25 Kasım 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
KULTUR ‘Kızım ve Ben’in gösterim tarihi belli oldu Başrollerini Cemal Hünal ve İrem Helvacıoğlu’nun üstlendiği ‘Kızım ve Ben’ 6 Nisan 2018’de vizyona girecek. Gerçek bir yaşam hikâyesinden sinemaya uyarlanan film, aile bağlarının sarsılışını, baba ve kı zın ilişkisini konu ediniyor. “Kızım ve Ben”in yönetmenliği ve senaryosu Murat Gürvardar’a ait. Filmin görüntü yönetmenliğini Muharrem Dokur yaparken, filmin yapımcılığını ise Burak Memişoğlu üstleniyor. Pazartesi 20 Kasım 2017 EDİTÖR: ÖZNUR OĞRAŞ ÇOLAK kultur@cumhuriyet.com.tr 19 21. Tiyatro Festivali’nin programına son anda dahil olan “Yalnız” Lübnan asıllı Kanadalı yazar Wajdi Mouawad’ın imzasını taşıyor. Oyunun yönetmenliğini ve oyunculuğunu da üstlenen Mouawad ile sürgünlük, göç, öteki olmak üzerine bir söyleşi yaptık. ‘Kimse barış istemiyor’ n Lübnan’daki iç savaş yüzünden ailenizle birlikte çocuk yaşta önce Fransa’ya, sonra vizeniz yenilenmediği için oradan Kanada’ya göçtünüz. “Öteki” olmanın ne demek olduğunu çok iyi biliyorsunuz. Ne alıp götürdü sizden bu durum, ya da ne kattı “öteki” olmak? ‘Tiyatro zanaata dayalı bir sanat’ reketle buluşmalar yaratacağımız alçakgönüllü bir plan üzerinde çalışmaya devam etmeliyiz. Her şey ideolojik ve dini bir plan üzerinden oynanmıyor. Benim kişisel inadım hep aynı soruyu sormak: Lübnan söz konusu olduğunda, bu iç savaş sırasında biz nelerden sorumluyduk? Bana, bizim ta Çok garip aslında çün kü ben üç kez göç yaşa dım. Önce Lübnan’dan Fransa’ya, ardından EMRAH KOLUKISA Fransa’dan Quebec’e ve son olarak da Quebec’ten Fransa’ya. Quebec’i terk edeli 8 yıl oldu, 8 yıldır orada yaşamı yorum. Ama Quebec’i terk ettiğimde bu benim seçimimdi. Bunu söylemek te de zorlanıyorum hâlâ çünkü seçim yapmaya çok alışık değilim. Günümüz de göçmen olan herkes gibi. “Evet, iş te gidiyorum” demeye hiç alışamadım. Yıllar boyunca hep takip eden, ona ne denirse yapan kişi oldum. O yüzden bu sürgünlerin üzerimde farklı farklı etki leri oldu. Bana acı çektirdikleri kadar beni özgürleştirdiler. Bu bağımsızlık, hiçbir zaman milliyetçi bir kavram ta rafından hapsedilmemiş olmamdan ge liyor. Bayraklardan bağımsız, kitlesel kimlik nevrozlarından bağımsız... Sür gün, yüzyılımızın histerik hareketle rinden kopmamı sağladı, zira asla tam olarak bir şeye bağlanamadım. n Bugün Ortadoğu’da yine savaş, n 2005’te Moliere ödülüne layık bulundunuz ama ödülü reddettiniz. Neden? Endüstrileşmemiş bir sanat dalında sanatçıları birbirleriyle yarıştıran bir sisteme yataklık etmeyi nezaketsiz buluyorum. Tiyatro zanaate dayalı bir sanattır. Tartışmalarda, değiş tokuşlarda, provalarda, temsillerde ve yolculuklarda yaşar tiyatro. Ayrıca Moliere Ödülleri’nin Oscarların ya da bir takım film festivallerinin karikatürleşmiş kopyası olduğunu düşünüyorum. Tiyatronun olmadığı bir şeye dönüşme çabası bence bu. n “Seul” adlı oyununuzla İstanbul’da izleyeceğiz sizi. Hem yazar, hem yönetmen hem de oyuncu olmak avantajlı bir durum mu sizce? Tiyatronun gereksinim duyduğu kolektif çalışma ortamını ve ortak çalışmanın getirdiği diyalektik üretimi zedelediğini düşünüyor musunuz? Her sanatçı yapabildiğini ve inan dığını yapar ve ve her sanatçı görme ve yapma konusunda bir gelişim içindedir. “Yalnız” için yazma, oynama ve sahneleme aşamalarından geçmem gerekti, çünkü yazdığım ve sahnelediğim malzemeye dokunma ihtiyacı duyuyordum. Bu içgüdüyle gelen bir şey. Çoğu zaman bir sistemin üretim biçimine karşı çıkmak için bulduğumuz yollar bunlar. Quebec’te bir Shakespeare oyunu olsun ya da bir komedi, 6 hafta provayla çıkarmanız gerekir. Ben bu diktatoryaya karşı çıkmak istedim çünkü zamanı kendi tempoma, kendi yavaşlığıma göre kullanabilmeliydim. “Yalnız” için 6 hafta tek başıma prova yaptım ve sonra tasarım ekibiyle bir araya geldik. Birlikte 12 gün çalıştık ve sonra metnin bir bölümünü yazabilmem için iki ay ara verdik. Nihayetinde yeniden buluştuk ve 10 hafta daha çalıştık. Bu özel gösteri buna ihtiyaç duyuyordu. Sahnede yalnız olabilirm ama bu büyük bir ekip çalışmasıydı. raftan olmayan herkesten nefret etmeyi öğreten bu savaştan söz ediyorum. Hiç önceden planlamadığım halde, tiyatro oyunları yazmaya başladığım zaman en güzel rolleri kendilerinden nefret ettiğim kişiler için yazdığımı fark ettim. En güçlü duygusal yönelimler yine onlardan geliyordu. “Incendies İçimdeki Yangın”daki Müslüman ve “Anima”daki Filistinli gibi. Şu sıralar üzerinde çalıştığım “Tous des oiseaux”daki tüm kişileri sevmek istiyorum; İsrailli bir aile, Yahudiler, özellikle onlar, çünkü o vakitler onlardan nefret etmeyi öğrettiler bana. n “Incendies” adlı oyununuz sinemaya da uyarlandı. Denis Veilleneuve’ün çarpıcı bir şekilde uyarladığı oyunda hemen hemen tüm diyaloglar yeniden yazılmıştı. Bu durum sizi rahatsız etti mi ve sonuçta ortaya çıkan filmi nasıl buldunuz? Denis Villeneuve’ün “Incendies”i ile benim bir sahnede sergilediğim “Incendies” aynı değil bence. Villeneuve’ün metin hakkındaki yoru yine acı var. Milyonlarca insan ülke mudur ve onun eseri olmuştur o yüz lerindeki savaştan kaçarak mülteci olarak dünyanın dört bir yanına dağıldı. Bunları gördüğünüzde ne hissediyorsunuz? Yazar olduğunuzda angaje olmak meselesi daha güçlü bir biçimde ortaya çıkıyor. Böylesi bir durumda ne yapmalı? Karşıt bir şeyler mi yazmalı, yandaş bir şeyler mi? Yoksa hiçbir şey yazmamalı mı? Kendi halkımın acıları nin bittiğini görme umudu olmadığında hangi yolu izlemeli? Politik bir irade olmadığını göz önünde bulundururursak, barış, uzlaşma mümkün olabilir mi? Lübnan’da, İsrail’de, Filistin’de, Suriye’de, Rusya’da, Türkiye’de ve bugün ABD’de, Suudi Arabistan’da ne olursa olsun bu devletlerin hiçbiri bölgede barış istemiyor. Kuşaktan kuşağa süren bir çürüme durumu söz ko yapabilmemin tek yolu bu bence. Kendi tarafımdakileri, yani Hıristiyan Lübnanlıları gıcık etmek, kışkırtmak. Bu kökenden olduğumu inkâr ettiğim için değil, aksine, ama yarattığı amneziyi reddettiğim için. n Bir sanatçı olarak önerdiğiniz bir çözüm var mı bu kanayan yaraya? Umutsuzluğa kapılmamak lazım. den de. Film, metni tamamen tiyatrodan farklı yöntemlerle aktarıyordu ve bu da bende bir tatminsizlik hissi, tedirginlik ya da sevinç yaratmadı. Sevdiğim ve hayranlık duyduğum bir sanatçının eserini keşfetmekti benim için. Anlatıyı ben yaratmıştım ama onu anlatma yolu tamamen ona ait olmalıydı. Zaten bu özgürlük hissi sanıyorum Denis’ye filmi çektiren şey oldu. nı yansıtacak bir şeyler mi yazmalıyım ya da? Ama benim halkım da, inandırılmaya çalışıldığım gibi, masum bir kurban değil aslında. Bu çekişme nusu. Korkunç bir dağılmadan söz ediyorum. Ben kendi tarafımdakilere moral vermeyi reddederek var ediyorum kendimi. Gerçekten anlamlı bir şeyler Tüm ölümlere ve dökülen kana rağmen. Uluslararası kamuoyunu harekete geçirecek yasal, siyasi bir planı olan, kültürel manifestasyonlardan ha “Yalnız” 24 Kasım Cuma ve 25 Kasım Cumartesi saat 20.30’da Zorlu PSM Drama Sahnesi’nde izlenebilir. Gitarist Malcolm Young hayatını kaybetti BİFO’dan yeni soluklar konseri... Avustralyalı efsane rock grubu AC/DC’nin kurucularından ve aynı zaman da gitaristi olan Malcolm Young 64 yaşında hayatını kaybetti. Ünlü gitarist, uzun süredir demans hastalığıyla mücadele ediyordu. Young’ın ölüm haberini bir açıklamayla ailesi duyurdu. Malcolm Young, grubun güçlü ritim gitar riflerine imza atıyordu. AC/DC, Malcolm Young ve kardeşi Angus Young tarafın dan 1973’te kuruldu. 1975’teki High Voltage albümünden 2014’teki Rock or Bust’a kadar albüm satış rakamları 200 milyonu geçti. AC/DC albümleri sadece ABD’de 71 milyon satış rakamlarına ulaştı. 1953’te Glasgow’da doğan Malcolm Young, 10 yaşındayken ailesiyle birlikte Avustralya’ya taşındı. 2014 yılında kendisine demans teşhisi konmuştu. Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası şef Gürer Aykal yönetiminde Lütfi Kırdar’da verdiği “Müzikte Yeni Soluklar” temalı konserde genç keman yıldız Veriko Çumburidze ve MAGMA Filarmoni Korosu ile Arjantinli soprano Jacquelina Livieri, Uruguaylı tenor Edgardo Rocha, soprano Ceren Aydın Akkoç’a eşlik etti. Henryk Wieniawski Keman Yarışması birincisi genç yetenek Çumburidze Şostakoviç 1.Keman Konçertosu’nu, BİFO’nun titiz eşliğinde, müthiş seslendirdi. Konserde Masis Aram Gözbek yönetiminde Boğaziçi Caz Korosu bünyesinde kurulan MAGMA Filar moni Korosu’ da ilk kez sahneye çıktı. Ramirez’in “Misa Criolla” eserinin yorumunda koro ile Livieri ve Rocha çok beğenildi. Jenkins’in “Gloria” eserlerinde ise, koroya Akkoç’a eşlik etti. Şef, sanatçı ve sanatseverlerin büyük takdirini kazanan koro, bis parçası olarak da Nabucco Operası’ndan “Esirler Korosu” nu seslendirdi. ENKA’da klasik müzik gecesi 29.Yıl ENKA Kültür Sanat Müzik Buluşmaları, dünyanın pek çok ülkesinde konserler veren, katıldıkları her festivalden övgü ve başarılarla dönen Borusan Quartet ile Rusya’da birçok yarışmada derece almış, yurtiçi ve yurtdışı birçok ülkede konserler vermiş Gökhan Aybulus’u aynı sahnede ağırlayacak. 21 Kasım Salı akşamı düzenlenecek konserde, Ravel ve Brahms’ın eserleri yorumlanacak. Kurumlar ve insanlar Almanya’nın ve dünyanın sayılı tiyatrolarından biri olan Schaubühne bu yıl son dakikada İKSV tarafından düzenlenen İstanbul Uluslararası Tiyatro Festivali’ne katılmaktan vazgeçti. Tiyatronun Peter Stein’dan sonraki genel sanat yönetmeni olan ve bu görevi 1999’dan bu yana sürdüren Thomas Ostermeier bu kararı almalarında en önemli etkenin Türkiye’deki güvensiz ve keyfi durum olduğunu açıkladı. Hatırlıyorum, Schaubühne’nin yeni yönetimiyle seyirci karşısına çıktığı ilk gösteri, Sasha Waltz’ın 2000’de sahneye koyduğu “Körper/ Bedenler”di ve 2002’de de İstanbul Uluslararası Tiyatro Festivali kapsamında İstanbullu tiyatroseverlerle buluşmuştu. Schaubühne ve Türk tiyatrosu Schaubühne tarzı uluslararası düzeyde kurumsallaşmış yapılarda önemli bir bellek vardır. Çünkü yaratımlarıyla dünya tiyatrosunda çığır açan dâhilerin hemen bir basamak altında, yönetimden yönetime asla değişmeyen, sürekliliği hiç bozulmayan bir çark tıkır tıkır işler ve bir kurumsal gelenek oluşmuştur. Schaubühne geleneklerinde, Türkiye ve Türk tiyatrosu ile ilişki her zaman önemli bir yer tutmuştur. 1962’de kurulan ve asıl atılımını 1970’te Peter Stein’ın başa gelişiyle yapan Schaubühne’de 1979’dan itibaren “Schaubühne Türk Topluluğu” adıyla bir Türk tiyatrosu da oluşturulmuştu. Sanırım bu topluluk etkinliklerini 56 yıl sürdürdü, biz de o dönemde hem Halk Oyuncuları olarak Schaubühne’de “Kurban”ı oynadık, hem de Schaubühne Topluluğu ile birlikte “Ferhad ile Şirin”i sahneledik (Tuncel Kurtiz’in rejisiyle). Bütün bu süreçte, Peter Stein’ı daha yakından tanımak olanağını da buldum. Tiyatrodaki inanılmaz yaratıcılığının yanı sıra, 68 hareketinden gelen, fikirlerinde samimi ve tüm kültürlere açık bir dünya vatandaşıydı Stein. Türkiye’yi ve Türkleri sevdiğini gayet iyi biliyorum, zaten mesleki yaşamı dışında Türkiye’ye çok gelip giderdi, hatta güney sahillerinde evi bile vardı (hâlâ var mı bilmiyorum). Bu sevginin bir kaynağı da hiç kuşkusuz Muhsin Ertuğrul’du. Onun adı geçtiğinde Stein’ın nasıl bir saygı gösterdiğine gözlerimle tanık oldum. Muhsin Hoca’nın kişiliğinden ve bilgisinden kesinlikle etkilenmişti. Schaubühne’nin Türk tiyatrosuna yönelik yaklaşımının altındaki bir diğer etken de, Almanya’da çok sayıda yurttaşımızın yaşamasının getirdiği özel konumdan kaynaklanan aydın sorumluluğuydu. Farklı kültürlerin bir aradalığını bir zenginlik olarak değerlendiriyorlardı. Üstelik bütün bu gelişmeler yaşanırken, 12 Eylül askeri darbesinin hemen sonrasındaydık ve Türkiye, Batı nezdindeki en itibarsız dönemlerinden birindeydi. 2002’den 2017’ye Sonra Ostermeier ve ekibi göreve başladı. İlk oyunlarını yaptılar. 2002’de tekrar Türkiye’de, İstanbullu tiyatro seyircisinin karşısındaydılar. Schaubühne ekibine festivale katılmaktan son anda vazgeçtikleri için sitem etmek kadar, şu soruları da sormak gerekmiyor mu: Türkiye’ye ve Türk tiyatrosuna hem kurumsal ölçekte, hem de önemli yöneticilerinin kişisel tercihleri bakımından hep önem vermiş, bunu çeşitli şekillerde göstermiş, dünyanın sayılı tiyatrolarından biriyle olan ilişkide 2002 ile 2017 arasında ne değişti? 2002 ile 2017 arasında, üstelik Türkiye konusunda her zaman olumlu davranmış ve kurumsal belleği güçlü bir tiyatronun Türkiye algısı nasıl bu kadar değişebildi? Geriye doğru bakıyorum: Schaubühne/Türk tiyatrosu, seyircisi, insanın ilişkisini bir yol olarak düşünsek, o yolun başında, adı geçtiğinde Peter Stein’ın neredeyse düğmesini iliklemeye davrandığı Muhsin Ertuğrul ve onun temsil ettiği her şey duruyor. Peki yolun sonunda ne var? C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle