyorlardı. “Türkten evliya sokma avluya” o dönemin sözüdür. Osmanlı’da ümmet vardı. Tüm Müslümanlar ümmetin bir parçasıydı. Bugün hâlâ bu düşünceyi savunmak aymazlıktır. Arap ülkelerinin barış harekâtında bile bize karşı olduklarını, onca yardım ettiğimiz Filistin’in bile bize karşı olduğunu unutmadık. Türk ulusunun öne çıkarıldığı, gerçek değerinin verildiği düzen Türkiye Cumhuriyeti’dir. Atatürk, Türk ulusuna hak ettiği gerçek değeri verirken Anadolu’da bir Türk yurdu yaratmış ve insanlarımıza ulus bilinci vermiştir. Bu topraklarda yaşayan herkes Türk ulusunun onurlu ve özgür bir bireyi olmaktan onur ve mutluluk duymaktadır. Onun içindir ki 29 Ekim’lerde, 10 Kasım’larda halk kendiliğinden alanları salonları doldurmakta, Cumhuriyete ve Mustafa Kemal’e olan sevgisini, saygısını haykırmaktadır. Gerçek durum apaçık böyle iken, Osmanlı hayranlığı yapmak, Osmanlı ile Cumhuriyeti karşılaştırmak, Osmanlı’yı öne çıkarmaya çalışmak, Cumhuriyeti eleştirmek boşunadır. Suları geriye akıtmak olanağı yoktur. Batı, dinde reformu yaşadı. Kilisenin baskısı ve bağnazlığından toplum kurtulduktan sonra, Rönesansı yaşadı. Avrupa; bilimde, kültürde, güzel sanatlarda çağ atlarken, Osmanlı yerinde saydı. 1450 yılında Johannes Gutenberg matbaayı bulduktan sonra ancak, 1727 yılında Macar asıllı olup sonradan Müslüman olan İbrahim Müteferrika matbaayı Osmanlı’ya getirebildi. 277 yıl gavur icadıdır diye matbaa Osmanlı’ya giremedi. 1632 yılında Hazerfen Ahmet Çelebi, Galata Kulesi’nden kendi yaptığı kanatlarla uçarak ve Boğaz’ı geçip Üsküdar’a vardıktan sonra, bağnazların padişahı doldurmaları sonucunda Cezayir’e sürgün edildi. Tarikatların, cemaatlerin egemen olduğu, bilime, aydınlanmaya önem verilmediği bir düzene nasıl özlem duyulabilir? Bu özlem günümüzde bile tarikatların, cemaatlerin öne çıkarılmasına neden oluyor. Okullarımız imam hatipleştirilmeye çalışılıyor. Diyanet, bilim dışı akıl almaz açıklamalar yapıyor. Aile düzeni diyerek kadınların, kocalarının emri ve gerisinde olduğunu anlatmaya çalışıyor. İlkokul çağında çocuklarımız, camilere götürülmeye çalışılıyor. Osmanlı bu yüzden battı. Önemli ve geçerli olan bilimdir, akıldır. “Yaşamda en büyük yol gösterici bilimdir” sözü yüreklere kazınmıştır. Atatürk, yaptığı dev devrimlerle Türk ulusunu çağdaş uygarlığın ötesine geçirmeye çalışmıştır. Cumhuriyet bir Türk Rönesansıdır. Atatürk’ün tekkeleri, zaviyeleri kapatırken 1925 yılında söylediği “Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, meczuplar ülkesi olamaz” sözü boşuna değildir. Arap hayranlığı, ümmet kavramı , Osmanlı hayranlığı sizi ancak geriye götürür. Bu düşüncelerle emperyalist ülkelerin oyuncağı olursunuz. Geri kalırsınız. Ulusunuzu mutsuz edersiniz. Böyle düşünenlerin ülke yönetiminde olması hiçbir şeyi değiştirmiyor. Türk devrimi, Cumhuriyet, Atatürk sevgisi ulusumuzun yüreğine kazınmıştır. Osmanlı hayranlığı boşunadır. Yeri ve konumu ne olursa olsun hiç kimse ulusumuzu geriye götüremez.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle