14 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
14 28 OCAK 2019 PAZARTESİ EDİTÖR: ÖZNUR OĞRAŞ ÇOLAK TASARIM: ECE KURTULUŞ kültür Üç Oscar sahibi Fransız besteci MIchel Legrand 86 yaşındaYDI Ünlü besteci veda etti... Fransız besteci ve piyanist Michel Legrand, 86 yaşında hayatını kaybetti. Oscar ödüllü sanatçı Legrand’ın ölümü Fransa’yı ve dünyanın dört bir köşesindeki müzikseverleri hüzne boğdu. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, “yorulmaz dâhi”yi selamlarken, Legrand’ın eşine ve çocuklarına başsağlığı dileklerini iletti. Macron, “Başımızda dönüp duran ve sokaklarda işitilen eşsiz müziği hayatlarımızın soundtrack’i (film müziği) haline gelmişti” dedi. 60 yıldan uzun kariyeri boyunca Frank Sinatra’dan Sting’e pek çok isimle çalışmış Legrand, kariyeri boyunca 200’den fazla sinema ve televizyon filminin müziğini besteleyen sanatçı 2 televizyon filminin yanı sıra bir sinema filmi yönetti, 6 filmde oyuncu olarak görev aldı ve 2 filmin de senaryosunu yazdı. Özellikle caz müziği alanındaki yenilikçi çıkışlarıyla bilinen Legrand, Miles Davies, Ray Charles ve Edith Piaf gibi yıldızlarla da çalıştı. Son dönem sinema filmlerinin müziklerini hiç beğenmediğini dile geti ren Michel Legrand, bir söyleşisinde, “Birçok sinema filminin müziği, müzisyenler tarafından bestelenmiyor. Başka ne söyleyebilirim ki? Ya gitar çalıyorlar ya da elektronik bir cihaza bağlıyorlar, bom bom diye ses çıkıyor. Beni hiç etkilemiyor. Fransız müzikaller ile ilgili konuşmaya cesaret bile edemiyorum, onlar adına çok utanıyorum.” sözleri sinema ve müzik dünyasında uzun süre tartışılmıştı. Yaşamı, ödülleri... 24 Şubat 1932’de Fransa’nın başkenti Paris’in banliyölerinden BeconlesBruyeres’de doğdu. Doğduğunda verilen ismi Michel Jean Legrand’dı. Babası Raymond Legrand da bir besteci ve aktördü. Annesi Marcelle der Mikaelian ise Ermeni kökenli burjuva bir aileden geliyordu. Michel Legrand 10 yaşına geldiğinde Paris Konservatuvarı’na yazıldı. 19421949 yılları arasında burada piyano eğitimi aldı. Hocaları arasında Nadia Boulanger ve Henri Challan da vardı. Piyano ve kompozisyon dallarında sayısız ödüller aldı. Piyano dışında da bir düzine kadar enstrümanı mükemmel bir biçimde çalmayı öğ rendi. 1947 yılında Dizzy Gillespie’nin verdiği bir konsere katıldı ve bu andan itibaren caz tutkusu kanına işlemiş oldu. Kalburüstü Fransız şarkıcılara piyano çaldı. Dizzy Gillespie’yle daha sonra birkaç albüm ve film müziği çalışmasında daha işbirliği yaptı. 1954 yılında çıkardığı “I Love Paris” adlı müzik albümü 8 milyon kopya sattı ve Legrand bu albümle bir gecede ünlü oldu. Bu başarısını 1955’teki “Holiday in Rome” ve 1957’deki “Michel Legrand Plays Cole Porter” albümleriyle de sürdürdü. 1950’lerin sonu ve 1960’ların başında yeni ortaya çıkan Fransız Yeni Dalga sinema akımına kendini kaptırdı. JeanLuc Godard’ın 7 filminin, Jacques Demy’nin de on filminin müziğini yaptı. 1964’te Jacques Demy’nin çektiği ve bütün konuşmaların şarkı ile verildiği, yönetmenin kendi deyimi ile bir “popart opera” olan Les Parapluies de Cherbourg (Cherbourg Şemsiyeleri) adlı filmin özgün müzikleri ve unutulmaz özgün şarkısı “I Will Wait For You” ile üç dalda Oscar’a aday gösterildi. 1966 yılında Hollywood’da da şansını denemek isteyen Legrand, ailesiyle birlikte Los Angeles’a yerleşti. Burada arkadaşları Quincy Jones ve Hank Mancini’nin yardımlarını gördü. Onların sayesinde söz yazarları Alan ve Marilyn Bergman’la tanıştı. 1968’de The Thomas Crown Affair (Kibar Soyguncu) için bestelediği filmin unutulmaz şarkısı “Windmills of My Mind” la ilk Oscar ödülünü aldı. Aynı filmin özgün müziği ve Les demoiselles de Rochefort (1967) filminin müziğiyle de bu ödüle aday gösterildi. Legrand ABD’de kendi alanında bir yıldız olmuştu. 13 kez aday gösterildiği Akademi Ödülleri’nden birini daha Yentl (1983) filminin müziğiyle kazandı. 27 defa da Grammy ödülüne aday gösterildi, bunlardan da 5’ini aldı. 1980’li ve 1990’lı yıllarda kendi caz orkestrasıyla konser turlarına devam etti. Ayrıca yine kendi büyük orkestrasını birçok uluslararası konserde yönetti. Bu konserlerde orkestraya zaman zaman Ray Charles, Diana Ross, Bjork ve Stephane Grappelli gibi ünlüler de eşlik ettiler. Köln Schauspiel’de üç kızkardeş ‘Bir Zamanlar’ Kemaliye Lütfi Özgünaydın’ın “Bir Zamanlar” adlı sergisi, 30 Ocak Çarşamba günü saat 18.00’da Ankara Mustafa Ayaz Müze ve Kültür Merkezi’nde açılacak. Sanatçının, memleketi Kemaliye’ye ait son 50 yılı renkli ve siyah beyaz fotoğraflarla anlattığı sergi 10 Şubat’a kadar ziyaret edilebilecek. “Bir Zamanlar” sergisi 14 Mart’ta ise İstanbullularla buluşacak. 26.ADALET VE DEMOKRASİ HAFTASI 28 OCAK 2019 PAZARTESİ Ô Forum: “Şiddetsiz Bir Türkiye’de Yaşamak ve Yaşatmak İçin” Yöneten: Rıza Sümer (Şiddetsiz Toplum Derneği Bşk.) Konuşmacılar: Narınç Ataman (Yönetici ve İlişkiler Sistemleri Koçu), Gülistan Aydoğdu (Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği ve Şiddetle Mücadele Gönüllüsü), Meltem Doğanay (Yaşam Koçu),Yurdakul Eröz (Siyasetçi, Bürokrat), Aysel Sadak İltaş (Gazeteci, Eğitimci), Yıldırım Kaya (Doğal Yaşam Derneği Bşk.), Gürbüz Mutlu (Bürokrat), Şenay Ölmez (Uzman Psikolog), Erdem Özdil (Türkiye Gençlik Birliği Gen. Bşk.), Orhan Selen (Gazeteci, Yazar), Av. Jülide Soybaş Saat, Yer: 13.00, Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezi Düzenleyen: Şiddetsiz Toplum Derneği Ô Açıkoturum: “Türkiye Nereye!” Yöneten: Prof. Dr. Tülin Oygür (TÜMÖD Genel Başkan Yardımcısı) Konuşmacılar: Prof. Dr. Recep Akdur (TÜMÖD Genel Başkanı), Av. Ömer Faruk Eminağaoğlu (YARSAV Kurucu Başkanı), Suay Karaman (TÜMÖD Genel Sekreteri), Bartu Soral (Gazeteci, Yazar) Saat, Yer: 16.00, Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezi Düzenleyen: Tüm Öğretim Elemanları Derneği (TÜMÖD) Ô Dinleti: “Uğurlar Olsun“ Piyanist: Melahat İsmailova Soprano: Nihan İnan Tenor: Emre Akkuş Mezzo Soprano: Ezgi Karakaya Bas: Mehmet Yılmaz Anlatıcı: Murat Atak Saat, Yer: 18.30, Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezi Düzenleyen: Devlet Tiyatroları, Opera ve Bale Çalışanları Yardımlaşma Vakfı (TOBAV) ETKİNLİKLERİMİZ ÜCRETSİZDİR Zehra İpşiroğlu Sahnede palyaçolar fink atıyor. “Moskova” hayalleriyle yanıp tutuşan kardeşler şişme bir dev şiltenin üstünde zıplayıp hoplayan birer palyaço olarak karşımızdalar. Yerleri süpüren kırmızı bir palto giymiş olan Maşa kâh askeri konutlarla kardeşlerini yönlendiriyor kâh siyah mini eteğini savurarak erkeklerle flört ediyor. Ortanca kardeş Olga ayakları üstünde duramayan dev bir balon olarak sergileniyor, küçükleri ihtiyar yüzlü İrina ise yüzünden akan palyaço makyajıyla belki de en hüzünlüleri. Gösterilen çöküş içinde bir toplum. Al sana sirk dünyası Al sana Çehov... Çehov’un replikleri ile bu sirk ve palyaçolar atmosferi tuhaf bir karşıtlık oluşturuyor. Verilmek istenen hüzün, hüznü de bir palyaçodan başka kim bu kadar iyi sergileyebilir? Çehov’da insanların hayalleri ile yaşam karşısındaki davranışları arasındaki kopukluk, boş konuşmaktan başka hiçbir şey yapmamaları, pasiflikleri, belki de ne istediklerini bile bilememeleri, absürt tiyatroyu andıran bir palyaço gösterisi olarak sunulabilir mi? Palyaçolar yaşıyorsa, bize dokunabiliyorsa, onların hüzünlerini yüreğimizde hissedebiliyorsak neden olmasın? Ama işte sorun bu ki bu palyaçolar ölü doğmuşlar, hiç yaşamıyorlar. Onlar sadece yapay birer kukla. Bir süre sonra da giderek otomatlaşan kuklaları izlemekten sıkılıyoruz. Sahnede hiçbir şey bize inandırıcı gelmiyor çünkü. Çehov’u bilmeyen bir izleyici metni yok sayarak renkli bir sirk gösterisinin tadını çıkartabilir, bilen izleyici ise oyunu gözlerini kapatarak izleyebilir, yani bir taşla iki kuş ...Şöyle de denebilir: Birbirine hiç uymayan şeyleri bir araya getirmek postmodern felsefenin özünü oluşturmuyor mu? Al sana sirk dünyası, al sana Çehov... İyi de bolca şeker, bolca tuz, az buçuk sirke ile lezzetli bir pasta yapılabilir mi? Pınar Karabulut bir süredir Köln Schauspiel’de çalışan, önceleri de önemli tiyatrolarda kendini kabul ettirmiş genç bir yönetmen. “Üç Kızkardeş” yorumu da Almanya’daki beklentileri “fazlasıyla” karşılayan “dört dörtlük” bir sahneleme. Soru şu: Almanya’da giderek teknik performans ve oyuncu mükemmelliğinde odaklaşan, içeriği ve anlamı alabora eden, empati, dayanışma, insan sıcaklığı gibi duyguları çoktan unutmuş olan, geçmişin büyük tiyatro ustalarını hiçe sayan bir tiyatro anlayışı onu acaba nasıl etkileyecek ? Türkiye’de hâlâ canlılığını koruyan tiyatroyla ve en önemlisi de tiyatroya inanan heyecanlı izleyiciyle karşılaşsaydı yaratıcı gizilgücü daha mı ortaya çıkardı, eğer yetenekliyse evet. Ama biz onun yetenekli olup olmadığını bile anlayamıyoruz, çünkü yönetmenin özgün duygularını, düşüncelerini gösteren bir şeyler yakalayamıyoruz. Düşünme ve yaratıcılık... Çok değil bundan otuz yıl önce Karabulut gibi bir yönetmenin hiç şansı olamazdı tiyatroda. Ama sadece onun mu bugün Alman tiyatrolarında cirit atan bir sürü ‘tiyatro cambazı’nın da şansı olamazdı. Çünkü tiyatro denince kültürel bir birikim beklenirdi, düşünme ve yaratıcılığın sentezi beklenirdi, heyecan beklenirdi. Bugün beklenense sadece teknik performans. Geçenlerde Stuttgart’daki Tiyatro Festivali’nde Londra’dan gelen genç bir Shakespeare oyuncusu dikkatimi çekmişti. Çünkü tipik bir Peergynt’tü gözümde. Bunu ona söylediğimde şaşırdı, çünkü Peergynt’ün adını bile duymamıştı. Yazarının Henrik İbsen olduğunu söylediğimde daha da çok şaşırdı, çünkü İbsen’i de duymamıştı. Oyunun genç yönetmein de “Kim bu, önemli biri mi?” diye sordu, sonra hemen cebini çıkartıp goggle’da baktı. Eminim bu genç tiyatrocular Shakespeare ile ilgili kendi oynadıkları kolajın dışında da bir şey bilmiyorlardı. Öte yandan demokrasinin yerleşmemiş olduğu ülkelerde tiyatronun bambaşka bir anlamı ve işlevi var. Tiyatrolara karşı hiç bitmeyen baskılar bunu göstermiyor mu? Keşke refah toplumlarındaki yetenekli genç tiyatroculara bizim gibi ülkelerde kendilerini geliştirme fırsatları daha çok tanınsa...Yaratıcılık kendi sınırlarımızı aşmakla başlıyor. Batı ülkelerindeki tiyatrocuların da kendi dar sınırlarının dışına çıkabilmeleri önemli. O zaman belki bugün moda olan teknik becerilerin, oyuncu performansının, göz alıcı efektlerin, kuklaların, eğlenme ve gülme kültürünün ötesinde de bir şeyler yakayabileceklerdir. O zaman belki bugün Almanya ve dünyada yaşanan sorunlara da hem daha duyarlı olacaklar hem de alternatif modeller geliştirmeye çalışacaklardır. İlhan Berktay’ın ardından... Bir devir kapanıyor. 20 Ocak’ta yitirdiğimiz kayınpederim İlhan Berktay’ı 21 Ocak’ta Zincirlikuyu Camii’nden uğurlarken, bu kısa cümle aklımdan hiç çıkmadı. Bir kuşak bitimi bu. Sadece bizim aile için değil, Türkiye için de geçerli... Zor zamanlarda, 1940’larda sosyalist mücadeleye atılmış, sosyalizmin 1960 sonrasına aktarılmasında önemli rol oynamış bir kuşak sona eriyor. İlhan Ağabey o kuşağın en gençlerinden biriydi herhalde. Dört Berktay kardeşin de en küçüğüydü: Erdoğan, Alpaslan, Orhan ve İlhan... Zor zamanlar “Türkiye’nin zor zamanları” ifadesi abartılı görünebilir. İlhan Berktay’ın mükemmel anı kitabından (“Aşkta ve Kavgada Solmaz Hanım’la Bir Ömür”) hareketle yapılacak bir karşılaştırma bu ifadenin daha net anlaşılmasını sağlayabilir. İlhan Berktay 1948’de İTÜ Makine Fakültesi’ne girer. Daha sonra da İYTGD’nin (İstanbul Yüksek Tahsil Gençlik Derneği) en genç başkanı olur. Dernek, hapisteki Nâzım Hikmet’i kurtarmak için düzenlenen kampanyalarda çok aktif bir rol oynamaktadır. Berktay bu faaliyetleri yüzünden İTÜ’deki sağcı, milliyetçi öğrencilerin boy hedefi haline gelir. Defalarca saldırıya uğrar. Yıllar sonra, 68 döneminde bu saldırıların başını çekenlerden biriyle Yıldız Teknik Okulu İnşaat Fakültesi’nde tesadüfen karşılaşır. İlhan Ağabey o sırada artık öğretim görevlisi olmuştur. Yirmi yıl öncesinin antikomünist saldırganı şimdi kendisine “Ben artık seni solladım” demektedir. İlhan Ağabey, “Ne olmuştu?” diye soruyor ve cevabını veriyor: “İTÜ basket takımının menajeri olmuştu. Ne ilgisi var, demeyin. O zamanki İTÜ, İTÜ’ydü ama. Futbol sahasında Mahir Çayan top oynuyor, zaman zaman yurtta kalıyor. Basket maçlarında öğrenciler, ‘Combalasi Bombalasi Bom Bom Bom! Teknik, Teknik, Hey Hey Hey!’ dedikten sonra başlarlardı ‘Bağımsız Türkiye, Bağımsız Türkiye’ diye slogan atmaya... Bizimki de bu havanın etkisiyle beni sollamış...” Evet, zor zamanlardı. İlhan Ağabey ve Solmaz Abla o zor zamanların içinde tanışıp, âşık oldular, birlikte hapse girdiler, hapishanede evlendiler, hayat kavgasını da memleket kavgasını da hep birlikte göğüslediler, bir ömür geçirdiler kol kola, omuz omuza, Solmaz Abla 2004’te bizi terk edip gidinceye kadar... Boşuna ölmek... Güzel güzel insanlar teker teker çekip gidiyorlar. Onları birbirlerine bağlayan arkadaşlıkların, kuşakları birbirine bağlayan ortaklıkların anlamları geleceğe doğru da sürebilecek mi bir şekilde? Yoksa o bağlar, o anlam kümeleri de zaman içinde çözülüp, dağılıp, yitip gidecek mi? Mina Urgan zamanında İlhan Berktay’a, “Hepinizin yazması lazım, yoksa her şey unutulacak” dermiş. İlhan Ağabey anılarını niye yazdığını böyle açıklıyor: “Gerçekten de o sevinçli, daha da çok acılı günler kaybolup gidecek. Ayrıca Solmaz’a karşı boynumun borcu diye düşünüyorum.” Mine Söğüt 25 Ocak tarihli yazısında, “Uğur Mumcu boşuna öldürülmedi, ama boşuna öldü” diyor. Yaptığı eleştiriye katılsam da, yine de içim acıdı, içim isyan etti o cümleyi okuduğumda. Bugün o anlam bağları dağılmış, toplumsal örgütlülük yerle yeksan olmuş gibi gözükse de, geçmişte çekilen acıların “boşuna” olduğu söylenebilir mi? Kimbilir şu memlekette kaç milyon kişinin, kaç kuşağın toplu ve kişisel tarihi, duygu ortaklıkları silinip gitmez mi o zaman? Çehov’un “Üç Kızkardeş” oyununun finalinde Olga şöyle der: “Zaman geçecek, bizler de sonsuzca ayrılıp gideceğiz yaşamdan. Yüzlerimiz, seslerimiz, kaç kişi olduğumuz, hepsi unutulacak. Ama acılarımız, bizden sonra yaşayacaklar için sevince dönüşecek; mutluluk, dirlik, düzenlik egemen olacak dünyaya.” Ben bu umudu yitirmek istemiyorum. Bu umutla uğurlar olsun diyorum sevgili İlhan Ağabey’ime, umarım Solmaz Abla ile kavuşmuşlardır sonunda... Mansur Ark ‘Şimdi Nerede’ “Maalesef”, “Yarim”, “Sana Deme dim mi”, “Gazla Gitsin” isimli şarkıları, dans figürleri ve saçlarıyla 90’lı yılların unutulmaz simalarından biri olan Mansur Ark, Redbull.com’un özel röportaj serisi “Şimdi Neredeler”in son konuğu oldu. Şu anda aktif olarak sahne hayatına devam eden Ark, 90’lı yıllara ait şarkıların yeniden popüler olması üzerine “O zaman 10 yaşında olanlar şu an iş sahibi olmuş, çoluk çocuğa karışmış. Bu şarkılar onlara gençliklerini, çocukluklarını hatırlatıyor” sözleriyle açıkladı. Röportajın tamamı ve daha fazlası ise https://www.redbull.com/trtr/simdineredelermansurark adresinde. C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle