16 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
OLAYLAR VE GÖRÜŞLER 2 Cumhuriyet, Atatürk eposta: [email protected] Salı 23 Ekim 2018 TASARIM: ilknur filiz devrimlerinin bekçisidir! Prof. Dr. Hakkı Keskin Siyasi Bilimci, Almanya Parlamentosu ve Avrupa Parlamenterler Meclisi Eski Üyesi Türkiye Cumhuriyeti ile yaşıt olan, Mustafa Kemal’in isteğiyle, Kuvayi Milliyeci Yunus Nadi tarafından kurulan ve Kemalist ilke ve devrimlerine kararlılıkla bağlı kalan Cumhuriyet gazetesinde, 7.8.2018 tarihinde yapılan seçimle yeni bir Vakıf Yönetimi göreve geldi. Kendilerini uzun yıllardır yazılarından ve şahsen de tanıdığım Alev Coşkun, Ali Sirmen, Mustafa Balbay’ında görev aldığı yeni vakıf yönetimine, Almanya’daki bazı medya kuruluşlarında asla hak etmedikleri eleştiriler yapıldı. Vakıf yöneticileri aşırı milliyetçi Kemalist (ultra Kemalist ve nationalist) ve hatta neredeyse faşist olarak nitelendirildi. Atatürk, Kemalizm ve Cumhuriyet gazetesi karşıtı bu yazılar beni son derece rahatsız etti. 1968’den bu yana okuduğum Cumhuriyet gazetesine ve Kemalizme yapılan bu eleştirileri son derece haksız bulduğum için, Almanca 6 sayfalık ayrıntılı bir yazı kaleme aldım. Yazımı Almanya`daki medya kuruluşlarına, Almanya Cumhurbaşkanına, Şansölye Merkel’e ve bazı politikacılara gönderdim. Amacım Kemalizmi ve bu çizgideki Cumhuriyet gazetesini bilmeyenleri bilgilendirmektir. Bu açıklamamın bazı bölümlerini Türkçeye çevirerek Cumhuriyet okuyucularının bilgisine sunuyorum. Türkiye’de, İslam ülkelerinde ve hatta dünyada günümüzde yaşadığımız terör ve demokrasi bağlantılı sorunlara, Kemalizmin çözüm modeli olacağına inandığım için yazımı aşağıdaki başlıkla kaleme aldım. Din istismarına karşı “Mustafa Kemal Atatürk’ün, Türkiye Cumhuriyeti için önemini anlamak, onun devrimlerine ve Kemalizm olarak nitelenen temel görüşlerine göz atmak gerekir. Müttefiki olan Almanya İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı’na girmesine neden olduğu Osmanlı İmparatorluğu, savaşı kaybedince, galip ülkeler Büyük Britanya, Fransa, İtalya ve Yunanistan tarafından günümüz Türkiye’si de işgal edildi ve bölüşüldü. Mustafa Kemal ve yakın subay arkadaşları öncülüğünde bu işgale karşı ulusal kurtuluş hareketi başlatıldı. 19 Mayıs 1919’dan 9 Eylül 1922’ye değin organize edilen ve Türkiye Millet Meclisi kararlarıyla yürütülen ulusal Kurtuluş Savaşı, işgal güçlerinin yenilgisi ve Türkiye’nin bağımsızlığını elde etmesiyle sonuçlandı. 29 Ekim 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ilan edildi. 624 yıllık Osmanlı saltanatı ve bir nevi Papalık olan Şeyhülislamlık kaldırıldı. Türkiye Büyük Millet Meclisi ulusal kurtuluş savaşının lideri Mustafa Kemal’i, Meclis tarafından kendine verilen isimle Türklerin babası anlamına gelen ‘Atatürk’ü Cumhurbaşkanlığı’na seçti. Türkiye’nin kurtuluş ve bağımsız Türkiye’nin kurtuluş ve bağımsızlık savaşı, emperyalist ülkelerin sömürgelerine, bağımsızlık yolunu gösteren ve cesaretlendiren örnek olmuştur. Hindistan’da Mahatma Gandhi’nin, Çin’de Mao Zedong’un, Kuzey Afrika’da Cezayir’in, Latin Amerika’da Küba’nın bağımsızlık savaşlarına ışık tutmuştur. lık savaşı, emperyalist ülkelerin Asya, Afrika ve Güney Amerika’daki sömürgelerine, bağımsızlık yolunu gösteren ve cesaretlendiren örnek olmuştur. Hindistan’da Mahatma Gandhi’nin, Çin’de Mao Zedong’un, Kuzey Afrika’da Cezayir’in, Latin Amerika’da Küba’nın bağımsızlık savaşlarına ışık tutmuştur. Çin Halk Cumhuriyeti ders kitaplarında, Atatürk’ün ulusal kurtuluş savaşının önderi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olarak günümüzde de öğretilmesi bundandır. Atatürk’ün 100. doğum günü UNESCO (Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu), 1978 yılında 152 ülkenin oybirliğiyle Atatürk’ün 100. doğum gününü, Atatürk’ü anma yılı olarak kabul etmiştir. UNESCO kararı aynen şöyledir: “Atatürk uluslararası anlayış, işbirliği ve barış yolunda çaba göstermiş üstün bir kişi, olağanüstü reformlar gerçekleştirmiş bir devrimci, sömürgecilik ve emperyalizme karşı savaşan ilk lider, insan haklarına saygılı, dünya barışının öncüsü, bütün hayatı boyunca insanlar arasında renk, din ve ırk ayrımı gözetmeyen eşsiz bir devlet adamı, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu.” Atatürk liderliğindeki Türkiye, devrimci yenilikler ve köklü reformlarla, ortaçağ düzeyinde geri kalmışlığı hızla gidermeyi ve çağdaş ülkeler düzeyine yükseltmeyi hedef almıştır. Köklü bir eğitim ve hukuku reformuyla, Latin alfabesiyle, Cumhuriyetin temel dayanağı olan Din ve Devlet işlerini ayıran Laiklik ilkesiyle, kadın erkek eşitliği ve çokevliliğin (poligaminin) yasaklanma sıyla, hızla kalkınma ve sanayileşmesiyle, finans ve ekonomide bağımsızlığın sağlanması yönünde büyük başarılar gerçekleşmiştir. Atatürk tarafından yürürlüğe konan laiklik ilkesi, İslam ülkeleri arasında tek örneği oluşturmaktadır. Laiklik, özellikle nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan ülkelerde, demokratik hukuk devletinin yaşama geçirilebilmesi için vazgeçilemez koşuldur. 50’den fazla İslam ülkesinin nerdeyse hiçbirinde gerçek demokrasi ve hukuk devletinin olmayışının temel nedeni, bu ülkelerde laikliğin olmaması veya uygulanmayışıdır. Laiklik, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel taşını oluşturur. Dine dayalı devleti amaçlayan kökten dincilerin karşılarındaki ana düşman ve hedef bu nedenle Kemalizm ve Kemalistlerdir. Günümüz Türkiye’sinde Tayyip Erdoğan başkanlığındaki tutucu (konservatif) dinci AKP ile Kemalistler arasındaki çekişmenin ana nedeni budur. Mustafa Kemal Atatürk’ün devrimlerine ve ilkelerine sahip çıkanlar, kendilerini Kemalistler olarak tanımlamaktadırlar. Cumhuriyetin kuruluşundan 1950’lere değin Kemalistler büyük bir coşku ve özveriyle, devrim ve reformların gerçekleşmesine ve toplumun refahına çalışmış, rüşvete ve kendilerini zengin etmeye yanaşmamışlardır. (...) Cumhuriyet, Türkiye Cumhuriyeti ile yaşıttır Cumhuriyet gazetesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan altı ay sonra, 7 Mayıs 1924 tarihinde yayına başladı. Türkiye’nin kurtuluş ve bağımsızlık savaşında Atatürk’ün yanın da yer alan Yunus Nadi, gazetenin kurucusu, isim babası Mustafa Kemal’dir. Cumhuriyet gazetesi kararlılıkla bağımsızlığını koruyan ve Atatürk devrim ve ilkelerini savunan günlük gazete olarak yaşamını sürdürmüştür. Yunus Nadi’nin ölümünden sonra oğlu Nadir Nadi gazete yönetimine gelmiştir. Gazete İlhan Selçuk, Uğur Mumcu ve tanınmış birçok gazeteci ile Atatürk devrim ve ilkelerine bağlı kalınarak etkin yayın politikası sürdürülmüştür. (...) Nadir Nadi’nin ölümünden sonra, gazete sahipliği 1993 yılında kurulan ‘Cumhuriyet Vakfı’na verilmiştir. Vakfın kuruluşuyla birlikte, gazetenin yayın çizgisi ve politikası da karara bağlanmıştır. (...) 7 madde olarak belirlenen ve uyulması gereken bu kurallar, 8.9.2018 tarihinde Cumhuriyet gazetesinde yayımlanmıştır. Uzun süren mahkeme kararları sonucunda, Cumhuriyet gazetesi vakıf yönetiminde yapılan yeni seçim, Alman ve Fransız medyasında eleştirilere neden oldu. Mahkeme 18.2.2014 tarihinde Cumhuriyet Vakfı için yapılan seçimi iptal etmişti. Vakıf yönetiminin mahkeme iptal kararlarına yaptığı itirazlar, son olarak Yargıtay tarafından da 3.8.2018 tarihinde reddedilerek, önceki mahkeme kararları onanmıştır. 7.8.2018 tarihinde yapılan yeni vakıf yönetimi seçimini, gazetenin yeniden Atatürkçü ilkelere bağlı kalmasını savunanlar kazanmıştır. Yeni seçilen vakıf yönetimi, Cumhuriyet gazetesinin bağlı olduğu 7 maddelik ilkelere vurgu yaparak, seçimi kaybeden önceki vakıf yönetiminin aksine, Cumhuriyet gazetesinin kuruluşundan bu yana savunduğu Atatürk’ün devrim ve ilkelerine bağlı kalacağını açıklamıştır. Cumhuriyet hep hedefti Almanya Türk Öğrenci Federasyonu Başkanı kimliğimle, Türkiye’deki siyasi gelişmelere yaptığım eleştiriler nedeniyle, Türk vatandaşlığından çıkarıldığımda, Cumhuriyet gazetesi yazarları, bu kararı şiddetle eleştirdiler. Aynı zamanda hukukçu olan Uğur Mumcu avukatlığımı üstlendi. Danıştay kararıyla vatandaşlık hakkımı yeniden kazandım. Kendi örneğimde olduğu gibi, Cumhuriyet gazetesi her zaman haksızlıklara ve haksız kararlara karşı tavır alarak, Türkiye’deki durumu eleştirel olarak değerlendirmiştir. Gazete her zaman emperyalizme karşı, kararlılıkla laikliği, demokrasiyi, hukuk devletini, basın ve fikir özgürlüğünü ve sendikal hakları savunan bir çizgi izlemektedir. Gazete yazarlarının önemli bir kesimini, sol sosyal demokrat olarak değerlendirmekteyim. Bu nedenle Cumhuriyet gazetesi ve yazarları, tutucu ve sağ hükümetlerin 1950’lerden bu yana hedefinde olmuştur. Türkiye’nin en ünlü ve sevilen Cumhuriyet yazarları, Prof. Dr. Muammer Aksoy, Prof. Dr. Bahriye Üçok, Uğur Mumcu, Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı, büyük bir olasılıkla laiklik karşıtı kökten dinci teröristlerin saldırılarına kurban gitmiştir ve hükümetler söz verdikleri halde bu cinayetlerin failleri bulunmamıştır. Uzun süren iktidar yozlaştırır Prof. Dr. Tevfik Dalgıç Teksas Üniversitesi Dallas İngiliz tarihçi ve politikacı Lord Acton’un tarihe geçmiş ve adeta bir atasözü haline gelmiş şu cümlesini bir hatırlayalım: “İktidar yozlaştırır, mutlak iktidar mutlaka yozlaştırır”. Çünkü iktidar olmanın doğası gereği yozlaşma gayetle kolay gerçekleşir ve tarih boyunca bunun pek çok örneği görülmüştür. Bu konuyu araştıran bilimsel bir çalışma 2009 yılında Oxford Üniversitesi yayını olan, Brain: A Journal of Neurology isimli beyin ve sinir sistemine ilişkin araştırmalara yönelik akademik derginin şubat sayısında yayımlandı. İngiliz Sosyal Demokrat Parti eski Genel Başkanı ve eski Dış İşleri Bakanı tıp doktoru Lord David Owen ile Amerika’nın Duke Üniversitesi’nde Vehim ve Travmatik Stress uzmanı psikiatr Profesör Dr. Jonathan Davidson tarafından kaleme alınan bu araştırmada doktorlar son 100 yıl içinde Amerikan Başkanları ile İngiliz başbakanlarının geçirdikleri sonradan ortaya çıkan deliliği andıran, kişilik bozukluklarını incelediler. Lord David Owen çalışmalarını daha önce 2007 yılında kitap olarak yayımlamış ve yeni baskısı da 2012’de piyasaya cikan. “The Hubris Syndrome: Bush, Blair and the Intoxication of Power”Hubris Sendromu: Bush Blair ve İktidar Zehirlenmesi” isimli kitapta ABD Başkani George W. Bush ile İngiliz Başbakanı Tony Blair’in iktidarda iken Irak Savaşı ile ilgili yaptıkları delice hareketleri ve yanllışlıkları ele almıştı. Tıpta “Hubris SyndromeAşırı Kibir Hastalığı” olarak Türkçeye çevrilebileceğimiz bu kişilik bozukluğunun uzun süre iktidarda kalan siyasilerde halk deyimi ile “dediğim dedik, çaldığım düdük” sözleri ile anlatılacak bir ruhsal bozukluğa dönüştüğünü, delilik belirtileri gösterdiklerini ve hiç kimseyi dinlemeyen, görüşlerine itiraz kabul etmeyen, konuları iyi inceleyip öğrenmeden ani kararlar alan ve sonuçta ülkelerini felaketlere sürükleyebilecek yanlışlıklar yaptıklarını ortaya koyuyor. Çalışmanın bulguları “Karizma, cazibe, insanları teşvik etme, ikna edebilme, vizyon genişliği, risk alma isteği, büyük idealler ve aşırı kendine güvengenel olarak başarılı liderlere atfedilen özelliklerdir. Buna karşın bu proflin bir başka yani ise zaman içinde ortaya çıkankimseyi dinlememe veya her şeyi en iyi ben bilirim, siz ne bilirsiniz türünden bir kibir ve insanüstülük inancı halini almasıdır. Dünya gerçeklerinden uzaklaşan bu siyasiler, düşüncesizce ve derinliğine inmeden, sonuçlarını düşünmeden kararlar almaya başlarlar. Bunun sonucu ise felaketle sonuçlanan bir liderliğe ve büyük çapta tahribata neden olabilmesidir”. Tarih boyunca bu tür hatalar yapan kısaca kafayı yemiş çok sayıda siyasetçi bulunuyor. Sonuçta hem kendileri hem de ülkeleri hem de başkaları zarar görmüşlerdir. Büyük değişim, haksızlığı yok etme, adaleti yeniden kurma gibi iddialar ve sözler ile iktidara gelenler, zamanla lüksün, dalkavuk çevrenin, şakşakçılığın ve otoritenin esiri olmaya başlarlar. Yani iktidar bir kimsenin ahlaki yeteneklerini etkileyebilecek güç haline gelebilir. Böylece başlangıçta değişimi öngören etik değerler ahlak hatta dini inançlar zaman içinde lüksün, para ve iktidarın, yağcı, şakşakçı çevrenin etkisiyle değişmeye başlar. Bu ise zaman içinde alıştıkları iktidarı gücünü kaybetme korkusu (paranoya) başlatır. Öksürdüğünün bile manşet ol duğunu gören, lüksün, şatafatın, gücün ve her istediğini elde etmeye alışmış, hiç kimseden saklamadığı sözlerinin adeta bir kanun haline döndüğüne tanıklık etmiş olan liderler artık korkularının esiri olmuş ve iktidarı kaybetme korkusunun vehmi içine düşmüştür. Mental bir dengesizlik Yani güce, paraya, lükse ve pohpohlanmaya alışık politikacının giderek beyin kimyası bozulmaya yüz tutmuş, gerçeklerden uzaklaşmış, etiksel değerlerini kaybetmiş, kafasındaki hayali bir dünyada yaşamaya başlamıştır. O artık hâkimi mutlaktır, parti onun her dediğini yapan bir araçtır, işine geldikçe parti üyelerinin fikrini alır görünse de sonuçta dediğim dedik haline gelir. Her konuda haklıdır, her sözü bir vecizedir. Yani artık kendisi devlettir kendi kafasında. Hiç bir itiraza tahammülü kalmamıştır. Tıp adamları bu değişimlerin nedenlerini tam izah edememekle beraber bir ihtimal olarak “mutlak kontrol ve mutlak iktidar peşindeki kişiliklerin mental bir dengesizliğe eğilimleri olabileceği” yönünde fikir yürütmektedirler. Polis  Geçen gün Fatih Altaylı ile bir trafik polisi arasında geçen olayı aktarmıştım okurlarıma. Bu yazı üzerine, gerek polisi öven veya yeren, gerekse Altaylı’yı haklı gören ya da kınayan çok yorum geldi. Bunun üzerine, genel olarak polisler ve polislik hakkında bir yazı yazmayı düşünürken, olayda yeni bir gelişme oldu: Fatih Altaylı, Polis Merkezi’ne giderek, arkasını döndüğünde kendi kendine söylendiği ama birisi tarafından kayda alınmış olan çirkin sözlerden dolayı polis memurundan özür diledi. HHH Ben hem ailede hem de okulda, esas olarak polise karşı güven duygularıyla yetiştirildim. Sonradan toplumbilim okuyunca: Polise karşı olan bu güvenin arkasında, adalet ve hukuk anlayışının bulunduğunu, onun arkasında da Hukuk Devleti’ne olan inancın yattığını... Ve bütün bunların temelinin de Hukuk Devleti’ne can veren Demokratik Cumhuriyet bağlılığı olduğunu fark ettim. Bu inanç hiyerarşisini belirleyen siyasal/ideolojik/tarihsel özeti şöyle yapabilirim: 1) Devlet doğada yoktur; devleti insan, kendini doğaya ve öteki insanlara karşı korumak için yaratmıştır. 2) Egemen kişilerin, ailelerin, Tanrı ve din kavramlarını da kendi iktidarlarını güçlendirmek için kullandıkları ceberut ve baskıcı devlet kavramı, tarih içinde evrimleşmiş, en sonunda, din, dil, ırk farkı olmaksızın, bütün vatandaşlarına eşit davranan, onların Temel Hak ve Özgürlüklerini korumakla yükümlü olan Demokratik Devlet niteliği kazanmıştır. 3) Demokratik Devlet, Temel Hak ve Özgürlüklerin, hem çoğunluğa hem de devlete karşı korunmalarını sağlayan Laik Hukuk Devleti kavramıyla güvenceye alınmıştır. 4) Devletin meşru kaba kuvvet gücünü kullanma yetkisine sahip olan polis, sadece devleti korumakla değil, vatandaşları da korumakla, yani onların Temel Hak ve Özgürlüklerine riayet etmekle de yükümlüdür. 5) Polis bu görevlerini yerine getirirken zor kullanma meşruiyetini, yasalara, Anayasaya ve evrensel hukuka, yani Demokratik ve Laik Hukuk Devleti’ne uygun olarak davranmaktan alır. 6) Özet olarak, polisin zor kullanma meşruiyeti, sadece devlet düzenini korumaktan değil, vatandaşın Temel Hak ve Özgürlüklerini korumaktan da kaynaklanır. 7) “Polis devletin polisidir” ama unutulmamalıdır ki, “Devlet halkın devletidir”, dolayısıyla “Polis, halkın polisidir”. 8) Demokrasinin ve/veya Laik Hukuk Devleti’nin yozlaşması Yargının ve Adaletin yozlaşmasına, Yargının ve Adaletin Yozlaşması Polisin yozlaşmasına yol açar. 9) Halk, Demokratik ve Laik Hukuk Devleti’nin yozlaşmasını, polisin “Devletin polisi” olmaktan çıkıp bir partinin, bir zümrenin, bir grubun, bir kişinin çıkarlarını korumaya başlamasıyla algılar. HHH Çözüm elbette tek tek polislerle uğraşmak değil, Demokratik ve Laik Hukuk Devleti’nin işleyiş ve denetim mekanizmalarını güçlendirmektir. DİREN DEMOKRATİK CUMHURİYET... DİREN LAİK HUKUK DEVLETİ. C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle