14 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 31 Ocak 2019 PERŞEMBE [email protected] TASARIM: ŞÜKRAN İŞCAN OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Ulusal Kurtuluş Savaşımızın 100. yılında Türkiye’de durum Prof. Dr. Hakkı Keskin Bu yıl 19 Mayıs 1919’un 100’üncü yılını büyük coşkuyla kutlayacağız. Bu önemli tarihle, Türkiye’yi işgal ederek aralarında bölüşen emperyalizme ve onun sahaya sürdüğü Yunan kuvvetlerine karşı, büyük zaferle sonuçlanan ulusal örgütlenme ve savaşma başlamıştır. Mustafa Kemal ve arkadaşlarının öncülüğünde, Türk halkının emperyalizme karşı verdiği ve Cumhuriyetin ilanıyla zaferle sunuçlanan bu savaş, tüm sömürge ülkelerinin bağımsızlık yoluna ışık tutmuştur. Ne var ki emperyalizm değiştirdiği yöntemlerle, Türkiye’de ve birçok ülkede sömürü, kontrol, baskıyı öngören ekonomi politikalarıyla, çıkarlarını sürdürmek istiyor ve birçok ülkede de zaman zaman başarılı olabiliyor. Bu amaçla gerektiğinde askeri darbeler yaptırmakta, siyasi ve ekonomik işbirlikçilerini kullanmaktadır. Türkiye, Asya, Afrika ve Güney Amerika’da başını ABD’nin çektiği sayısız askeri darbe ve 50’yi aşkın savaş bunun açık kanıtıdır. ABD’nin Türkiye politikaları ABD emperyalizminin Türkiye’deki bu politikalarına, 1950’den sonra 3 askeri darbe ve son olarak da FETÖ kalkışmasıyla tanık olduk. Bunların yanı sıra siyasi partilerin izleyecekleri ekonomi politikaları üzerinde etkinlik sağlayarak da emperyalizm eksenli politikalarını sürdürebilmektedir. Türkiye’de özellikle son 15 yılda adım adım devlete ait varlıkların ve tüm kamu iktisadi kuruluşlarının, gerçek değerlerinin çok altında yabancı ve yer En ağır ve de en umutsuz koşullarda bile, 100 yıl önce, dünyaya örnek olan bir Ulusal Kurtuluş ve Bağımsızlık Savaşı’nı Mustafa Kemal Atatürk öncülüğünde kazanan Türk ulusu, bu zor dönemin de üstesinden başarıyla gelecektir. li işbirlikçilere satılması, dış kontrollü ve dış müdahaleci olması istenen bu politikaların sonucudur. Emperyalist sömürü düzeni, gerektiğinde ülkelerin siyasi ortamını ve politikalarını da, kendi denetim sistemine uygun hale getirebilmektedir. Bu amaçla halkların demokrasi, hukuk devleti, yargı bağımsızlığı, basın ve fikir özgürlüğü, sendikal ve sivil örgütlenme kazanımlarını, devlet tarafından uygulanan baskı yöntemleriyle olabildiğince kısıtlamaktadır. Günümüzde Türkiye bu süreci yaşamaktadır. Darbeler ve FETÖ kalkışması ABD emrindeki generallere yaptırılan 1980 askeri darbesiyle, Türkiye’de demokrasi, hukuk devleti alanındaki kazanımlara indirilen darbe, 2002 seçimlerinde iktidara gelen AKP tarafından, 2007’lerden sonra daha da ağırlaştırılarak ve hızlandırılarak sürdürülmüştür. ABD güdümlü FETO terör örgütü ve onunla yıllarca işbirliği yapan AKP iktidarı tarafından yurtsever gazeteci, bilim insanları ve yüksek rütbeli subaylara karşı sürdürülen Ergenekon, Balyoz davaları, bu projenin somut uygulamalarıdırlar. Ulusal Kurtuluş Savaşı esnasında bile, tüm siyasi ve askeri kararları elinde bulunduran Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin yetkileri çok büyük ölçüde alınarak, sözde Başkanlık Sistemi al tında yapılan radikal değişiklikle, tek kişiye, başkana, hem de AKP’nin de genel başkanı olan Cumhurbaşkanı’na devredilmiştir. Hiçbir demokratik ülkede benzeri olmayan yetkilerle donatılmış bu “Başkanlık Sistemi”nde, partili Cumhurbaşkanı, tüm kararları tek başına kararnamelerle alabilmektedir. Fikir özgürlüğü ve Türkiye Türkiye’de artık demokrasi ve hukuk devletinin vazgeçilmezi olan bağımsız yargı, özgür basın, özgür muhalefet ve sivil toplum kuruluşları, sendikalar, özerk üniversitelerden söz etmek olası değildir. Demokratik dünya kamuoyu ve kuruluşları da Türkiye’yi ne yazık ki böyle değerlendirmektedir. Bağımsız bir kurum olarak ülkelerdeki özgürlükleri araştıran “Fraser Institute”nin, yayımladığı “İnsani Özgürlükler Endeksi”nde Türkiye, 162 ülke arasında 107’nci sırada bulunmaktadır. Oysa Türkiye 2012’de 60’ıncı sırada yer alıyordu. Yine bağımsız bir kurum olan “Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü” raporunda, Türkiye basın özgürlüğü bakımından, 180 ülke arasında 157’inci sırada yer almaktadır. Türkiye 1.4 milyar nüfusu olan Çin Halk Cumhuriyeti’nden sonra, hapisteki gazeteciler bakımından dünyada ikinci sırada yer almaktadır. Türkiye Basın Konseyi Başkanı Pınar Türenç, haklı olarak “Yargı, medyanın üzerinden adeta silindir gibi geçti. İktidara en küçük eleştiride bulunan meslektaşlarımıza hemen “örgüt” yaftası yapıştırılıp soruşturma başlatıldı, davalar açıldı. Gazetecilik “terör suçu” sayılarak birçok gazeteci ağırlaştırılmış müebbet hapis cezalarına mahkum edildi” diyor. Yaşamları boyunca Gülen hareketine karşı yazılarıyla tanıdığımız Emin Çölaşan ve Necati Doğru’nun FETÖ’cülükle suçlanarak haklarında dava açılması, tarafsız haber sunusu yapan Fatih Portakal’ın, hem de Cumhurbaşkanı tarafından hedef gösterilmesi, basın özgürlüğünde gelinen durumu göstermektedir. Sevilen sanatçılar Türkiye’nin en sevilen ve saygın sanatçıları olan Müjdat Gezen ve Metin Akpınar’ın Türkiye’de demokrasi alanındaki duruma yönelik eleştirilerine, Cumhurbaşkanı tarafından gösterilen tepki sonucu, savcılık tarafından haklarında soruşturma başlatılması, Türkiye’nin günümüzde basın ve sanat özgürlüğüne ne denli uzak olduğunu açıkça göstermektedir. Unutulmamalıdır ki, tüm baskıcı yöntemler ve uygulamalar dünyanın hiçbir ülkesinde kalıcı olamamıştır. Gerçekten de en zor, en ağır ve de en umutsuz koşullarda bile, 100 yıl önce, dünyaya örnek olan bir Ulusal Kurtuluş ve Bağımsızlık Savaşı’nı Mustafa Kemal Atatürk öncülüğünde kazanan Türk ulusu, bu zor dönemin de üstesinden başarıyla gelecektir. Bunun yolu da güçlü ve halka dayanan ve ona umut veren siyasi örgütlenmeden geçmektedir. Nitelikli turist mi yoksa nitelikli hizmet mi? Mehmet Kaynak / Otel ve Turizm Danışmanı Turizm ve Kültür Bakanı sayın Mehmet Ersoy, geçen hafta sonunda turizmcilerle Antalya’da yaptığı toplantıda, artık nitelikli zengin turiste yönelmek gerektiğini, bunun için de gerek otelcilere gerekse de otel sahiplerine büyük işler düştüğünü belirtti. 1970’li yıllardan beri otelcilik ve turizmin içinde bir duayen olarak, sayın Bakanın söylediklerine katılmakla beraber, bunun için artık geç olduğunu, Türkiye’nin batı ülkelerinde “ucuz ülke” olarak tanınmasının nitelikli zengin turisti Türkiye’ye getirmesinin çok zor olduğunu belirtmeliyim. Otellerimizin kalitesi batı standartlarının üstünde olmakla birlikte, sunulan hizmet kalitesi düşlenen zengin ve nitelikli turisti Türkiye’ye Turizmde sınıf atlamak istiyorsak yapılacak işlerin başında nitelikli hizmet anlayışına yönelmek, otel yöneticilerinin ve alt kademe personelinin iyi eğitim almasını sağlamaktan geçer. çekebilmenin zorluklarından en önemli olanıdır. 1970’li yıllarda Türkiye’de turizme elverişli yatak sayısı 50 binin altında olmasına karşın, gelen turistin kalitesi, bugün gelen turist kalitesinin oldukça üstündeydi. Bunu yaşayan bir otelci olarak yazıyorum. Belki servis kalitesi çok düşük, otel sahipleri çok daha bilinçsizdiler, ancak özellikle güney bölgelerimize gelen ve Anadolu kültür turlarına katıldıktan sonra 12 hafta sahil otellerinde deniz ve güneş tatili yapan turist grupları vardı. Deniz tatilleri sırasında turistlerin kültür turlarındaki deneyimlerini biribirleriyle paylaşmaları, deniz ve güneşin doyurucu ve çevrenin çok sakin ve gürültüsüz olması, bugünkü gibi çok çeşitli ülke turistlerinin ol maması, sunulan hizmetlerin düşük seviyede olmasını ikincil plana atan önemli nedenler olarak sayılabilir. Sayın Bakanın, zengin turiste dönülmesini istemesi kanımca erken bir politikadır. İran, Rusya, Azerbaycan, Türkmenistan, Litvanya, Letonya, Çin gibi ülkelerden gelen turist çeşitliliği hem otellerdeki hizmet kalitesini düşürür hem de batı ülkelerinden gelen sejour tatilcilerini rahatsız eder. Gelecek turist profili her zaman olduğu gibi ucuz ve orta sınıf altı profildir. Son dakika fiyat düşmelerini beklerler ve ucuz charter uçaklarının geç saat uçuşlarını tercih ederler. Beş yıldızlı lüks otellerde her şey dahil programlarını seçerler ve ceplerinden hiçbir harcama yapmadan veya en fazla 500 Avro’luk bir harcamayla ülkelerine dönerler. Zengin ve nitelikli turist genellikle cruise turizmi ile gelip, kısa süre içinde alışveriş yapanlar, İstanbul’a kısa süreli veya hafta sonlarında kongre turizmi için gelip, lüks otellerde ve lüks restaurantlarda yemek yiyip, pahalı alışveriş yapan Avrupalı turistler ve artık İstanbul’un her yerinde gördüğümüz özellikle Arap ülke turistleridir. Batılı turistlerin kendi alışkanlıklarına uygun gece kulüpleri, kaliteli cafebarların olmaması zengin turistin nereye para harcayacağı sorusunu getirir akla. Turizm’de sınıf atlamak istiyorsak yapılacak işlerin başında nitelikli hizmet anlayışına yönelmek, gerek otel yöneticilerinin gerek alt kademe personelinin iyi eğitim almasını sağlamak, otel yatırımcı ve sahiplerini verilecek kısa eğitimlerle eğitmek birincil çalışmalar olmalıdır. Konaklama fiyatlarının artması, otel yönetimlerine ve sahiplerine büyük yük getirir. Bunların başında her şey dahil konaklamalarda kaliteli hizmet sunmak, yemek ve içki mönülerinin çeşitlilik göstermesi, havaalanlarında bekletilmeden en çabuk şekilde otellerine ulaştırılmaları, çok konuşulan yabancı dilleri iyi bilen personele sahip olunması, “her şey dahil”in yanında odakahvaltı veya yarım pansiyon kalış seçeneklerinin olması sayılabilir. Turizm hizmetini bir bütün olarak ele almak gerekir. Yurtdışındaki fuarlarda yöre ve antik kentlerin tanıtımına ağırlık verilmelidir. Son nokta da, turizm meslek liseleri veya yüksek okullarına kabul edilecek öğrenciler seçimle, mülakatla alınmalı, okul öncesi ve sonrası stajları verilmelidir. Amaç, hem öğrencinin meslek sahibi olma kararlılığını güçlendirmek hem de fiziksel ve konuşma becerisini geliştirmek olmalıdır. Terör örgütü üyeliği Müyesser Yıldız, 29 Ocak 2019 Salı günü “Bu Karardan Sonra Kim İtirafçı Olur Ki?” başlıklı bir yazı yazdı ve bu yazıda hem HSYK Başkanvekili Mehmet Yılmaz’ın FETÖ itirafçılarını özendirmek için söylediği sözleri aktardı hem de itirafçılardan Yüzbaşı Burak Akın’ın öyküsünü anlattı. Yazıda çok çarpıcı bilgiler var: FETÖ davaları ve itirafçılıkla ilgilenenler, Erdoğan/AKP iktidarının bu konudaki tutum ve davranışlarını öğrenmek isteyenler mutlaka okumalı. Yıldız’ın örnek olay olarak ele aldığı gönüllü itirafçı “Burak Akın vakası” ise başlı başına bir ibret öyküsü. HHH Yazıda anlatılanların hepsi çok ilginç ama özellikle bir tanesi dikkatimi çekti. İtirafçı olan Burak Akın yargılanırken hakkında 10.5 yıl hapis isteniyor ve bu arada KHK ile ordudan ihraç ediliyor. Derken mahkeme sonuçlanıyor ve Burak Akın beraat ediyor. Benim dikkatimi çeken satırlar işte bu beraat kararının gerekçesi. Müyesser Yıldız’ın yazısına göre gerekçe şöyle:  “Örgüt üyesi olmakla birlikte, 15 Temmuz’da örgütle ilgili hiçbir eyleme katılmadığı ve hakkında herhangi bir soruşturma olmadan gelip, itirafta bulunduğu için”... Göz alışkanlığıyla “Örgüt üyesi olmakla birlikte” ifadesini, pek çok yazar ve gazetecinin, özellikle de Cumhuriyet mensuplarının mahkumiyetlerinde yazılan gerekçelerde gördüğüm, “Örgüt üyesi olmamakla birlikte” biçiminde okuduğumu fark ettim ve sonra düşündüm: Bazı insanlar, “örgüt üyesi olmakla birlikte” beraat ediyor... Bazı insanlar “örgüt üyesi olmamakla birlikte” mahkum oluyor. Beraat eden “örgüt üyelerinin” gerekçesi, “itirafçılık” ve “eylemlere katılmamış olmak.” Mahkum olan “örgüt üyesi olmayanların” gerekçesi ise örgüte yardım etmek. Üstelik de örneğin, mahkum edilen Cumhuriyet mensuplarının yardım ettikleri iddia edilen örgüt sayısı birden de fazla: PKK, DHKPC, FETÖ/PDY. Yani bütün bu örgütlere aynı anda yardım etmişler(!) HHH Bence masum insanların mahkum edilmeleri, suçlu olanların beraat ettirilmelerinden daha vahim bir adaletsizliktir. Özellikle terör örgütleri söz konusu olduğunda: Bu örgütlere üye olmayanların, bunların eylemlerine katılmamış olanların, yardım ettiklerine ilişkin somut kanıtlar bulunmayanların, ihbarlar veya önyargılarla mahkum edilmeleri, terörle mücadeleyi zorlaştırır. HHH ADALET SADECE DEVLETİN, DEMOKRASİNİN DEĞİL, İNSAN VE TOPLUM SAĞLIĞININ DA TEMELİDİR. TÜRK KALP VAKFI 19 Mayıs Cad. No:8 Şişli/İstanbul Tel: 0212.212 07 07 (pbx) www.tkv.org.tr Yalan, hakikat ve feminizm Doç. dr. Armağan Öztürk Bu yazının sınırları içerisinde feminist ideolojinin genel bir değerlendirmesini yapmaya çalışmayacağız. Ancak en azından metnin girişinde şöyle bir tespiti dile getirebiliriz. Feminizm içerisindeki düşünsel farklılaşma ve politik ayrışma birbirine taban tabana zıt pozisyonlarının aynı anda feminizm olarak sunulmasına yol açacak kadar ileri gitmiş durumda. Artık klasikleşmiş liberal, sosyalist ve radikal feminizm ekolleşmesinin ötesinde bir şeyden bahsediyorum. Kadının kadınsı farklılığını vurgulayan, örneğin bu bağlamda anneliği önemseyen feminizm okumaları olduğu kadar feminist bir özgürleşme yolunda erkek cinselliğiyle erkek tahakkümü arasındaki bağlantıya dikkat çekerek her türlü heteroseksüel ilişkiyi olumsuzlayan ve dolayısıyla lezbiyenliği öven feminizm okumaları da bu akım içerisinde kendine yer bulabiliyor. Bu nedenle başlıkta yer alan feminizm ifadesi hemen her durumda hangi feminizm sorusunun ayrıca sorulduğu büyük bir parantezin içerisinde anlamlı hale geliyor. Kavramsal ve kuramsal tartışmalara belli ölçüde mesafe bırakarak feminist eylem kültürü içerisinde popülerleşen” kadının beyanı esastır “argümanının eleştirisini yapmak istiyorum. Kadının beyanı esastır söylemi kadına yönelik şiddetin değerlendirilmesi noktasında iddia sahibi kadınlara ek bir güvence sağlamaktadır. Bir kadının tacize veya tecavüze uğradığını söylemesi, yaşadığı mağduriyeti kamuoyuyla paylaşması kolay değildir. Böyle bir olay gerçekleştiğinde başkaca bir kanıt aramaksızın kadının beyanına güvenilmeli ve olağan şüpheli erkeklere aksini kanıtlama noktasında baskı yapılmalıdır. Kadına yönelik şiddetin yoğun ve normal olduğu ataerkil Türkiye toplumunda kadının beyanı esastır argümanını karine kabul edip erkeği sorgulamanın bazı avantajları olduğu açıktır. Ancak bugünün modern kadını kendini gizleyen ve (veya) utanan bir sosyal psikolojik ruh haline sahip değildir. Aksine erkeklerle aralarındaki her türlü sürtüşmeyi, özellikle de iş yaşamındaki sürtüşmeleri tehdit ve taciz olarak yorumlayan itibar avcısı kadın profili özellikle büyük kentlerde oldukça popüler ledir. Bu son cümlenin nasıl bir soruna işaret ettiğini kavrayabilmek için Gezi olayları sırasında ortaya atılan Kabataş yalanını tekrar hatırlayalım. Kabataş’ta ne olmuştu? Başörtülü bir kadın onlarca deri giyinmiş, üstü çıplak erkeğin kendisine cinsel tacizde bulunduğunu ve çocuğunu darp ettiğini söylemişti. Bu olay üzerinden tüm Gezi eylemcileri zan altında kaldı. Sonra ise aslında böyle bir şeyin hiçbir zaman yaşanmadığı ortaya çıktı. Kadının beyanı esastır argümanı kadın yalan söylüyorsa eğer büyük bireysel ve toplumsal mağduriyetlere yol açabilir. Tacize karşı tedbir alalım, kadın mağduriyetini önleyelim diyenler erkek mağduriyetine yol açabilirler. Ayrıca “kadının beyanı esastır” tezi “masumiyet karinesi”ni ortadan kaldırmaz. Aksi ispat edilene kadar herkes masumdur. Feminist duyarlılığın bir ihtiyaçtan kaynaklandığı ve anlamlı olduğu açıktır. Ama bu duyarlılık da diğer her şey gibi kötüye kullanılabilir. Feminizm dedikodu yapmanın, ahlak bekçiliğine soyunmanın ve insanları itibarsızlaştırmanın bir aracı haline gelebilir. Ez cümle, mühim olan ne kadınların hakları ne de erkeklerin hakları. Önemli ve değerli olan tek şey insan haklarıdır. İnsan onur ve haysiyetini koruduğumuzda pek çok sorun kendiliğinden bir şekilde çözülmüş olacaktır. C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle