04 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
Pazar 21 Mayıs 2017 EDİTÖR: MÜNEVVER OSKAY TASARIM: EMİNE BİLGET ‘Hepimiz timsahın karnındaki İvan’ız’ Haldun Taner’in, 1960 darbesinden sonra üniversitelerden atılan ve tarihe “147’ler” olarak geçen akademisyenlerin durumunu ve bürokrasinin engellemelerini hicvetmek için Dostoyevski’den dilimize uyarladığı “Timsah” oyunu bu kez KHK’ler ile işlerinden atılanlar için sahnelenecek. MİYASE İLKNUR Atılan 147 öğretim üyesinin arasında bulunan Haldun Taner’in oyunu o dönem ne sahneleyecek tiyatro ne de oyunda rol alacak oyuncu bulabilmişti. O da oyunu radyo için yeniden düzenlemiş, o da sadece bir kez yayımlanmıştı. Alkaya, ‘Timsah’ın karnındaki İvan’ın hikâyesiyle ihraçları protesto ediyor. ‘Timsah’ yeniden sahnede. Bu kez yuttuğu İvan’lar 147 de değil, binlerce Orhan Alkaya Dostoyevski, 1860’ta yazdığı, ancak yarım bıraktığı bu fantastik öyküsünün Türkçeye uyarlanacağını ve belli aralıklarla gündeme geleceğini düşünmemiştir herhalde. Tabii öyküyü Türkçeye uyarlayan Haldun Taner de... Ne gariptir ki, dönemin koşulları gereği oyunu sahneleyemeyen ve radyo oyunu olarak düzenleyen Haldun Taner usta da oyunu yarım bırakmıştır. Oyunu tamamlamak Demet Taner ve Selçuk Erez’e kalmıştır. Günlüklerinde “Timsah” adlı öyküyü, Gogol’ün “Burun” öyküsünden esinlenerek yazdığını söyleyen Dostoyevski reddetse de, dönemin Rusyası’nda yaygın dedikodu; öyküde timsahın karnındaki İvan, Sibirya sürgünündeki Çernişevski’yi simgelemektedir. Bu durumda Çernişevski Timsah’ın karnındaki İvan ise, binlerce sürgüne ev sahipliği yapan Sibirya da timsahın karnı olmalıdır. Peki, Haldun Taner’in dilimize uyarladığı “Timsah”ın karnı neresi ve yuttuğu İvan kim? Bu soruların yanıtını vermek için oyunun senaryosuna göz atmak yeterli. Galiba bizim timsahın karnı tüm sathı Vatan. Timsah’ın yuttuğu İvan ise tüm vatan sathında itilmiş, kakılmış, kovulmuş ya da tiyatrocu şair Orhan Alkaya’nın şiirindeki “Yenilmişler” mi? ‘147’lerden ilhamla.. Haldun Taner, “Timsah”ı 1960 darbesinden sonra üniversitelerden atılan ve tarihe “147’ler” olarak geçen akademisyenlerin durumunu bürokrasinin engellemelerini hicvetmek için uyarlar. Ancak bu oyunu ne sahneleyecek tiyatro ne de bu oyunda rol alacak oyuncu bulabilir. O da oyunu radyo için yeniden düzenler ve radyoda yalnız “bir kez” yayımlanır. 114 sayılı kanunla 1960 yılının sonunda üniversiteden atılan 147 öğretim üyesinin arasında bulunan Haldun Taner, MBK’nin bu hoyratça kararını nümayiş ve bildiri yayımlama yerinde mizahla protesto yolunu seçmişti. 147’ler olayı ile bugünkü akademisyen kıyımını karşılaştırdığımızda benzeyen yanlarından çok benzemeyen yanlarını görüyoruz. Bir kere 1960’ta bir darbe vardı. Bugün güya darbe girişimine karşı mücadele var. Ama darbe girişiminde bulunan yapıya muhalif olan akademisyenler de tasfiye edildi. Onların suçu mu? “Barış” istemek. Darbe dönemi olmasına karşın o gün kamuoyu ve üniversiteler, kurucu meclis üyeleri ve öğrenciler bu tasfiyeye daha yüksek sesle tepki verdiler. Üç rektör görevinden istifa etti. Milli Türk Talebe Birliği, 1960 ihtilalini destekleme Oyunda rol ve görev alan akademisyenler: TTB Başkanı Prof. Dr Özdemir Aktan (ihraç), Şebnem Korur Fincancı (imzacı), Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu (ihraç), Prof. Dr. Zelal Ekinci (ihraç), Prof. Dr. Rukiye Eker (imzacı), Prof. Dr. Taner Gören (imzacı), Yrd. Doç. Özgür Müftüoğlu (ihraç), Dr. Melahat Cengiz, (TBB Yönetim Kurulu Üyesi), Uz. Dr. Nazmi Algan, Uz. Dr Samet Mengüç (TTB Gen. Skr), Dr. Ali Çerkezoğlu, Dr. İncilay Erdoğan, Dr. Haydar Durak, hemşire Özlem Özkan (ihraç). sine karşın hocalarının tasfiyesine karşı sert bildiriler kaleme aldı. Öğrenciler okullarında paneller yaptı. Heyetler, komisyonlar, müzakereler, toplantılar yapılır ama sorunun bir türlü çözülemez. Çalınan her kapıdan alınan yanıt üç aşağı beş yukarı aynıdır: “Aslında bu durumu biz de çözmek istiyoruz ama kör olası mevzuat izin vermiyor.” Yeni düzen kurar Öff. Ne çok Popoviç var bu ülkede. Popoviçler ordusu, “Mevzuatta yeri yok” deyip popolarını kımıldatmak is temiyordu. Popoviç kim mi? İşte onun kim olduğunu öğrenmek için “Timsah” oyununu özetleyelim de kimse merakta kalmasın. Efendim, sıradan bir devlet memuru İvan, ai lesi ve arkadaşı Alek sey ile dünyanın en bü yük timsahının sergilen diği hayvanat bahçesine gider. Timsah kazayla ha Haldun Taner vuza düşen İvan’ı yutar. İvan, timsahın karnında yeni bir düzen kurmuş ve bu düzene alışmıştır. Dostu Alek sey, onu timsahın karnından çıkarmak için çabalayan tek kişidir. Aleksey, dos tu İvan için çalmadık kapı bırakmaz. Önce İvan’ın çalıştığı devlet dairesinin müdürü Popoviç’e gider. Popoviç, hiç oralı değildir. Hatta bu durumun suç lusu ona göre İvan’ın kendisidir. Popo viç, kendisine bir şeyler yapması için gelen Aleksey’e “İvan’ın başına günün birinde böyle bir şey geleceğini biliyor dum. İvan’ın hayatının seyrine, hare ketlerine, özellikle memuriyet hayatın daki tutumuna bakınca insan onun ba şına eninde sonunda geleceğini tahmin edebilir. Burnunu kendine ait olmayan şeylere sokup durdu hep” diyerek bir şey yapamayacağını belli eder. Tanıdık replik... Bu replik, ne kadar da tanıdık değil mi? “Şu ‘Barış’ için bildiri kaleme alan ve onu imzalayanlar da burnunu üstlerine vazife olmayan şeylere sokmasaydı her biri İvan’ın durumuna düşmezlerdi” diyen Popoviç’leri sanırım anladınız. 147’ler uzun bir uğraşı sonunda görevlerine dönebildiler. Ancak bu kez de kürsülerini işgal edenlerle uğraşmak durumunda kaldılar. Taner de tasfiye edildi 12 Mart’ın İvan’ları tutuklandı. 12 Eylül darbesinde 1402 sayılı kanunla atılanların sayısı yüz binleri aştı. Ve “Timsah”lı hayvanat bahçesi yeniden sahnede. Bu kez yuttuğu İvan’lar 147 tane de değil, binlerce. Aslında oyunu yazan, dilimize uyarlayan, oyunu sonradan genişleten, onu sahneye koyacak olan ve oyunda rol alanların da hepsi birer İvan, Dostoyevski, eski bir mahkum. Devlet aleyhine işlediği bir suçtan mahkum olan Dostoyevski, kurşuna dizilmek üzereyken affedilip kürek mahkumu olarak cezasını tamamlar. “Timsah” oyununda yerdiği söylenen Çernişevski de eski bir mahkum ve Sibirya sürgünü dolayısıyla o da bir İvan. Oyunu dilimize uyarlayan ve radyo oyunu olarak yayımlayan Haldun Taner, 1960’ta tasfiye edilen 147’lerden biri. ‘Pişman olmadım..’ Oyunu sonradan genişleten ve tiyatro oyunu olarak yazan Selçuk Erez’in babası 147’lerden. Ve şimdi kendisi hakkında açılmış dava sürüyor. 27 Mayıs’ta sahnelenecek oyunun yönetmeni Orhan Alkaya, 12 Eylül’de 1402’liklerden. Ve oyunda rol alan sanatçıların yarıdan fazlası bu dönemde atılmış. Bu oyuna kıyısından köşesinden bulaşan kim varsa hepsi birer İvan. 27 Mayıs’ta Şişli Kent Salonu’nda sahnelenecek oyun İvan’ın şu sözleriyle bitiyor: “Hepiniz gördünüz, işittiniz” isteyerek, önünü ardını sorgulayarak girmedim bu timsahın içine... Ama! Ama! Çok iyi bilinsin ki... Pişman olmadım yaptığım hiçbir şeyden!..” Orhan Alkaya: Protestoya renk katmak istedik “Selçuk Bey böyle bir şey yapalım mı dediğinde yapalım de dim. Ama koşullar bir sahne oyunu değil bir okuma tiyatrosu yapmamı za izin verecekti. Hemen metni deşif re ettik. Neden bu nu yaptığımızı her kes biliyor zaten. 1960 ihtilalinden sonra 147’ler olayı. Haldun Bey’in kül türel birikimi ve de hası böyle bir as keri darbe döne minde akademis yenlerin tasfiyesi Orhan Alkaya nini kınamak için Dostoyevski’ye uza nıyor. Bakın o dö nem mesela üniversitenin içinden ih barlardı. Farklı mı bugün. Değil? Ben 1402’liğim. 12 Eylül’de farklı mıydı? Değil. Hiçbir zaman yukarıdan bir üst aklın, gizli ellerin yaptığı işler değildir. 12 Eylül’de 1402 ile atılan kamu ça lışanlarının tamamı 5 binin altınday dı. Şu anda 150 bine dayanmış bu sa yı. Bu korkunç, akıl ötesi bir rakam. Geri dönüşleri de çok ağır olacaktır. Çünkü çok ağır hak ihlalleri yaşanıyor şu anda. Buna bir dikkat çekmek iste di Selçuk Erez. Ben de severek kabul ettim. Madem hocalarımız da oyuncu olmak, bir kere de tiyatro diliyle itiraz larını söylemek istiyorlar. ‘Hadi başla yalım’ dedik, çok şeker bir ekip oldu. Aynı yöntemlere mahkum kalmamıza gerek yok. Aksine ben hep şunu söy ledim, herkes kendi disiplininde sözü nü, muhalefetini, ifade edebilmelidir. Herkesin yapacağı protestoların dışın da bir şey gerçekleştirmek, bir çeşit lilik, bir renk, protestoya bir zenginlik getirecek. Barış için imza atan akade misyenler bu ülkenin yüz akı olan in sanlar. Akademinin en parlak hocaları onların arasında. Giderek entelektüel bir fukaralaşmaya doğru gidiyoruz.” Erez: Oyuna gelmeyen çok şey kaçıracak “Babamın ve Haldun Taner’in başına gelen bin kamayacakları bir şey yapalım. Vatan ya da Silistre’den sonra lerce meslektaşımızın barış iste seyircilerle birlikte dehşetli bir dikleri ya da istikbalde barışı is eylem koyacağız. Bir okuma ti teyebilecekleri için başına gel yatrosu; Dosteyevski’den Hal di. Aradaki paralellik ve benzer dun Taner’e, ondan bana, ben lik bunca seneden sonra beni ra den de arkadaşlarımla birlikte hatsız etti. Arkadaşlarımızla ko Orhan Alkaya’nın yönetiminde nuştuk değişik bir tepki koyma Selçuk Erez durumu bütün çıplaklığıyla orta yı düşündük. Sadece sokağa çı ya koyan bir oyun sergileyece kıp Galatasaray’dan Taksim’e kadar yürü ğiz. Orhan Alkaya Şehir Tiyatrosu’nda Ge yüp gaz yemek yerine bu kez bize gaz sı nel Sanat Yönetmeni olarak görevden alın masaydı bu oyunu sahneye koyacaktı. O nedenle oyunu biliyor. Bizim grubun kendisini çok yakın hissettiği, demokrasi anlayışı ve siyasal duruşu nedeniyle hoşumuza giden bir insan. Orada sahneye koyamadık buraya koyalım dedik. Oyuncuların yüzde 50’si atılmış. 27 Mayıs’ta oyuna gelmeyenler çok şey kaçıracak.” Orhan Alkaya, İvan’ların yenilmediği kanısında. “Sonuçta İvan, timsahın karnında mutlu. Çünkü bu yeni hayata uyum sağlamış” diyor. haber 3 Türkiye hangi İran olmakta? Birkaç gündür İran’da cumhurbaşkanlığı seçimi üzerine haber ve değerlendirmeleri okurken efkâr bastı içimi. Özellikle de Ceyda’nın (Karan) bu gazetede, tarihsel perspektifi de özlüce içeren güzel yazısı (“İran seçimleri bıçak sırtı”, 19 Mayıs 2017) tetikledi bunu. 1979’daki devrimden bu yana 38 yıl geçti. O dönem biz Türkiye’de “sağsol davası” diye basitleştirilen, ama aslında dünya ölçeğinde ABD ile SSCB arasında süren “Soğuk Savaş”ın sıcak zemini olmaktan kaynaklı ve günde 20 kişinin öldüğü bir alacakaranlıktaydık. Aslında İslami devrim de aynı Soğuk Savaş’ın İran’daki sıcak zemininden bir “çıktı”dır. Buna bağlı olarak İran İslam Devrimi’nin bize yansımasında bazı ilginç kafa karışıklıkları söz konusu olmuştur. Mesela o dönem bizim mahallede bir “devrimci” arkadaşın, “Yahu bu Humeyni iyi hoş ama çok da gerici birader” sözünü hiç unutmam!.. Ankara’nın bir mahallesinde devrimci mücadele veren sosyalist bir genci bu değerlendirmeye sevk eden, İran’daki devrimin “antiemperyalist” mahiyeti idi. Devrim, açık bir şekilde Batı kapitalizminin Ortadoğu’daki hegemonyasına, üstelik onun kalesi addedilen bir ülkede, adeta bir “Müslüman İsrail” konumundaki Pehlevi İran’ında darbe indirmişti. ABD belki komünist parti TUDEH’in İran’daki devrimci ayaklanmada giderek ön almasından ürkerek; belki bunun Sovyetler’den yana bir kazanım üretmesinden korkarak; belki de “ehveni şer” niyetine Humeyni’ye hayır dememişti, ama sonuç ortadaydı: Devrim sonrasının en gözde sloganı, “Merg Ber Amerika” (Amerika’ya ölüm) idi. İran’daki devrimle İslamcılık, dünya tarihinde gerçek anlamda hayata geçti. Kapitalizm ve sosyalizm karşısında, her ikisine de olumsuz bakan bir “3. Yol” olarak... Ve bu iki sisteme uyarlı, özellikle de ABDyanlısı monarşilerle yönetilen İslam ülkelerine karşı da bir kitlesel mobilizasyona öncülük ederek... Elbette İslami devrim, Şah’a ve Amerika’ya karşı muazzam kitlesel ayaklanmada kendisiyle paydaş olan solcuları da sonrasında (liberallerle, ulusalcılarla birlikte) acımasızca, gaddarca, vicdansızca ezdi ve eritti İran’da. O yüzden Ceyda’nın yazısında belirttiği gibi bugün ülkede siyasi mücadele dış dünyayla diyalog ve yakınlaşmadan yana “postİslamist” ılımlı/reformcu kanat ile hâlâ dışa kapalı ve kuşkucu İslamcı radikal/ muhafazakârlar arasında seyrediyor. HHH Türkiye’de İran devrimine ilk tepki sol bünyede yukarıda da örneklediğim üzere biraz ikircikli olmuştur ama bu kısa sürdü. Özellikle de 12 Eylül 1980 darbesi sonrası süreçte bambaşka bir algı öne çıktı. Darbecilerin solu ezerken belirebilecek bir kitlesel mukavemet kaygısıyla “dalgakıran” niyetine İslami söylem ve pratiğe prim vermesiyle, “Türkİslam Sentezi” resmiideolojisi eşliğinde 1980’lerin sonuna doğru “Türkiye İran mı oluyor” sorusu sorulmaya başladı. Ya da bu soruya karşılık olarak “Türkiye İran olmayacak” şeklinde yükselen bir toplumsal hassasiyet belirdi. Şimdi bu hassasiyet, 15 yıllık AKP dinbazlığı ile titreşim içinde bol bol güncellenmekte. Hatta 198090’larda o korkulanın başa geldiği, Türkiye’nin artık İran olduğu dahi ileri sürülebiliyor. Hâlbuki karşılaştırma, her iki ülkenin son yüz yıllık modernleşme serüvenlerinde ortaya çıkan benzerlik ve farklılıklarının beklenmedik bir çapraşıklık içinde olduğunu düşündürüyor bana... Mesela doğrudur, devrik Şah’ın babası Rıza Şah Pehlevi İran’da 1925’te başa geçtiğinde Atatürk’ü modernleşme ve laiklik konusunda örnek almıştır. Ama Atatürk saltanatı yıkmışken o, İran’da saltanatı kendi uhdesinde daha da ihya etme yoluna gitmiştir. Yani Rıza Şah bir “monark”, Atatürk ise antimonarşisttir. Diğer taraftan Humeyni antilaik ve antimodernisttir, ama Atatürk gibi o da antiemperyalisttir. O, “Kahrolsun Amerika” şiarına yaslanarak sürdürdüğü iktidarı boyunca on küsur yıl hiç şaşmaksızın emperyalizme ve İsrail’e karşı İslam dünyasına mücadele çağrısında bulundu. Halbuki bugün bu memlekette bize Humeyni İran’ını korkuyla çağrıştıran siyasi irade nasıl iktidara geldi, hatırlayın: “Yaşasın Amerika” diyerek!.. Yaşasın kapitalizm, yaşasın liberalizm diyerek... “Emperyalist” Batı ile de, İsrail’le de ilişkisi yıllar içerisinde tamamen konjonktürel ve pragmatik, yani ilkesiz seyrederek... HHH Ayrıca devrik Şah’ın 1950’lerde ulusalcı başbakan Muhammed Musaddık (ki o belki Atatürk’e benzetilmeyi daha çok hak eder!) karşısında önce ülkeden kaçıp sonra CIA darbesiyle Musaddık devrilince döndüğü İran’ı “Saray Diktatörlüğü” denilen bir baskı rejimine çıkardığını da biliyoruz. Peki, “modern” ve (tabii ne kadar denilebilirse!) “laik” Şah’ın “Saray Diktatörlüğü” size bizim memlekette Atatürk pratiğini mi çağrıştırıyor, yoksa halihazırda aşina olduğumuz bir başka pratiği mi?.. O yüzden Türkiye, İran’a benziyor mu, benzemiyor mu veya Türkiye, İran oluyor mu, olmuyor mu diye değil... Hangi Türkiye hangi İran’a ne kadar benziyor veya şimdiki Türkiye, Pehlevi İran’ını mı, yoksa Humeyni İran’ını mı daha çok andırıyor diye sormak ve üzerinde düşünmek lazım!.. C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle