23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
KULTUR ‘Müzeler Konuşuyor’da konuk Almanya İstanbul Modern’in dünyada öncü rol üstlenen müzelerin yönetici ve küratörlerini ağırladığı “Müzeler Konuşuyor: Konuğumuz Almanya” serisi devam ediyor. GoetheInstitut Istanbul işbirliğiyle gerçekleştirilen, Almanya’daki sanat kurumlarının küratörlerinin ve müze direktörlerinin davet edildiği serinin 15 Şubat’taki konuğu Münih’teki Haus der Kunst’un direktörü Okwui Enwezor olacak. Salı 14 Şubat 2017 EDİTÖR: ÖZNUR OĞRAŞ ÇOLAK kultur@cumhuriyet.com.tr Dünya Müziği listelerinde bir numaraya yükselen Can erok Baba Zula ile geride kalan 20 yılın kısa bir muhasebesini yaptık. Grubun kurucularından Murat Ertel ‘Devrimci müzik yapmaya devam’ diyor ‘Sanat her baskıyı aşar’ EMRAH KOLUKISA Baba Zula yollarda. 26 Ocak’tan bu yana dünya turnesindeler. Frankfurt’tan çıktılar yola ve 10 Alman kentinde konser verdikten sonra araya Avusturya ve İsviçre’de verecekleri 4 konseri de sıkıştırarak memlekete geri dönecekler. 15 Şubat Çarşamba Zorlu PSM’de, 17 Şubat Cuma Kadıköy Sahne’de müzikseverlerle buluşup yeniden yaban ellere uzayacaklar. Üstelik bu kez Avustralya’ya dek uzayacak yol. Sonra gene Avrupa, gene memleket derken 28 Nisan’a dek sürecek turne. Toplam üç ayda 30 konser. Geçen hafta grubun 20. yılı vesilesiyle piyasaya çıkan “XX” adlı albümlerinin World Music Charts Europe’un (Dünya Müziği Listeleri Avrupa) zirvesine kurulduğunu düşünürseniz Baba Zula’ya olan bu ilgi hiç de şaşırtıcı değil aslında. Biz de, bir yandan kulağımızda “XX”in tınıları, elektronik posta marifetiyle gruba aklımızda tınlayan soruları yönelttik. Grubun kurucularından Murat Ertel de sağolsun o hengâme içinde bizi kırmadı ve o kendine has kısa ve öz üslubuyla merakımızı giderdi. n Baba Zula 20 yaşında. Dile kolay, 20 yıl olmuş, nasıl geçti bu 20 yıl? İyi geçti. Rüzgâr gibi geçti, aynı bir ‘Kaygı’film gibiydi binlerce konser, yüzlerce şe hir, onlarca ülke, insanlar.... Herkese te miz çok açık. Bizim coğrafyamız İstan şekkür ediyoruz destekleri için. bul merkezli büyük şehir müziği. n 20 yılda nasıl bir değişim geçirdi n İnternette dönen bu sert tartışma Baba Zula? O değişimleri ne tetikledi, lar bir anlamda da insanların sizi ko neler ya da kimler çizdi yolunuzu? numlandırmakta zorluk çektiğini gös Temelde, özde olan hiç değişmedi. Ün teriyor sanki. Bu iyi bir şey mi sizce, para şan şöhret için müzik yapmamak yoksa kötü mü? ve kendi köklerimiz ve kendi coğrafya İnsanlar bizi İstanbul ile konumlan mızın kültürel mirası ile bağ ku dırıyor. Bu tartışmalar ran ama devrimci ye dan haberim yok ve il nilikçi bir müzik yap gilenmiyorum. Sanırım mak... Bunun dışın AKP dönemi kolektif bi da her şey ve herkes linçaltı hâkim ve Orta değişti. Murat Ertel, doğu kompleksi yaşanı Levent Akman ve Ah yor. Anadolu’ya baksın metcan Taşdemir’in lar. Biz de oraya bakıyo bir araya gelmesi en ruz ama İstanbul üzerin büyük değişikliği ge den. Dünyada konumu tirdi ve artık bir dün muz çok net. ya grubuyuz. n Müzikte sentez, n Müziğinizle ilgili füzyon, eklektizm gi Orta Asya mı, Ortadoğu bi konularda ne düşü mu gibi tartışmalar dö nüyorsunuz ve kendinizi bun nüyor. Alevi türkülerinden de esinle lardan hangisine yakın ya da uzak gö niyorsunuz bir yandan. Nasıl bir bile rüyorsunuz? şim çıktı ortaya sizce? Hangi zamana, Bunlar düşünerek değil doğal ola hangi anlayışa, hangi coğrafyaya ya rak oluşması gereken tanımlar ve hep kın Baba Zula müziği? si birer kalıp. Müziği tanımlayamazsı İnsanlar maalesef çağımızda çok gör nız. Bu kavramların peşine düşerseniz sel düşünüyorlar. Müzikal olarak Orta yaptığınız sahte, oryantalist vb. olur. Doğu ile ilgimiz yok. Kendi bestelerimi İstanbul zaten batı ve doğuyu birleşti zi çalıyoruz geleneksel türküleri çalmı riyor. Stratejik şekilde müzik yaparsa hatırlamamızıyoruz ama halk müziğinden etkilendiği nız sırıtır yıllar sonra. n 20 yılın sonunda yeni bir yön var mı Baba Zula için, yoksa bu yolda devam mı diyorsunuz? Devam tabii ama diyalektik var kendi kendimizi aşmalıyız, değişip gelişmeli ve devrimler yapmalıyız. n Çok müzik dinlediğinizi, çok farklı kaynaklardan beslendiğinizi biliyoruz. Şu günlerde ne var kulağınızda tınlayan ve müzik dışında neler var sizi besleyen? ZZK Records sürekli kulağımızda, Taylan, Bob Dylan, Black Sabbath, Dengue Fever, Fikret Kızılok... Böyle uzar gider. Müzik dışında sinema ve edebiyattan besleniyoruz elbette. n 20 yıldır Türkiye’de müzik yapan bir topluluk olarak hiç baskıyla karşılaştığınız dönemler oldu mu? Bununla bağlantılı olarak mesela Grup Yorum’un başına gelenlere ne dersiniz? Sözler dışında müziklerimiz bile baskı oluşturuyor: Ne bu böyle, niye elektro saz, ne korkunç vb vb... Bize biraz deli diye bakıyorlar. Grup Yorum 40 yıldır bu yolda, kimsenin şaşırdığını düşünmüyorum, sansür baskı adaletsizlik hep var. Sanat çok güçlü ve besleyici bize yardım ediyor ve hayatı güzelleştiriyor. Beethoven sağır olduğunda bile müzikle olan ilişkisini sürdürdü. Sanat her istiyorbaskıyı aşar. Berlin Film Festivali’nin Panorama bölümünde gösterilen ’Kaygı’ ilk filmiyle uluslararası arenada boy gösteren Ceylan Özçelik’in imzasını taşıyor Kaza mı, takdiri ilahi mi yoksa bastırıldığı halde kâbuslarla kendini hatırlatan vahim bir suç mu saklı? Berlinale’de bizden tek film olarak önceki akşam Panaroma bölümünde galası yapılan “Kaygı”, bir televizyon kanalında kurgucu olarak çalışan Hasret adlı genç bir kadının kâbusları üzerinden toplumsal hafızaya da dikkat çekiyor. “Hatırlamamayla ilgili bir film bu, yaşanan katliamları unutabilir miyiz?” diyen yönetmen Ceylan Özçelik, Türkiye’nin yakın tarihindeki çok acı bir olaya vurgu yapıyor. Gala öncesi dünya medyasıyla buluştuğu basın toplantı sına Hasret’i canlandıran Algı Eke, arkada şı rolündeki Özgür Çevik, kurgucu Ahmet Can Çakırca, yapımcılar Emre Oskay ve Armağan Lale’yle birlikte katılan Özçelik’in çıkış noktası kendisi olmuş. 20 yıl önce kazada öldüğü söylenen anne ve babasının ölümüne dair yakıcı gerçeklerin paramparça hafızasına sızmasıyla bu anılara ulaşmak ve gerçeği bulmak için kendini eve kapatan bir kadını anlatan senaryonun başlangıcı 2011 yılına uzanıyor: “Yeni taşındığım eve bir takıntı geliştirmiştim ve eve bir şey olacak gibi hissediyordum. Gitgide evden çıkmakta zorlanmaya başladım ve senaryo oluşmaya başladı” diyor. Bu ilk uzun metrajlı filminin senaryosunu da yazan Özçelik, film için araştırmalar yapmış ve ‘tarihin tekerrürden ibaret’ olduğunu kanıtlarcasına Türkiye’nin yakın geçmişiy le bugünü arasında paralellik ler olduğunu görmüş: “İktidar ların söylemleri çok değişmi yor, sağ da sol da kendini tek rar ediyor aslında” diyor. Dünya prömiyerini Berlinale’de yaparak büyük bir başarıya imza atan ekibin sahnede çocuklar gibi şen ol ması elbette doğal. Yıllarca medyada çalışan ve film eleş tirmenliği yapan Ceylan’a yö netmenliğe geçisini sorduğum da ‘Bilsen neler çektim’ espri siyle başlıyor ve “9 yaşından beri film yapmak istiyordum. Ailem düzgün bir işim olsun istediği için hukuk okudum. Yıllarca sinemaya dair şey ler yaptım. Filmin çekimleri bittiği gün, annem ne zaman işe başlıyorsun diye sordu. Ama sadece film yapmak is tiyorum” diyor. Yönetmen Ceylan Özçelik, oyuncu Algı Eke ile Berlin Film Festivali’nde... 15 Hayır de! Wolfgang Borchert’i nasıl bilirsiniz? “İyi biliriz” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Borchert öldü mü? Evet. 20 Kasım 1947’de, 26 yaşında. Ne ki, ölen yalnızca bedeniydi. O kısacık ömrüne sığdırdığı şiirleri, öyküleri ve “Kapıların Dışında” adlı oyunu, II. Dünya Savaşı sonrasında oluşan, kentlerin yıkılması, ailelerin dağılması ve savaş travmalarıyla biçimlenen Yıkım Edebiyatı’nın bu benzersiz yazarını durmadan yeniden “doğuruyor”. İnsanlığın yaşadığı yıkımların sonu gelmiyor ki! Yanlış duymadıysam, Can Yayınları, Borchert’in incecik hüzünlerle sarılı “Fener, Gece ve Yıldızlar” adlı şiir kitabının yeni basımını yapacakmış önümüzdeki günlerde. Borchert’in kısacık, ama dillere destan olmuş “Kapıların Dışında” adlı oyunu da bu yıl içinde Can Yayınları’ndan çıkacakmış. Savaşın acılarını savaş sonrasına taşıyan, “normal” toplum tarafından “kapıların dışında” bırakılan yitik askerler kuşağının sözcüsü Borchert’in, “Hiçbir tiyatronun oynamak, hiçbir seyircinin izlemek istemediği bir oyun” diye tanımladığı “Kapıların Dışında”, bugüne kadar kimbilir kaç yüz tiyatro tarafından oynandı, kimbilir kaç bin seyirci tarafından izlendi... “Fener, Gece ve Yıldızlar” ile “Kapıların Dışında”yı Necatigil çevirilerinden ilk okuduğumda, “ben ölünce / bir fener olsam; / tek başıma geceleri, / uykudayken dünya, / gökte ayla senli benli / sohbete dalsam” dizeleri ile savaşın yok ediciliğini, kayıtsızlığın buz tutmuş soğukkanlılığını tüyler ürpertici bir yalınlıkla yansıtan “Kapıların Dışında”nın aynı kalemden çıkmış olması karşısında şaşkınlığa kapılmıştım. Ama sonradan anlamıştım ki, daha 20 yaşında kendini o acımasız savaşın ortasında bulmuş, insan kıyımlarının en yabanılının acılarını yaşamış, yaralanmış, sayrı düşmüş, savaşın karşısına dikildiği için hapse atılmış ozan yürekli bir yazar var karşımda. Yıllar sonra Borchert’in şiirsel bir manifestosuyla karşılaşacak, oturup çevirmeden edemeyecektim. Üstünden zaman geçti; “Hayır de!” başlığını taşıyan, savaşın hemen ardından yazılmış o manifesto bugünlerde sosyal medyada dolaşıyor, bir bölümü Genco Erkal’ın sesinden... “Sen. Makinenin başındaki adam, atölyedeki adam. Yarın sana su boruları ve yemek kapları yapmayı bırakıp miğferler ve mitralyözler yapmanı emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: Hayır de!” diye başlayıp akıp giden, “çünkü hayır demezseniz... çamur rengi, ağır, kurşun rengi bir sessizlik ortalıkta kol gezecek; tüm oburluğuyla büyüyerek, okullara, üniversitelere, tiyatrolara, spor alanlarına, çocuk bahçelerine ürkünç, açgözlü ve önlenemez bir biçimde çöreklenecek... Son hayvaninsanın son hayvansı çığlığı hiç duyulmadan, hiç yanıtlanmadan kan göllerinde boğulacak... Bunların hepsi olacak, yarın, belki bu gece, eğer, eğer, eğer... Hayır demezseniz!” diye son bulan o manifesto. Hadi bir haber vereyim. Borchert gencecik yaşında bu dünyaya veda edeli 70 yıl oldu. Yordam Kitap, ölümünün 70. yılında Borchert’e bu şiir yüklü olduğu kadar gerçek yüklü manifestosuyla selam gönderecek... Ken Loach BAFTA Ödülleri’nde Ken Loach hükümeti eleştirdi İngiliz sinema endüstrisinin en prestijli ödülleri olan BAFTA Ödülleri sahiplerini buldu. Gecede “La La Land Âşıklar Şehri” 5 dalda (En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Kadın Oyuncu, En İyi Görüntü Yönetmeni, En İyi Müzik) ödül alarak yılın en çok ödüllendirilen filmi olmayı sürdürdü. Isabelle Huppert’in aday olmadığı ödüllerde Emma Stone rahat bir zafere ulaşırken, En İyi Erkek Oyuncu ödülünü alan Casey Affleck (“Manchester by the Sea Yaşamın Kıyısında”) Oscar yarışında en iddialı isim olduğunu kanıtladı. Yılın bir diğer iddialı filmi “Moonlight” gecede hiç ödül alamazken, “Fences” ile Viola Davis, “Lion” ile de Dev Patel yardımcı oyuncu dallarında ödüle uzandılar. Yılın En İyi İngiliz Filmi ödülü ise Ken Loach imzalı “I, Daniel Blake”e gitti. Ödülünü almak için sahneye gelen Ken Loach iktidardaki İngiliz hükümetini sert bir dille eleştirdi ve “Bu hükümetin en kırılgan ve fakir insanlara duyarsız ve kaba davranışları utanç vericidir” dedi. Loach büyük alkış alan sözlerine şöyle devam etti: “Bu utanç verici davranışlar, yardım etmeye söz verdiğimiz göçmen çocukları dışarıda tutmaya kadar gitti. Gerçek dünya gitgide daha da kararıyor. Bir tarafta zenginlerin, güçlülerin, ayrıcalıklı olanların, onları temsil eden kurum ve politikacıların; diğer tarafta ise biz geri kalanların olduğu bir savaş var. Ve sinemacılar bu savaşta ne tarafta durduklarını iyi biliyorlar. Böylesi gecelerin ışıltısına, şatafatına rağmen biz halkla beraberiz, teşekkürler.” l Kültür Servisi C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle