18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
OLAYLAR VE GÖRÜŞ[email protected] eposta: [email protected] Pazar 30 Aralık 2018 2 TASARIM: BAHADIR AKTAŞ Aramızdan ayrılışının 80. yılında mimar ve öğretmen Bruno Taut... Ümit Sarıaslan Orhan Şaik Gökyay’ın “destan”ı tanımlarken söyledikleri, yıllar sonra Bruno Taut’la çağdaşı kurucu mimar ve kent plancılarının bize bıraktıkları mirasa bakışımızı etkileyen esinli bir saptamaya dönüşüyor: “Destan, bir yanından geçmişin, bir yanından geleceğin göründüğü tak gibidir.” Bir güz akşamında Taut’un Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’ne (DTCF) bakıp düşünürken, yapının, birden Gökyay’ın tanımlamasındaki “tak” imgesiyle örtüştüğünü duyumsadım! Beri yandan bakınca başka, öte yandan bakınca başka bir fotoğrafla karşı karşıya olduğumu eşzamanlı. Genç cumhuriyetin Ankara’yı “taçlandırma” çabasının simge yapılarından DTCF’nin yüzünden yansıyanı, seksen yıl önce yıldızlara göçen Mimarını düşündüm sonra... Taut’a tam yetki Mimar ve öğretmen Bruno Taut, erken cumhuriyet mimarisinin biçimlenmesinde etkin görev üstlenmiş meslektaşı E. A. Egli’nin ayrılışı ardından ülkemize çağrılacaktı. Okul yapılarından sorumlu Milli Eğitim Bakanlığı Tatbikat Bürosu ile Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Bölümü onun sorumluluğuna verilecekti. Kendisine her açıdan tam bir yetki ve çalışma özgürlüğü sağlanacak olan Taut da tüm yaratıcı gücünü ve mesleki birikimini seferber edecekti. Okul mimarlığı konusundaki yeri ve yetkinliği alan uzmanlarınca teslim edilen Taut, ulusu çağdaş uygarlık düzeyine çıkarmak kararlılığındaki Cumhuriyet için bu yeni yapılanmanın taşıdığı önemi çok iyi görüp biliyordu. Bunun için “mimar ve öğretmen” olarak, öğrencilerine salt mesleğe ilişkin ödevlerle uğraşmalarının yeterli olmadığını, toplumsal olana da kafa yormalarını söyleyecekti hep. Gençleri çağdaş mimarlık eğitimiy Okul mimarlığı konusundaki yeri ve yetkinliği alan uzmanlarınca teslim edilen Bruno Taut, ulusu çağdaş uygarlık düzeyine çıkarmak kararlılığındaki Cumhuriyet için bu yeni yapılanmanın taşıdığı önemi çok iyi görüp biliyordu. Bruno Taut le donatıp yetkinleştirirken, toplumsal yapının mimarisini de tanıyıp bilmelerini isteyecekti onlardan. Böyle bir eşikten baktığı mimarlık mesleğinin öğretimine ayrılan beş yıllık süreyi yoğun ve çok yönlü değerlendirmek gerektiğini de... Bu yolda İstanbul’a gelişinden (10 Kasım 1936) bir ay sonra Ankara’ya vardığında, “DTCF projesi” kendisini bekleyen işler arasındaydı. Proje, uygulamaya geçildiğinde Yüksek Öğretim Genel Müdürü Cevad Dursunoğlu’nun her açıdan büyük desteğini görecek, Türkiye’ye gelmeden önce gittiği Japonya’da bulamadığı çalışma ortam ve iklimini Ankara’da bulacaktı. Nazi faşizminden kaçtığı Japonya’dan beri sağlık sorunlarıyla uğraşan Taut’un ülkemizdeki son işi de, trajik bir denkdüşümle Atatürk’ün katafalkını hazırlamak olacaktı. Kendisi de kısa bir süre sonra, ardında kentsel kültürel yapı ve yaşamımızın dokusuna işleyen mimari kültürel bir miras bırakarak 24 Aralık 1938’de, elli sekiz yaşında aramızdan ayrılacaktı. DTCF yapısı büyük ölçüde, yakın çalışma arkadaşı Mimar F. Hillinger tarafından Taut’un tasarımı doğrultusunda tamamlanacak, yine Taut’un Ankara Atatürk Lisesi, Cebeci Ortaokulu, İzmir Cumhuriyet Kız Enstitüsü, Trabzon Lisesi gibi okul yapılarının da özgün tasarımları doğrultusunda bitirilmesini Hillinger sağlayacaktır. Kentlerin dağılımı Doğan Kuban’ın mimariyi “insanın çevresini ussal bir düzene sokma çabasının anlatımı olarak, uygarlıkların en güçlü simgesi” sayması boşuna değildi. Taut da 1918’de yazdığı “Kentlerin Dağılımı” adlı yazısında, yeryüzü insanındır; insan “artık yeryüzünde sadece bir seyirci olarak kalmayacak, yeryüzünde oturacaktır” diyordu. Belki eşzamanlı, Rilke’nin Rodin’i anlatırken söylediklerine çevirerek gözlerini: insan yeniden ve yeni bir biçimde oturmayı öğrenecek diye düşünüyor olmalıydı, “Kentlerin Dağılımı”ndan kent dağlarına (!) açılacak yolların başında... 1918’den yüz yıl sonra, içinde yaşadığımız şu kentte, ünlü mimar Le Corbusier’nin demesiyle doğayla uyumumuzun ya da uyumsuzluğumuzun; Doğan Kuban öğretmenimizin sözleriyle çevremizi ussal bir düzene koymadaki başarımızın ya da başarısızlığımızın uzamları olan yapılara nasıl bakıyoruz? Dünden güne, günden yarına yaşamsal karne ve kimlik kartımız olan mimari “nesneler”e, güzel ya da çirkin oylumlara ilgisiz kalmak hakkına sahip miyiz?... Yapıların yüzünden yansıyan iletiye sırtımızı dönerek yaşamak, o mekânların dalında taşı nıp gelen tarihe kendimize dolayısıyla sırtımızı dönmek değilse nedir? Bu sorulara verilecek yanıt, bize, “oturmayı” öğrenmişlerle öğrenememişler arasında, başka bir söyleyişle yerleşmesini bilenlerle bilmeyenler arasında bir “yer” de gösterecektir... Tarih, Taut’un onca birikim bilgi, ders ve deneyim yüküyle sürgün ve yurtsuz olarak geldiği ülkemizde, 1919’da Weimar’da düzenledikleri serginin bildirisinde geçen gelecekteki “mimar”ı hazırlamaktan öte, onu kendi kimlik ve özünde bulmasının yolunu da açacaktır. Bu buluşmayı ona ve onunla birlikte yurdumuzu “ikinci vatan” tutan mimar ve akademisyen yazgı ortaklarına genç Türkiye Cumhuriyeti sağlayacaktır. Miyuku Aoki’nin Taut’un ülkemize gelmek üzere Japonya’dan ayrılışını “Kişisel ve geçici Taut’tan, kalıcı mimar Bruno Taut’a yolculuk” diye tanımlaması bu tarihsel toplumsal gerçeğe vurguyla söylenmiş olmalıdır. Toplumcu mimar Dolayısıyla DTCF yapısı Doğudan Batıya, Bruno Taut’un gelenekle çağın gereklerini birleştirme yolunda ulaştığı mimari bireşimin tezi olarak da, antitezi olarak da bir “yol anıtı” gibi durmaktadır bugün... Gökyay’ın destanı tanımlarken altını çizdiği yazınsal gerçeklik, yapısal (mimari) gerçekliğin kavranmasında da esinli bir tutamak oluyor aynı nedenle. Onun içindir DTCF yapısı, her iki anlamda da beri yanından geçmişin, öte yanından geleceğin göründüğü görkemli bir tak’a dönüşmüş durumdadır... O yapının tasarımcısı ilerici düşünür, toplumcu mimar ve eğitimci Bruno Taut’a aramızdan ayrılışının 80. yılında saygıyla. İrfan Yalçın İçeriği ne olursa olsun, ince bir hüzün, bir sessizlik taşıyan, ustan çok yüreğin üretti Elveda mektup ği, hep yolunu gözlediğimiz, elimize aldığımızda sevinçten ürperdiğimiz, özlediğimiz kişiyi sanki bize getiren kâğıttan kelebek... Mektup... Bir dost ya da sevgili mektubu... Durgun, içten bir sevinçle zarfı açıp bir sevdiğimizin, bir dostumuzun eline değmiş, onun yazdıklarıyla dolmuş bir kâğıdı okumak, onun sessiz konuşmasını içimize akıtırcasına dinlemek, bunun yanı sıra, aramızdaki uzaklığı ilk kez algılamışçasına eşşiz güzellikte bir hüz nü duymak, küçük de olsa ışıl ışıl bir mutluluktur elbet. ‘Tavsiye mektubu’ Mektup bu mu yalnızca? Dost ya da sevgili mektubundan, en yakınlarımızın mektubundan başka mektup yok mu? Var tabi, “tehdit mektubu”, “tavsiye mektubu”, “rica mektubu”, “ticari mektup”, “şikâyet mektubu” vb. Ama ne ki, mektup de nince, bir ucu sevgiye, özleme değecek muhakkak, böylesi geliyor insanın aklına en çok; içimizi ısıtır gibi olacak, bu dünyada bir başımıza olmadığımızı duyumsayacağız, yüreğimizin bir yerinde yaşama sevinci gibi bir şeyin kamaştığını algılayacağız, çiçekler yağacak üstümüze sanki. Hepimizin boğulmuş günleri vardır, kuşkusuz; ne yapacağımı zı, hangi dala uzanacağımızı bil mediğimiz saatlerimiz; birden bu Yeni bir yıla, yeni kitaplarla, yeni dünyalarla… mektuplarla ışır içimiz işte, bambaşka oluruz; yaşamın katranı si EN GÜZEL YENİ YIL HEDİYESİNDE % 50 İNDİRİM linir gözlerimizden bir anda. Yazılı bir kağıt parçasının büyüsü de ğil de nedir bu? Gelmediği gün ler acıyla kavrulduğumuz, yanı mızdakilerin mektup sevinci kar şısında adeta dünyaya küstüğü müz, mektup beklemeyi bir mes lek haline getirdiğimiz askerlik ya da hapisane günlerinin mektup larını, o ağır “hicran”ların dindiri cilerini düşünün bir de siz... Yazdığımız ilk mektup kimey di, bilir miyiz? Ne zaman, nere de? İlk geçliğimizin tatlı sarhoşlu ğuyla bir sevgiliye yazılmıştı bel ki de. En olgun, en bilgin kişilerin mektuplarında bile nice saçma lıklar görüldüğüne göre –başıboş bir alandır çünkü mektup, çok saçmalanır neler saçmalamışızdır kim bilir, ne ince inciler döktürmüşüzdür! Aileden mektup Ya aldığımız ilk mektup? Hadi o da küçücükken, çok uzaklarda bir yatılı okuldayken, anamızdanbabamızdan ya da kardeşimizden aldığımız mektup olsun; okulun taş duvarları arasına evimizin sıcaklığını getiren, yenisi gelene dek her gün birkaç kez okuduğumuz, belki de bizi ağlatan çocuk yalnızlığımızda. İnsanoğlunun en önemli yaratılarından biri olan, kim ne derse desin, yaşamın şiirini coşturan mektuba n’oldu şu son yıllarda? Neden onu değil de, çığlık çığlığa öten telefon seslerini, genel ağ (internet) iletilerini bekliyor insanlar daha çok? Neden eskisi gibi sokak aralarında sık görülmüyor postacılar? Yanıtı belli bunların tabi; telefon, tıpkıbasım (faks), genel ağ (internet) yaygınlaşınca birden, posta kartlarında, çeşitli ülkelerin posta pullarında o hep gördüğümüz , gagasında mektup taşıyan ak güvercin ağır bir yara aldı kanadından, uçamıyor. Gerçek şu ki, yıllardır o çok alıştığımız, çok sevdiğimiz mektuba, o sevgi uçurtmasına elveda diyeceğimiz günlerdeyiz artık. Müjdat Gezen ve Atatürk 2007’den beri “UNICEF Türkiye İyi Niyet Elçiliği”ni yürütmekte olan Müjdat Gezen bir “sanatçı müsveddesi” değil, tam tersine, sanatın, sanatçılığın ve hatta insanlığın “düzeltilmiş”, “temize çekilmiş”, “rafine edilmiş” halidir. HHH 12 Eylül darbesinde hapis yatmış bir yazardır. “Benim yazdığım ve Savaş Dinçel’in de çizdiği ‘Çizgilerle Nâzım Hikmet’ kitabı hakkında gözaltı kararı olduğunu söylediler... 21, 22 gün sonra çıktık. Ben o dönem ekmeğimden oldum, çalıştığım yerden oldum, param kesildi. Radyoda program vardı kesildi.” HHH Pek çok sanatçı yetiştiren MSM, Müjdat Gezen Sanat Merkezi kundaklandığında şunları söylemiştir: “Yangınlar, alevler bizim içimizdeki alevleri söndüremez. İçimizde ateş farklı bir ateş. Atatürk ateşi, Cumhuriyet ateşi. Ona bir şey olmuyor. Yalnız birazdan izleyeceğiniz görüntüde bu okulun neden yanmadığını, koruyucusunun kim olduğunu çok güzel göreceksiniz... Alevlerin arasında bronzdan Atatürk siluetini çok net göreceksiniz. Burası dünyanın ilk ve tek parasız özel okulu, 26 yıldır...” HHH Bir “Büyük Sırrı” vardır: “Müjdat Gezen’in ‘büyük sırrı’, kendisinin ‘Sanatçı Evi’ dediği, yaşlı ve bakıma muhtaç sanatçılar için işlettiği bir huzur ve sağlık merkezidir. Ben sadece, burada sekiz doktorun görevli olduğunu biliyorum. Bir de kimseden para alınmadığını.” HHH Son olay hakkında DW Türkçe’den Nevşin Mengü’ye şöyle konuşmuştur: “Korkmuyorum, ben bunların feriştahını yaşadım. Kenan Evren zamanı ayağımıza zincir de vurdular. Bunların korkusu dağları aşmış belli ki...” “...Yarın dilimi kesseler, işaret dili öğrenirim yine gereken eleştiriyi yaparım.” HHH Cumhurbaşkanına hakaret ettiği gerekçesiyle konulan yurtdışı yasağının kaldırılmasını isteyen efsane Avukat Celal Ülgen dilekçesinde şöyle diyor: “Yurt dışına çıkışının yasaklanmasına karar verilmesi müvekkilimiz için bu suç için öngörülen cezadan daha ağır bir yaptırım kararı olmuştur. Çünkü müvekkilimizin kızı yurt dışında Hollanda’da yaşamakta ve müvekkilimiz kanser tedavisi gören kızı içi sürekli Hollanda’ya gitmektedir... Yurt dışına çıkış yasağı, müvekkilimizin kızı ile olan iletişimini keseceği için gereksiz, fazla ve müvekkilimize işkence çektirecek yöntem olmuştur.” HHH Mustafa Kemal Atatürk, 12 Nisan 1930’da tiyatro sanatçılarını kabul ettiğinde şöyle diyor: “Hepiniz mebus olabilirsiniz... Vekil olabilirsiniz... Hatta cumhur reisi olabilirsiniz... Fakat san’atkâr olamazsınız. Hayatlarını büyük bir sanata vakfeden bu çocukları sevelim.” Marksizmin başyapıtı Kapital, on iki kitaplık “Sosyalist Cep Kitapları” setimiz, on kitaplık “Stefan Zweig seti”, Şolohov ve Tolstoy’un dörder ciltlik unutulmaz yapıtları Durgun Don ile Savaş ve Barış. Hepsi özel kutusunda, www.yordamkitap.com adresinde yeni yıla kadar % 50 indirimde. Sevdikleriniz için en güzel hediye… YordamKitap YordamKitap YordamKitap www.yordamkitap.com YAŞASIN CUMHURİYET Cumhuriyet Okurları (CUMOK), Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD), kadın kuruluşları ve sivil toplum örgütlerince başlatılan ve bir süre önce sona eren, İMECE kampanyasını sanatçılar, sanatseverler devraldı. Koleksiyoner K. Hasan Can, Cumhuriyet’e katkı için, objektif habercilik için, yurttaşın demokratik hak ve özgürlüklerinin korunması, savunulması için ressam Muzaffer Akyol’un “Umuda Yolculuk” tablosunu hediye etti. Can, “Adını Mustafa Kemal Atatürk’ün verdiği aydınlanmanın ilkelerini savunan Cumhuriyet gazetesi ve Cumhuriyet hep yaşasın” dedi. C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle