29 Nisan 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
Çarşamba 15 Şubat 2017 14 yorum TASARIM: MÜGE KAYGUSUZ Köşemen En önemli 100 çeviri Notos dergisi gelenekselleşen soruşturmalarının bu yılkini çeviri konusunda yaptı. Sonuçlarını da ŞubatMart 2017 tarihli 62. sayısında açıkladı. 279 yazar ve çevirmene en önemli 100 çeviriyi sormuşlar. En beğendikleri on çeviri kitabın adını yazmaları istenmiş ve önerilen 227 kitap adından ilk 100 tanesini oy sırası ile listelemişler. Notos bu soruşturmaları on yıldır yapıyor. Listeler de hemen hep 40 100 eser ya da isim oluyor. Ama seçicilerden istenen 10 rakamı ile sınırlı. Bu yöntemin bazı sakıncaları olduğu, listenin ilk sıralarında fikir birliği olsa da aşağılara gittikçe çok az oy alan ve seçicilerin üzerinde hemfikir olmadığı kitapların ya da adların da listeye girdiği belirtiliyor, itiraz ediliyor. Beklenildiği gibi bu yılki soruşturma da eleştiriliyor. Öncelikle bazı çevirilerin bu listeye nasıl girdiği tartışıldı. Özellikle sosyal medyada “en iyi çeviri” diye seçilen kitaplardan parçalar da yayımlanarak bu çevirilerin neresinin “en iyi” olduğu sorgulandı. Kuşkusuz en çok eleştiri de çevirmenlerden geldi, geliyor. Aslında Notos “En önemli” diyor ama okurun ve eleştirenlerin anladığı “en iyi”nin seçildiği. Usta çevirmen Sezer Duru artfulliving.com.tr için yazdığı yazıyı benimle de paylaştı. Şöyle yazmış; “Bu soruşturmaya katılıp cevap vermem benden de istendi. CEVAPLAMADIM. Çünkü ben de bunca yıllık bir edebiyat çevirmeniyim ve başka çevirmenleri değerlendirmeye hakkım olmadığını düşünüyorum. Ben hangi çevirinin iyi, akıcı, doğru Türkçeyle çevrildiğine okuduğum kitaplara göre karar veririm. Zaten kimin iyi çevirmen olduğu kimin olmadığı ülkemizde hiç de sır değildir. Notos’un soruşturmasını gördüğümde çok şaşırdığımı söylemeliyim. Adı verilen kitaplar bu cevap verenlerin şöyle veya böyle duydukları ünlü yapıtları kapsıyordu. Sorum şu: Acaba bu kişiler gerçekten bu kitapları okudular mı yoksa kendilerini ‘bak biz neler okuduk’ diye öne çıkarmak mı istiyorlar. İkinci soru: Bu kitapların iyi çeviri olduğuna özgün dille karşılaştırıp mı karar verdiler. Özgün dili biliyorlar mı? Zannetmem.” Bu tür soruşturmalarda soruşturmaya cevap verenler acaba adını verdikleri kitapları okudular mı, diye giderek daha çok merak ediliyor. Benzer tartışma sabitfikir.com’un yılın romanları soruşturmasında da yaşandı. “Yılın 50 Romanı” anketine cevap veren 63 yazar, eleştirmen, editör ve çevirmenin seçimine göre Finnegans Wake yılın en iyi romanlarının üçüncüsüydü. Hem de 2016’da yayımlanmış iki çevirisi ile. Çevirilerinden “Finneganın Vahı” kitabın üçte biriydi. “Finnegan Uyanması” ise anket sürerken henüz yayımlanmıştı. Tamamlanmamış çeviriden bir kanıya varılamayacağı ve henüz yayımlanmış 647 sayfalık çeviriyi hızlı okuma kursuna gitmişseniz bile bir iki günde okuyamayacağınıza göre roman okumadan beğenilmiş, beğenilecek, demiştim. Notos’un soruşturmasına verilen cevaplara bakılınca bu okumadan önerme, beğenme alışkanlığının iyice yerleştiğini söyleyebiliriz. Notos’un yayın yönetmeni Semih Gümüş: “Bir yılda bağımsız yayıncıların yayımladığı kitapların sayısının yaklaşık 50 bin olduğu düşünülürse, demek 25 binden çok çeviri kitap yayımlanıyor. Dile kolay. Peki, bu kitapları kimler çeviriyor, bu bir soru. Buna bağlı bir başka soru da, yayımlanan çevirilerin niteliği nasıl? Bu iki soruya rahatça ve açık yüreklilikle yanıt vermek zor. Ortada ciddi bir sorun olduğu da pekâlâ söylenebilir” diyor. Çeviri oranı Semih Gümüş’ün yazdığı kadar çok değil. 2016 ISBN verileri henüz yayımlanmadı. 2015’te Türkiye’de 56 bin 414 çeşit yeni kitap yayımlanmış, 7 bin 871 adedi çeviri kitap. Yani yeni çıkanların içinde çevirilerin oranı yüzde 13.95. Kötü bir rakam değil, dünyada en çok çeviri yayımlayan ülkelerden Almanya’nın çeviri oranı ile aynı. Ama kalitede sorun var. Semih Gümüş’ün de, Sezer Duru’nun da yazılarında belirttiği gibi iyi ve kaliteli çeviriye ihtiyacımız var. Bunun için de çevirilerin sadece Türkçelerine bakılmayıp doğru çevrildiler mi diye de değerlendirilmeleri gerek. Burada da görev öncelikle üniversitelerin ilgili bölümlerine ve tabii edebiyat dergilerine düşüyor. 15 ŞUBAT 2017 SAYI: 33369 İmtiyaz Sahibi: CUMHURİYET VAKFI adına Orhan Erİnç İcra Kurulu Başkanı Akın Atalay Genel Yayın Yönetmeni MURAT SABUNCU Yazıişleri Müdürü Bülent Özdoğan Haber Koordinatörü Aykut Küçükkaya Yayın Danışmanı Kadri Gürsel Reklam ve Pazarlama Danışmanı Ayşe Cemal Sorumlu Müdür Abbas Yalçın Reklam Grup Koordinatörü Deniz Tufan Rezervasyon ve Planlama Koordinatörü Bülent Gürel l Görsel Yönetmen: Hakan Akarsu l Ekonomi: Olcay Büyüktaş l Dış Haberler: Mine Esen l Spor: Arif Kızılyalın l Gece: Ayça Bilgin Demir l Yurt Haberler: Selin Görgüner l Fotoğraf: Uğur Demir l Düzeltme: Mustafa Çolak Web Koordinatörü: Oğuz Güven [email protected] Ankara Temsilcisi: Erdem Gül Güvenevler Mah. Güneş Cad. No: 8/1 Çankaya 06690 Ankara Tel: (0312) 442 30 50 İzmir Reklam Tel: (0232) 441 12 20 0530 430 74 17 Okur Temsilcisi: Güray Öz [email protected] Yayın Kurulu: Orhan Erinç (Başkan), Güray Öz (Bşk. Yrd.), Ali Sirmen, Hikmet Çetinkaya, Emre Kongar, Şükran Soner, Hakan Kara. l Muhasebe Müdürü: Günseli Özaltay l Satış Dağıtım: Tunca Çinkaya Yayımlayan ve Yönetim Yeri: Yenigün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık AŞ. Prof. Nurettin Mazhar Öktel Sk. No: 2 34381 Şişli/İstanbul Tel: (0212) 343 72 74 (20 hat) Faks: (0212) 343 72 64 eposta: [email protected] Reklam Yönetimi: Yenigün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık AŞ. Prof. Nurettin Mazhar Öktel Sk. No: 2 34381 Şişli/İstanbul Tel: (0212) 343 72 74 (20 hat) Faks: (0212) 251 98 68 eposta: [email protected] Yaygın süreli yayın Baskı: DPC Doğan Medya Tesisleri Hoşdere Yolu 34850 Esenyurt/İstanbul Dağıtım: Doğan Dağıtım Satış Pazarlama Matbaacılık Ödeme Aracılık ve Tahsilat Sistemleri AŞ Esenyurt/İstanbul Cumhuriyet’te yer alan haber, yazı ve fotoğrafların yeniden yayım hakkı saklı tutulmuştur. İzin alınmadan ve kaynak göstermeksizin yayımlamak Basın Kanunu gereğince hukuki ve cezai yaptırıma tabidir. İstanbul Ankara İzmir İmsak 06.11 05.55 06.17 NAMAZ VAKİTLERİ Güneş Öğle İkindi Akşam 07.50 13.28 16.23 18.49 07.33 13.13 16.09 18.35 07.53 13.35 16.35 19.00 Yatsı 20.16 20.01 20.24 “Sanat, kültür ve bilimle insanların dünyasında açılan pencereler, bizi yeni dünyalara davet ederken, geçmişten geleceğe bir bağ da kurar. İnsanlığın mirası, her neslin üzerine koyduğu yeni değerler ile gelişir, büyür, tekâmül eder. Bize düşen bu ortak mirasa en büyük katkıyı yapmaktır. (…) Unutmamalıyız ki, kültür ve sanatı küçümseyen toplumlar kaybetmeye mahkumdur. Bugün Batı medeniyeti, sadece teknolojik ve bilimsel üstünlüğü ile değil, aynı zamanda kültür ve sanat üretimindeki rolü ile dünyayı yönlendirmektedir. (…) Şayet medeniyetimizin ışığını yeniden yükselteceksek, bunun yolu her alanda gayret göstermekten, üretmekten, eser ortaya koymaktan geçiyor…” İnsan, Sayın Cumhurbaşkanı’nın 9.2.2017 günü yaptığı bu konuşmayı dinlerken, “Doğru söze ne denir?” demekten kendini alamıyor. Ne var ki bu konuşma talihsiz bir rastlantıyla çeşitli üniversitelerden 330 akademisyenin atıldığının ertesi günü yapılıyor… HHH Hal böyle olunca bu sefer aynı insan, Sayın Cumhurbaşkanı’nın bir gün önceki konuşmasını anımsayıp acı bir ironiyle “Hay Allah, neden acaba?” diye mırıldanıyor kendi kendine… Öyle ya, devlet bir yandan bin bir emekle yetişmiş yüzlerce bilim ve kültür insanını, akademik sanatçı Hay Allah, neden acaba?.. yı sorgusuz sualsiz üniversiteden atacak, öbür yanda devletin başkanı, “Şayet medeniyetimizin ışığını yeniden yükselteceksek, bunun yolu her alanda gayret göstermekten, üretmekten, eser ortaya koymaktan geçiyor…” diye yol gösterecek. Olacak şey mi? HHH Türkiye, Osmanlı’dan beri bu açıdan talihsiz bir ülke; Mithat Paşa’dan Namık Kemal’e, Nâzım Hikmet’ten Sabahattin Ali’ye, Orhan Kemal’den Mümtaz Soysal’a, Nuri İyem’den Orhan Taylan’a, Ulvi Uraz’dan Ataol Behramoğlu’ya, Ali Sirmen’e, Selda Bağcan’dan Cem Karaca’ya en değerli aydınlarımız, yazarlarımız, şairlerimiz, ressamlarımız, ti yatrocularımız yıllarını mahkeme kapılarında, cezaevlerinde, sürgünlerde geçirmişler. Ülkemiz, oldum bittim gazetecilerimiz için bir cehennem olmuş. Kimi Uğur Mumcu, Çetin Emeç, Abdi İpekçi gibi öldürülmüş, kimi sürülmüş, kimi demir parmaklıklar ardına atılmış. Bugün 11’i gazetemiz Cumhuriyet’ten olmak üzere 146 gazeteci cezaevlerinde tutuklu bulunuyor… Ne var ki çektirilen bu cehennem azabı bilim insanlarımızı, yazar ve sanatçılarımızı seçtikleri yoldan alıkoymamış. Onlar en elverişsiz koşullarda bile Türkiye’nin aydınlık geleceği için mücadeleyi elden bırakmamışlar, bırakmıyorlar… Onlar bizim onurumuz. Sayın Cumhurbaşkanı’nın saptamalarının tersine bilim insanlarımız, sanatçılarımız, yazarlarımız, şairlerimiz, yurtdışında başarı üstüne başarı, ödül üstüne ödül kazanıyorlar. Sayın Cumhurbaşkanı’nın gıpta ettiği “Batı medeniyetinde” var olan demokrasi ve özgürlüğün asgarisi bizde olsa Türkiye’nin bir bilim, kültür, sanat ülkesi olarak dünyada en ön sıralarda yer alması işten bile değil. Sayın Cumhurbaşkanı’na “olaya” bir de bu yönden bakmasını öneriyorum. Bize bir daha, “Hay Allah, neden acaba” diye sordurmamak için… Olaylar ve GOrUSler EDİTÖR: NAZAN ÖZCAN [email protected] Üniversitelerde tasfiye HÜLYA KİRMANOĞLU Prof. Dr. Türkiye’de “üniversite” adlı kurumsal yapı, kuruluşundan itibaren siyasal iktidarların güdümünde oldu ve her yaşanan gizli ya da açık darbe döneminde bu güdümün derecesi arttı. 1933 Üniversite Reformu ile İstanbul Darülfünu’nu kapatılarak İstanbul Üniversitesi açılırken hoca kadrosunun neredeyse yarısı tasfiye edildi. Cumhuriyetin kuruluşunda (1924 düzenlemesi ile) içinde birçok farklı ses barındıran İstanbul Darülfünunu, 1933’de ihraç edilenlerin bilimsel niteliğine bakılmadan sadece siyasi iktidarın resmi ideolojisi doğrultusunda bir “reform”a tabi tutulmuştu. Üniversitenin özerk bir yapıda olması ilk kez, 1946’da yapılan Üniversite Kanunu’nda yer aldı. Bu özerklik de maalesef akademik özgürlükler lehine kullanılan bir özerklik olmadı. O dönemde yeni kurulan Ankara Üniversitesi’nden üç hocanın (Behice Boran, Niyazi Berkes, Pertev Naili Boratav) komünist oldukları gerekçesiyle atılmaları, o dönemin Danıştay kararlarına rağmen engellenemedi. Çünkü siyasiler böyle istemişlerdi. 147’ler ve 1402’ler 1960’ta yaşanan 147’ler olayı da, üniversite tarihinde ayrı bir trajikomik durumdu. Hiçbir akademik nedene dayanmadan çok değerli hocaların üniversite ile ilişkisi kesildi ve bu duruma tepki olarak dönemin İstanbul Üniversitesi, Ankara Üniversitesi ve ODTÜ rektörleri ve birçok öğretim üyesi istifa etti. Ve iki yıl sonra çıkan bir kanunla, atılan hocalar geri alındı. Bu olay, bize akademik camiada haysiyetli yöneticilerin olmasının ne kadar önemli olduğunu gösterir. Bu tarihten sonra üniversitelerin özerkleşmesi yönünde bir miktar çabalar olmuşsa da 1973’te bunlar geri alındı. Siyasi nedenlerle üniversiteden uzaklaştırma olayının daha vahimini, 1980 askeri darbesi sonrası bazı üniversitelerde büyük tasfiye demek olan 1402 kararıyla görüyoruz. Bu olayın mağdurlarına daha sonraki yıllarda, ülke normalleşmeye geçtikçe, hakları iade edilmiş olsa da yaşanan sıkıntıların sorumluları hiçbir bedel ödemediler. Bugün, 1946 üniversite “reformu”ndan tam 71 yıl sonra, üniversite yönetiminde özerklik ne demek, siyasilerin etkisinden uzak, bağımsız ve kendi kendini yönetebilen bir üniversite nasıl olabilir konularını tartışabileceğimiz zemin bile kayıyor. Üniversite bileşenleri içinde demokrat, özgür ve özerk bir üni KİM KİME DUM DUMA BEHİÇ AK ÇİZGİLİK KAMİL MASARACI Akademisyenlerin ihracı aynı zamanda psikolojik bir savaş. Korku ve moral bozukluğu yaratarak, iktidar gücünü üniversiteler üzerinden göstermeye çalışıyor. Ama üniversiteler en değerli sermayeleri olan beyin güçlerini kaybediyor. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiller ve İletişim Fakültesi akademisyenleri ihraçları cüppelerini yere sererek protesto etti. versite arayışı içinde olanlar her türlü riski (atılma, gözaltı, tutuklanma) göze alarak mücadelelerini sürdürmeye çalışıyorlar. 15 Temmuz darbe girişimi Türkiye’deki (Talat Aydemir olayını saymazsak) ilk başarısız darbe girişimi olduğu için, bunun faillerinin temizlenmesi süreci de Türkiye için bir ilk deneyim sayılabilir. Ancak bu çok kötü bir deneyim. Çünkü hiçbir darbe bağlantısı olmayan, aksine darbeci oluşuma en başından itibaren karşı olan sol, demokrat ve özgürlükçü kesim fırsattan istifade üniversitelerden ve genel olarak eğitim sisteminden tasfiye ediliyor. Bu sadece akademisyenler için değil, öğretmenler için de çok büyük haksızlıklar yaratan bir süreç. Barış akademisyenleri Akademisyenler hedef seçilirken bulunan gerekçe, 11 Ocak 2016 tarihinde yayımlanmış olan bir bildiri. Toplam olarak 2 bin 218 öğretim elemanı tarafından imzalanan bu bildiri, devlet yöneticileri ve toplumun bir kesimi tarafından terör destekçiliği olarak algılandı ve bu kişiler sanki bir savaşta düşman tarafındaymış gibi kurgulanarak, savaşın cepheleri tahkim [email protected] [email protected] edilmeye çalışılıyor. Foucault’nun yazdığı gibi, “İktidar hakikat ritüel leri üretir” ve “İktidar ilişkileri devletin ötesine geçer; toplumsal kimlikleri ve beden politikalarını üretir”. İktidar (ve bir kısım medya) bölgede yaşananlara tepki gösteren bölge insanlarına ve barış isteyen akademisyenlere terörist muamelesi yaptı ve yapmaya devam ediyor. Diğer taraftan terör örgütü, yaptığı eylemlerle barışçı Kürt siyasi hareketinin kriminalize edilmesine yardımcı oldu ve oluyor (bu konu ayrı bır yazının konusudur). Bu arada mahkeme bu “suç”tan hapis yatan dört imzacının yargılandığı ceza maddesini değiştirdi, terör suçu olmaktan çıkardı. Ama idare ne ile suçlandıkları belli olmadan insanları atmaya devam ediyor. İşin ironik tarafı, barış imzacılarının bu bildiri ile seslendiği bölgedeki ordu/güvenlik birliklerinin bir kısmının 15 Temmuz’da sivil katliamlar yapan ve TBMM’yi dahi bombalayan darbeciler tarafından çıkması. KHK kıyımı Barış imzacıları, üniversitelerden ilk tasfiyelerin geldiği 672 sayılı KHK ile hedef alınmaya başlandı. Bu ilk KHK ile Anadolu’daki bazı üniversitelerde, özellikle Kocaeli Üniversitesi ve Ankara Üniversitesi başta olmak üzere, sol sendikalara üye ve/veya sağlık, çevre, çalışma hayatı konularında piyasa güçlerine karşı toplumsal faydayı savundukları için açıkça iktidar çıkarlarına ters düşen akademisyenler, üniversiteden ihraç edildi. Daha sonra bu ihraçlar her KHK’de gruplar halinde devam etti ve hâlâ ediyor. 29 Ekim’de çıkarılan 675 sayılı  KHK ile 24, 22 Kasım 2016’da çıkarılan 677 sayılı KHK ile 15, 6 Ocak 2017’de çıkarılan 679 sayılı KHK ile  35 ve 7 Şubat 2017’de çıkarılan 687 sayılı KHK ile 115 imzacı akademisyen üniversitelerden ihraç edildi. Bu son KHK’ler ile sadece imzacı akademisyenler değil üniversite çalışanlarının hakları için sendikal mücadelede ön planda olan isimler de listelere dahil edildi. Nihayetinde, en son KHK ile birçok imzacı gibi tam da anayasa tartışmalarının yapıldığı bugünlerde, muhalif anayasa hukuku hocalarının da hedef alındığını görüyoruz. Bu listeler nasıl oluşturuluyor ve bubirimlerin yöneticileri, özellikle dekanlar bu süreçte ne rol oynuyorlar? Eğer onlara hiçbir söz hakkı tanınmıyorsa, fakültelerini bu kadar zayıflacak ve öğrencilerini bu değerli hocalardan mahrum bırakacak bir kıyımı nasıl sineye çekebiliyorlar? Tabii bu soruların cevabını ancak tahmin edebiliriz. Bu aynı zamanda psikolojik bir savaş. Korku ve moral bozukluğu yaratarak muhalif kesim tasfiye edilmeye çalışılıyor. Daha önceki tasfiyeler gibi, iktidar gücünü üniversiteler üzerinden göstermeye çalışıyor. Olan üniversitelere oluyor. Bir görevi araştırmalara, yeni fikirlere, eleştirel ve sorgulayıcı düşünceye kaynaklık etmek; bir diğeri ise bilgi dağarcığı belli bir disiplin etrafında gelişmiş olan ve toplumsal/teknik konularda sorun çözücü bireyler yetiştirmek olan üniversiteler, en değerli sermayeleri olan beyin güçlerini kaybediyor. Ama tabii bu güç yok olmuyor. Daha güçlenmiş olarak geri dönecekler ve gelecek nesillere de sorumlularla tarihsel bir hesaplaşma daha kalacak. C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle