15 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 23 OCAK 2019 çarşamba [email protected] TASARIM: BAHADIR AKTAŞ OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Suriye’de rota değişikliği AHMET YAVUZ İktidarın Suriye politikası zikzaklarla devam ediyor: ABD ve Batı ile 2011’de başlayan maceranın nelere mal olduğunu gördükten sonra attığı adımlar, ABD’ye rağmen bir içerik kazanmıştı. Rusya ve İran ile yol arkadaşlığı, Kuzey Suriye’de ABD’nin yaratmaya çalıştığı koridoru önledi. Ancak Fırat’ın batısında, Münbiç meselesi çözüme kavuşturulamadı. Fırat’ın doğusunda nasıl bir çözüme varılacağı henüz belirsiz. İdlib bölgesi ise hem öncelikli hale geldi hem de daha karmaşık bir hal aldı. Bu bölgede muhalifler arası çatışmalarda Heyet Tahrir elŞam (HTŞ) alanının hâkimi haline geldi. Trump’ın ABD Ordusu’nu Suriye’den çekme kararı, ABD müesses nizamı dahil, ilgili bütün tarafları hazırlıksız yakaladı. Bu hazırlıksızlık, yaşanmakta olan belirsizliğin temel sebebidir. Belirsizliği artıran diğer faktör, Türkiye’nin sıkça vurguladığı “Suriye’nin toprak bütünlüğü” kavramına verdiği anlamın içeriği... Rota değişikliği Ancak esas üstünde durulması gereken, Suriye politikasında iktidarın yeni bir rota değişikliğini devreye sokması: Fırat’ın doğusunda yeniden ABD ile birlikte yürümeye çalışması. Son dönemde yürütülen temaslar bu yürüyüşün “nasıl” olacağını belirlemeye yönelik. Bu değişikliğin geri planında şunu görmek mümkün: Ülkenin sahip olduğu araçların elde etmek istediği amaçlarla bağdaşık olmadığı gerçeğinin yönetenlerin zihninde açığa çıkmış olması. Politika sürdürülebilir değilse politika olmaktan çıkar. Başka arayışlar devreye girer. Olup biten budur. Nitekim yaşanan ekonomik kriz ABD ve Batı ile kavgayı değil uzlaşıyı dayatmıştır. Dış kaynak arayışına yüksek faiz oranları çare olabilmiş, ekonominin dayatmaları her şeyin önüne geçmiştir. Kabul etmek gerekir ki, Suriye’nin Türkiye’nin çıkarı, Suriye’nin istikrara kavuşturulmasından geçmektedir. Yeni topraklar kazanmaktan değil. Bir kere girilen maceranın maliyeti ortadadır. Yenilerinden uzak durulmalıdır. Suriye’de girişilen yanlışı meşrulaştırmak adına kimilerince dillendirilen “insani dış politika” övgüleri de artık bir kenara bırakılmalıdır. kuzeyindeki yapılanma “terör koridoru” olarak nitelense de, bu koridor bir etnik kökene dayandırılmaktadır. Ülke içinde ve çevre ülkelerde varlığı mevcut sosyolojik yapıyı da hassas kılmaktadır. Bu hassasiyet, farklı bir ayar arayışını birlikte getirmiş olabilir mi? Öcalan’a yapılan ziyaretlerin böyle anlamı bir var mı? Göreceğiz. Özellikle seçime doğru... Fırat’ın batısı ve doğusu Yeni rota, Rusya ve İran ile mevcut uyumu nasıl etkileyecek? Bunun da yanıtı önümüzdeki günlerde... “Fırat’ın batısını Rusya, doğusunu ABD ile şekillendiririm” şeklinde özetlenebilecek yeni yaklaşım sürdürülebilir mi? CB Erdoğan’ın Putin ile 23 Ocak 2019 tarihli görüşmesi, bu konuyu açıklığa kavuşturacak gibi durmuyor. Zira bu görüşmede İdlib öncelik alacaktır. Öte yandan ABD’nin çekilmesi ve çekilecekse bunun takvimi netleşmediği için Fırat’ın doğusuna ilişkin Rusya’nın olası tepkisi şimdilik gündeme gelmeyebilir. Bu tepkinin verilmesi bilerek ertelenebilir. Yine de bir imaya tanıklık edebiliriz. Tabii haberimiz olursa... Trump’ın çok net olmayan tercihlerinin arka planında İran’a karşı Türkiye’yi kullanma arayışı olduğunu ileri sürmek yanlış olmaz. Bütün bunlar öyle veya böyle yönetilebilecek hususlar. Ancak yönetilemeyecek bir konu var: Suriye’nin toprak bütünlüğüne sıkça vurgu yapılması yanında atılan kimi adımların, kontrolü altındaki bölgelerin Türkiye’ye eklemlenme niyeti... Zihinsel arka planda bir “B” planının varlığı ikircikli tutumları besliyor. Çözümü zorlaştırıyor. Bu tercih, zikzaklı bir gidişata yol açıyor. Esas tehlikeyi göz ardı ediyor. ABD ile Türkiye’yi paralel kılıyor. Tam da bu ortamda “güvenli bölge” kavramı ortaya atıldı. Sahibi kimdir? Çerçevesi nedir? ABD ile bu konuda bir uzlaşmaya varılmış mıdır? Hiçbiri belli değil. Üstelik sorunlu bir kavram... ABD PYD’yi Türkiye’ye karşı korumak istiyor, Türkiye kendisini PYD’nin doğurduğu tehlikeden kurtarmak istiyor. O halde neyin ve nerenin güvenliği? Kim ne derse desin, güvenli bölge yeni bir Kuzey Irak zokasıdır. Bunu daha önce yutmuştuk. Tanıyor olmamız gerekmez mi? HaberTürk’ten alınmıştır. Coğrafi olarak ele alındığında 20 millik bir derinlikten bahsediliyor. Ancak adı geçen alan, bölge halkının yerleşim yerlerinin çoğunluğunu içinde barındırıyor. O alanda teröristler de yaşıyor. Nasıl olacak? Yeni Nusaybinler, Cizreler mi göreceğiz? İşin basitinden kaçılıyor: Suriye Ordusu’nu bölgeye egemen kılmak. Fırsat penceresi Güvenli bölge/bölgelerin tek gerekli yanı, sığınmacıların ülkelerine dönmesini kolaylaştıracak bir işlevinin olmasıdır. Bu da ancak Suriye’de anayasal bir düzenin sağlanmasıyla mümkündür. Esas gayret, samimi olarak Suriye’nin toprak bütünlüğünü sağlamaya verilir ise beka tehdidini bertaraf edebilecek uygun rota tutturulmuş olur. ABD’nin bölgeden uzaklaşması önemli bir fırsat penceresi açabilir. Türkiye’nin çıkarı, Suriye’nin istikrara kavuşturulmasından geçmektedir. Yeni topraklar kazanmaktan değil. Bir kere girilen maceranın maliyeti ortadadır. Yenilerinden uzak durulmalıdır. Suriye’de girişilen yanlışı meşrulaştırmak adına kimilerince dillendirilen “insani dış politika” övgüleri de artık bir kenara bırakılmalıdır. Bu tür yaklaşımların gerçek hayatta karşılığı yoktur. Devlet meselelerinde hiç yoktur. Mustafa Kemal’in Birinci Dünya Savaşı sürerken günlüğüne düştüğü şu notu aktarırsak belki bir yararı olur: “Bir devlet adamı, kendi insani hislerine tabi olarak devlet meselelerini halledemez, o salahiyete sahip değildir. Memleket, kimsenin malikânesi değildir. Yalnız, biz Türkler memleket ve milletin idaresini elimize aldığımız zaman, kendi şahsi davranışlarımızdaki cömertliği, devlet meselelerinin ecnebilerle hallinde düstur ediniyor, bir çocuk gibi aldanıyoruz.” ( Mustafa Kemal Atatürk, Karlsbad’da Geçen Günlerim, Kopernik, 2018, Yayına hazırlayan: Selma Günaydın, s. 29) Yeniden ABD ile yola çıkmak! Bu iş, bugüne kadar biraz böyle gitti; artık yeter... Eğitim modelimizi yok ettik ALİ TAŞTAN  / Eğitim Uzmanı Yıl 1927 nüfusumuz 13 milyon 648 bin. Nüfusun 3 milyon 305 bini şehirlerde, 10 milyon 342 bini ise köylerde yaşıyor.  Yıl 2017 nüfus 80 milyon 810 bin. 74 milyon 761 bini şehirlerde, 6 milyon 49 bini köylerde yaşıyor. Köy nüfusunun azalması tarımsal üretimin azalmasına, hayvancılığın olumsuz etkilenmesine ve köy okullarının kapanmasına neden oldu. 2006 yılında 23 bin 536 köy varken, 2018’e geldiğimizde bu sayı 5 bin 983’e gerilemiş durumda. MEB verilerine baktığımızda da 5 bin 983 köy ilkokulu olduğu görülüyor. Yazıya konu fotoğraftaki okul da bunlardan biri... AKP’nin eğitim politikaları köylerin boşalmasına, tarımın can çekişmesine ve köy okullarının kapanmasına neden oldu.  1990’lı yıllarda her köyde bir okul vardı. Belki 80100, belki 3040 öğrencisi vardı bu okulların. Her köyde en az 12 öğretmen vardı. Öğretmenler köylünün sorunları ile de ilgilenirdi. Hasta olan, başka bir şehre iş için gidecek olan gelir öğretmene danışırdı. Servis, ısınma, temizlik, güvenlik sorunu yoktu bu okullarda... Köyleri boşalttık, okulları kapattık. Köyde yaşayan çocuklarımızı da ‘servis’lerle aç susuz çiftçi, gazeteci oldular... Şimdilerde silikon vadisi yöneticilerinin çocuklarının teknoloji gir şehir merkezlerine taşıdık. AKP’nin eğitim politikaları köy okullarının kapanmasına neden oldu. (Kadirli Osmaniye Azaplı Kabayar Köyü İlkokulu’nun bugünkü hali) meyen okullara gittiği konuşuluyor. Büyük şehirlerde Tam gün eğitim yapılırdı buralarda... Sabah kahvaltısından sonra, çantamızı alır düşerdik yollara... Her çocuk günde bir tane de odun götürürdü okula... Isınma sorunu böylece çözülürdü bu okulların... Sobadan sorumlu 5’inci sınıf öğrencisi, öğretmenlerle birlikte yakardı sobaları... Okulun bahçesinde gram asfalt olmazdı. Çayırların çimenlerin üstünde, ağaçların gölgesinde oynardık okulun bahçesinde... Her yıl bahçeye ağaç dikilir, öğretmenimiz bu ağaçları zimmetlerdi bizlere. Gözümüzün içi gibi bakardık o ağaçlara... Okuma dersleri bahçede yapılırdı. Okuduğumuzu anlardık o zamanlar. PISA sınavları olsaydı sonuncu olmazdık o dönemde. Öğretmen önemli konuk Hidroelektrik santrallarını bahçeye yaptığımız barajla anlatmıştı öğretmenimiz. Temizliğini, her gün de ğişen nöbetçi öğrencilerle birlikte öğretmenler yapardı bu okulların... Köyde börekçörek yapan kadınlar, mutlaka okula getirip, öğrencilere de ikram ederlerdi bu börekçöreklerden... Bir düğün varsa köyde, en önemli konuklar öğretmenler ve öğrenciler olurdu. Cuma günü öğle yemeğine davet edilen çocuklar öğretmenleri eşliğinde bayrak töreni yapıp İstiklal Marşı’nı okurlardı bu köylerde... Milli bayramlarda okul bahçesine çıkarılırdı sıralar... Köy muhtarı öncülüğünde neredeyse tüm köylü törenleri izlerdi bu sıralara oturarak. Davul zurna eşliğinde tüm köyün katıldığı halayla bitirilirdi törenler. İşte bu okullarda yetişen çocuklar “yaparak yaşayarak” öğrendiler, temizlik yapmayı, ağaç dikmeyi, soba yakmayı, portakal toplamayı... Mutlu olmayı öğrenen bu çocuklar ayrıca, öğretmen, avukat, doktor, “organik” okullar kurulmaya çalışılıyor... Bu okullara avuç dolusu paralar ödeniyor. Peki bizim bu okullarımızın Silikon Vadisi yöneticilerinin çocuklarının gittiği okullardan ne eksiği vardı?  Eksiği yoktu. Fazlası vardı. Biz ne yaptık? Köyleri boşalttık, okulları kapattık. Köyde yaşayan çocuklarımızı da “taşımalı eğitim” diye bir şey uydurup, servislerle aç susuz şehir merkezlerine taşıdık. Yıllardır şu model bu model diye tartışıp durduk. Kendi modelimize dönüp bakmak aklımızın ucundan geçmedi. Aslında 1923’ten bu yana kendimize özgün bir model oluşturduk. Köyleri boşaltarak kendi modelimizi yok ettik. Çocuklarımızı asfalt bahçeli apartman şeklindeki okullara hapsettik. Okullarımızın ne güvenliğini sağlayabildik, ne ısıtabildik, ne de tuvaletlerini temizleyebildik... Ders çıkarma zamanı... Adayların projelerinde önceliği çocuklara, öğrencilere, emeklilere, engellilere ve yaşlılara vermeli. Adaylara çağrı Yerel yönetim seçimleri için hazırlanan belediye başkan adaylarının programları; yaşadığı ilde, ilçede, belde de yurttaşının yaşamını, daha da nasıl kolaylaştırabileceği, refahını nasıl artırabileceğine odaklanmalı. CENGİZ YILDIRIM Ülkemizde yerel seçim fırtınası esiyor. İstanbul ve Ankara’yı 20 yılı aşkın süredir yöneten AKP’de; seçimleri kaybetme ve olası sonuçlarının korkusu yaşanıyor. Türkiye işte böyle bir dönemde, yerel yönetim seçimlerine hazırlanıyor. Peki nasıl bir Türkiye’de? Caddeleri kapatılmış, sokakları, kaldırımları ve parkları işgal edilmiş, yeşil alanları yağmalanmış, AVM’lere peşkeş çekilmiş, kent ve ilçelerimize “ihanet edildiği” ihanet edenler tarafından bile itiraf edildiği... Vaziyet yerel bazda bu kadar vahimken ililçelere dair konuşulması gereken sorun ve projeler, adayların kişisel özelliklerinin ve siyasi dengelerin gölgesinde kalıyor. Yapay arayış ve tartışmalar, gerçek sorun ve gündemi ikinci plana itiyor. Bilindiği gibi ülkemiz yüzölçümünün tamamına yakını deprem bölgesi. Büyük Marmara depreminden sonra olası bir depremde İstanbul’da yurttaşlar için belirlenen “toplanma alanları” ne yazık ki yapsatçılara satıldı, yerlerine konutlar, gökdelenler, AVM’le inşa edildi. Ortaya çıkan manzaradan sonra da “İstanbul’a ihanet edildiği” itiraf edildi. Edildi ama bu ihanetin etkisini azaltmak için hiçbir şey yapılmadı. İstanbul’da kentsel dönüşüm istenilen oranda yapılamadı, nüfus 1820 milyona yaklaştı, aradan 20 yıl geçtiği halde binlerce yurttaş da mağdur edildiğiyle kaldı. Adaylardan beklenenler Yerel yönetim seçimleri için hazırlanan belediye başkan adaylarının programları; yaşadığı ilde, ilçede, belde de yurttaşının yaşamını, daha da nasıl kolaylaştırabileceği, refahını nasıl artırabileceğine odaklanmalı. Bu kapsamda: n Adayların projeleri kapsamında mutlaka çocuklar, öğrenciler, emekliler, engelliler ve yaşlılar bulunmalı ve öncelikli olmalı. n Büyük kentlerde yaşayan yurttaşların sorunlarına yaşadığı yerde çözüm üretilmeli. n Başkan adayları, biz yurttaşların karşısına neden onları seçmemiz gerektiği konusunda projeleri ile gelmeli. Yeşil alanımızı ne kadar artıracağını, ulaşımımızı, nasıl kolaylaştıracağını, ısınmamızı daha ucuza nasıl sağlayacağını, kültürel etkinliklerimize nerede, nasıl çözüm üreteceğini somut örneklerle anlatmalı. n Başkan adayları seçileceği kentte, ilçede, belde de yurttaşın sorunlarını düzenli olarak dinlemeye, temsilcilerini kabul etmeye, sorunları tartışmaya ve birlikte yönetmeye açık olmalı. Böylece yurttaşların yönetime katılımı sağlanmalı. n Başkan adayları, il, ilçe ve beldelerinde kapatılmış sokakları açmaya, işgal edilmiş kaldırımları temizlemeye, park ve bahçelerini (varsa tabii) güvenli hale getirme sözü vermeli. n Ülkemiz nüfusunun yüzde 13’e yakını engelli olduğu unutulmadan, kentlerdeki yaşam alanları, yolları, toplu ulaşım araçları, geçitleri bu durum dikkate alınarak inşa edilmeli, çözüm üretilmelidir. Engellilerin toplumun arasına katılması, kaynaşması için çalışmalar yapılmalıdır. Sandık güvenliği Burada yurttaşlara düşen görev, adayları beklentileri ölçüsünde denetlemek ve beklentilerini siyasi eğilimlerine sıkıştırmadan daha iyi bir yönetim anlayışı talep etmektir. Seçmenlerin sandık güvenliği konusunda ikna edilmesi de adayların sorumluluğundadır. Adayların bu konudaki hassasiyeti katılım oranında belirleyici olacaktır. Erdal Atıcı / Eğitimci Yazar Tepki çığ gibi... Elbette naylon poşetin paralı olmasına gösterilen tepki kadar olmasa da, sevgili Ceren kardeşimizin katledilmesine tepki büyüyor. Büyümeli de... Kimse işini doğru dürüst yapanlara kıymamalı, cesaret bulamamalı... Kısacası: Eşkıya dünyaya hükümdar olmamalı... Artık bana dokunmayan yılan bin yaşasın diyerek bu ülkede yaşama devam edemeyiz... Elimizi, yetmedi gövdemizi taşın altına koymalıyız... Sessiz çoğunluk, bu noktadan sonra artık demokratik tepkilerini göstermeli... Hırsızlığa, arsızlığa, yolsuzluğa kötü giden ne varsa sesini duyurmalı... İsmet Paşa’nın dediği gibi, “Bir ül kede namuslular da en az namussuzlar cesur olmadıkça o ülke kurtulamaz!” Kurtulmayacak da... Sosyal medyada yazdığım, “katledilen Ceren Öğretmen” başlıklı yazımdan sonra, telefonum hiç susmadı... Eski, yeni öğrencilerim arıyorlar... “Hocam nereye gidiyoruz” diye soruyorlar... Öfkeliler... Biz böyle miydik diye soruyorlar... Ben de yanıtlıyorum, öyle olsaydınız bu tepkiyi içinizde duyar mıydınız... Onlara sordum, sana da soruyorum sevgili Cumhuriyet okuru dostum... Sen hiç okul tuvaletlerinde öğretmenin yüzüne doğru üfleyerek sigara içtin mi? Ya da sakallı bıyıklı okula geldin mi? Yahut öğretmene saldırdın mı? Ya da öğretmenin yanında utanmadan sıkılmadan küfür ettin mi? Yahut, kapıyı yüzüne çarpıp gittin mi? Ya da öğretmene şiddet uyguladın mı? Sendikalar tepkisiz Bunlar ne yazık ki; ülkemizdeki okullarda yaşanıyor... Ne yazık ki, eğitim sendikaları başta olmak üzere, hiçbir kurum, hiç kimse gereken tepkiyi gösteremiyor... Arkadaşlar, dostlar bir ülkenin eğitimin bozulması hiçbir şeyin bozulmasına benzemez... Otomobil fabrikası bozulursa çok çok otomobil kaybederiz, ama eğitim sisteminin bozulmasıyla koca bir nesli kay bederiz... Ülkemizi kaybederiz. O nedenle eğitim sistemi her şeyden önemli... Kardeşim yedi zayıfa kadar öğrenci bir üst sınıfa geçmesin... Bir üst sınıfa geçmeyi hak etsin... Eğer o alanda yapamıyorsa, onları yapabilecekleri alanlara yönlendirelim. Eğitim yöneticileri liyakate göre atansın... Okulları lider olabilecek müdürler yönetsin. Başarı alın terine dayansın... Elli bin şey söylenebilir bu konuda... Ama şimdi ders alma ve ders çıkarma zamanı... Ha, anneler babalar bir sözüm de size... Sorumluluğunu alamayacağınız, temel eğitimini yapamayacaksanız çocuklar dünyaya getirmeyiniz mümkünse... Annelik babalık zor iştir... Bilesiniz! C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle