08 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
Pazar 19 Kasım 2017 TASARIM: MÜGE KAYGUSUZ yorum 13 Savaş gibi bir tehdit: İşsizlik Bütün pembe tabloları bir yana bırakın, bu ülkenin genç nüfusu tıpkı savaş gibi çok büyük bir tehditle karşı karşıya. Bu tehdidin adı işsizlik. Bizim mahalle kafesini erken açacak, ortalığı toparlayıp saat dokuzda da işi bir başkasına bırakacak bir eleman aranıyor. Çok az bir para alacak. İş arayanlar birer ikişer düşüyor. Kapıdan gencecik bir kız giriyor. İşte talip. Kafenin sahibi ona koşulları anlatıyor, her şey tamam. Bu arada kıza eğitimi soruluyor. Ben lise beklerken kız konservatuvarda okuduğunu, çok güzel piyano çaldığını söylüyor. Hepimiz şaşkınız, “Peki neden bu iş?” Yüzünde hafif bir burukluk, şöyle diyor: “Piyano çalan çok kişi var, özel ders alanlar da iyice azaldı, bu işe ihtiyacım var.” O iki yıl önce askerliğini bitirip baba ocağına dönmüş, işi hazır, bir ecza deposunda çalışıyor, motosikletiyle eczanelere ilaç getiriyor, ihtiyaçları belirliyor. İşinde uzmanlaşmış, bilmediği ilaç adı yok. Hayatından hoşnut, iki günde gerekli işlerini yapıp kendisine vakit bile ayırabiliyor. Günler geçiyor, o gün nedense canı sıkkın, farkında olmadan hız yapıyor ve ehliyeti kaptırıyor. Bu onun için her şeyin sonu gibi. Ehliyeti olmayan biri bu işi yapamaz. Kendini bir anda işsiz ve çaresiz sokakta buluyor. Ne yapabilir, bildiği, uzmanlaştığı tek alan burası. Bir süre yapabileceği yeni işleri düşünüyor, becerikli de... “Ben her işi yaparım” diyor ve her yere özgeçmişini gönderiyor, ama hiçbir yanıt yok. İnşaatta çalışmaya bile razı ama orası da mafyanın elinde, öyle önüne gelen inşaata dalamıyor. Zamanlar geçiyor, ailesine karşı utanç içinde, sigara parasını bile babadan alıyor, giderek arkadaş çevresi seyreliyor, çünkü bira bile içmeye parası yok. Öyle, şimdi tek yaptığı iş mahallenin kahvesine takılmak, ayak işleri yapmak o kadar. Buna daha ne kadar dayanır kendi de bilmiyor. Kuaföre gencecik bir kız giriyor, çekingen, elinde kocaman bir çanta, “Merhaba” diyor, “Merhaba”. “Sizlerin bir dakikasını alabilir miyim?” Merakla ona bakıyoruz, çantayı bir masanın üstüne koyup içinden diş fırçaları ve bir firmanın diş beyazlatma macununu çıkarıyor ve ezberlediği bilgileri heyecanla bir çırpıda bizlere aktarıp duruyor. Kuafördekilerin kimi ilgileniyor, kimi başını başka bir yana çeviriyor. Ben her zamanki gibi yufka yüreğime yenilip bir iki şey alıyorum, bu arada genç kız aslında öğretmen olduğunu söylüyor, ama iki yıldır kura bekliyormuş, babası işsizmiş, ağabeyiyle o her işi yaparak ev kirası ödemeye çalışıyorlarmış. Artık hiçbir hayali kalmadığını söylüyor. Aklında sadece o gün yirmi lira kazanmak varmış. Taksiye binmişim, havaalanına gidiyorum, şoför gencecik biri, yüzü çok gergin ve araba adeta uçuyor. “Biraz daha yavaş sürer misiniz” diyorum, “vaktimiz var.” Tak, anında arabayı durduruyor, “Tamam, in gitmiyoruz!” Şaşkın şaşkın bakıyorum, “Ne oluyor, ne yapmaya çalışıyorsunuz?” “Benden bu kadar” diyor, “başının çaresine bak.” Otobandayız, çaresizim, “Peki” diyorum, “istediğin gibi git.” Yola koyuluyoruz, o birden ağlamaya başlıyor, “Kusura bakmayın” diyor, “ben böyle değildim ama hayat beni böyle lüzumsuz biri yaptı.” Ve ardından arabayı normal hızına getirip hayat hikâyesini anlatmaya başlıyor. Aslında o kimya mühendisiymiş. Üç yıl önce çalıştığı fabrika Romanya’ya taşınmış, o gidememiş çünkü ailesi kötü durumdaymış, annebabasına birilerinin göz kulak olması gerekiyormuş. Bu olayla birlikte onun da hayatı bitmiş. O günden bugüne çalmadık kapı bırakmamış, onun iş bulabilmesi için annesinin gitmediği yatır kalmamış, ama nafile, sonunda altı ay evvel, bu işe başlamış, biraz daha para kazanmak için hem gece hem gündüz çalışıyormuş. Şimdi tam haykırmanın zamanı: Ey hükümet, ey muhalefet... İşsizlik, özellikle de genç işsizliği sizin ne zaman derdiniz olacak! 19 Kasım 2017 SAYI: 33646 İmtiyaz Sahibi: CUMHURİYET VAKFI adına Orhan Erİnç İcra Kurulu Başkanı Akın Atalay Genel Yayın Yönetmeni MURAT SABUNCU Yazıişleri Müdürü Yazıişleri Müdürü (Sorumlu) Haber Koordinatörü Bülent Özdoğan Faruk Eren Aykut Küçükkaya Reklam Direktörü Deniz Tufan Rezervasyon ve Planlama Koordinatörü Bülent Gürel l Görsel Yönetmen: Hakan Akarsu l Ekonomi: Olcay Büyüktaş l Dış Haberler: Mine Esen l Spor: Arif Kızılyalın l Gece: Ayça Bilgin Demir l Yurt Haberler: Selin Görgüner l Fotoğraf: Uğur Demir l Düzeltme: Mustafa Çolak Web Koordinatörü: Oğuz Güven [email protected] Ankara Temsilcisi: Erdem Gül Güvenevler Mah. Güneş Cad. No: 8/1 Çankaya 06690 Ankara Tel: (0312) 442 30 50 İzmir Reklam Tel: (0232) 441 12 20 0530 430 74 17 Okur Temsilcisi: Güray Öz [email protected] Yayın Kurulu: Orhan Erinç (Başkan), Güray Öz (Bşk. Yrd.), Ali Sirmen, Hikmet Çetinkaya, Emre Kongar, Şükran Soner, Hakan Kara. l Muhasebe Müdürü: Günseli Özaltay l Satış Dağıtım: Tunca Çinkaya Yayımlayan ve Yönetim Yeri: Yenigün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık AŞ. Prof. Nurettin Mazhar Öktel Sk. No: 2 34381 Şişli/İstanbul Tel: (0212) 343 72 74 (20 hat) Faks: (0212) 343 72 64 eposta: [email protected] Reklam Yönetimi: Yenigün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık AŞ. Prof. Nurettin Mazhar Öktel Sk. No: 2 34381 Şişli/İstanbul Tel: (0212) 343 72 74 (20 hat) Faks: (0212) 251 98 68 eposta: [email protected] Yaygın süreli yayın Baskı: DPC Doğan Medya Tesisleri Hoşdere Yolu 34850 Esenyurt/İstanbul Dağıtım: Doğan Dağıtım Satış Pazarlama Matbaacılık Ödeme Aracılık ve Tahsilat Sistemleri AŞ Esenyurt/İstanbul Cumhuriyet’te yer alan haber, yazı ve fotoğrafların yeniden yayım hakkı saklı tutulmuştur. İzin alınmadan ve kaynak göstermeksizin yayımlamak Basın Kanunu gereğince hukuki ve cezai yaptırıma tabidir. İstanbul Ankara İzmir İmsak 06:18 06:02 06:23 NAMAZ VAKİTLERİ Güneş Öğle İkindi 07:49 12:57 15:27 07:31 12:41 15:14 07:50 13:04 15:40 Akşam 17:52 17:39 18:05 Yatsı 19:15 19:01 19:25 Oktay Akbal’ın ilk öykülerinden oluşan başyapıtı, insanın derisini delip yüreğine saplanan Önce Ekmekler Bozuldu başlığıyla 1946 yılında yayımlanan incecik bir kitaptır. Zaten ilk tümcesi, “Önce ekmekler bozuldu, sonra her şey...” ifadesiyle öylesine mutlak bir gerçeği yakalamıştır ki, yüzyıllar geçse Türkiye’nin zayıf toplumsal belleği bile unutamaz. Akbal, aynı ustalık ve şiirsel bir güzellikle devamını getirdiği öyküde savaş koşullarıyla açıklar ekmeğin bozulmasını. Önce ekmek vardı, bir de söz... Ama o ilk tümcede yakaladığı mutlak gerçeğin ne denli evrensel Roland Feuil bir güncellik taşıyacağını kuşkusuz öngörmemiş las, işte böyle bir tir: Tüm dünyada önce ekmekler bozuldu, sonra isyandan doğan her şey ve savaş zamanında bile değil, en uzun yepyeni bir ekmek dedikleri barış sürecinde işlendi insanlığa karşı bu bilincinin dünya cinayet... daki zanaatkâr Randıman diye entansif tarıma geçip toprağı ve imzası. suyu kimyasallarla kirlettiler, hem böcek ilaçlarıyla Eurocopter, zehirli, hem de kısır bir buğday türü yaratıp, aşırı Airbus ve Avrupa oranda içerdiği glüten bağışıklık sistemini altüst Uzay Ajansı’yla çalışan bir bilgisayar şirketinin baş eden tek tip, kalitesiz bir una mahkum ettiler ek mühendisi ve sahibiyken, 2004 yılında her şeyi mek sanayini. bırakıp Fransa’da Kathar Şövalyelerinin yaşadığı Son buluşları ne, biliyor musunuz? topraklarda küçücük Cucugnan köyüne yerleşen Zaten tohumluk vermeyen o kısır buğday türünü, Roland Feuillas anlatıyor: hep randıman gerekçesiyle, biçerdöverlerin boyu “Topluma sunabileceğim en temel değerin, na ayarlamak için cüceleştirdiler! ekmek olduğunu düşündüm. Çünkü her şeyden HHH önce ekmek ve söz vardı. İnsanlar, iyi ekmekten Dünyada pek çok insan artık hem sağlığımız, kötü ekmeğe geçince söz de kötüleşti, öz de... İşte hem de beslenme kültürümüzle oynayan bu geliş kaybedilen bu temel değeri yeniden bulmaya ve melere isyan ediyor. paylaşmaya karar verdim.” Eşi Valerie’yle birlikte her şeyini satıp savıp Cucugnan’a yerleşen Roland Feuillas, bugün dünyanın en iyi ekmek ustalarından biri. Gülün Öteki Adı* kitabımı okuyanlarınız, Fransa’nın güneyindeki Kathar topraklarının isyancı ruhunu bilir. İşte o ruha sahip pek çok köylü, artık Roland Feuillas’la sanayi tarımından vazgeçip doğaya saygılı, sağlığa yararlı geleneksel tarıma geçtiler. HHH Aralarında Siyes buğdayının da bulunduğu, altı çeşit buğday ekiyorlar. O buğdaylar köyün ortaçağdan kalma Kathar değirmeninde öğütülüyor, dağlardan gelen kaynak suyu, Fransa’nın hâlâ elle toplanan ünlü ‘tuz çiçeği’ gri deniz tuzu ile birleşip; bir önceki hamurdan ayrılan yaş mayayla bizzat Roland Feuillas tarafından yoğruluyor. Özellikle de fazla yoğrulmuyor, çünkü hamur ne kadar az ellenirse o kadar iyi oluyor. Sonra fırıncı Feuillas, üç hilal çizip odun ateşinde pişirdiği ekmekleri internetten tüm dünyaya satıyor. Değirmeni ve fırını tam kapasite çalıştığı için, ancak belli sayıda kurumla çalışıyor, daha fazla sipariş almıyor. Ama ekmek okulunda 500 fırıncı yetiştiriyor. Barack Obama’yla yazışıyor. Amerikalı şef Dan Barber’a ekmek dersi veriyor. Ekmek üstüne bir kitap yazıyor. Bir de hakkında çevrilen filmler var... Türkiye’nin sünger ekmek dramı, elbette ki AKP hükümetinin yerli buğday satışını yasaklaması ve ülkeyi iğrenç, ilaçlarla zehirli, aşırı glütenli, sanayi tipi kısır buğday türüne mahkum etmesiyle başladı. Ama dramın temelinde, ekmeğe âşık ve buğday kalitesini savunacak zanaatçıların olmaması yatıyor! *Kırmızı Kedi Yayınevi, 2014 Yunanlılar aynen böyle diyor. “Na to marma smeü“rGühvüöerrlnüüilnmbiuüoşyktauüzrwtrak!ıwn”[email protected] ri, na to kefali!” NATO’nun mu yoksa “Na”nın anlamı “işte”. FETÖ’nün mü dersi “To” ise “bu” demek. niz, akla her tür ruh Yani Nato ile ilgisi yok. geliyor! Biz ise askermillet, AKP “milat 17/25 sadıkmüttefik olduğu Aralık” deyip duru muz ya da NATO sev yor. Bendeniz için damızın özeleştirisi için ise 21 Mart 1999... İşte mermer işte kafa!mi nedir, “nato mermer, nato kafa” diyoruz. İhtilal yaparken, demok Yani 16 Şubat 1999’da Öcalan’ın teslimini izleyen 5. rasiyi, hukuku darp ederken de NATO diyoruz! Ülkemizde kural, darbeyi “NATO’ya, CENTO’ya bağlıyız!” yapmaktır. (1979’da CENTO dağıldı da bağımlılık miktarımız biraz azaldı.) FETÖ’cüler 15 Temmuz gecesi başarılı olamadı. Çünkü TRT’yi ele geçirdiklerinde “NATO’ya bağlıyız!” demeyi unuttular. Belki de yalan söylemek istemediler. Zira NATO’nun en güçlü kanadına yani Atlantik ötesine bağlı idiler. HHH Bugünlerde NATO yine gündemde. Bu kez darbe ile değil, “Ergenekonvari bir harekât senaryosu” ile gündemde. TSK’nin süngüsünü düşüren, hava kuvvetlerini neredeyse tamamen tasfiye eden bahane Fatih Camisi’ni bombalama senaryosu idi. Bu defa da hedefe Atatürk ile Erdoğan konulmuş. Yani milletin yüzde 100’ü. NATO demek, senaryo demek! Benzer bir senaryo ile NATO’nun en büyük ikinci ordusunun Genelkurmay Başkanı, kuvvet komutanları yüzlerce subayı hapislere tıkıldı. NATO karargâhından, “Hoop ne oluyor!?” diyen çıkmadı! Acaba “senaryo” onaylı olduğu için mi? HHH Bu kez senaryo daha da ilginç: Norveçli ama önce Türk (veya Kürt) asıllı olduğu söylenen bir teknisyen internetten resim ve büstü “imha edilecek düşman” diye hedefe koymuş. Bizim subayların artık gözü açıldığı için olmalı, “yanlışlık” ortaya çıktı. Acaba bu da mı “yarım kalan bir darbe” senaryosu? Darbeler yarım da kalsa mağduriyet yaratıyor. Mağduriyet ise seçim başarısı! Atatürk ebedi manevi liderimiz. Başarıya ihtiyacı olan ise Erdoğan. İkisini eşdeğer ve özdeş saymak neyin nesi? Madem senaryo çağında yaşıyoruz. Akla her şey gelebiliyor: “NATO, Cumhuriyet savcılarımızın deyimiyle, acaba millete ‘subliminal mesaj’ yüklemesi mi yapıyor?” Hem de tam Erdoğan’ın, Atatürk aşkının depreştiği bugünlerde. HHH Zamanın ruhu, moda olmayı da hak ediyor. Yaşadığımız her şey ruhlardan da öte hortlak hikâyesi gibi. Bendeniz için, Cumhuriyet Ankara Bürosu’nun bir dönem en yetkin iktisat ve siyaset habercisiydi. Mahkemeler için de CHP Genel Başkan Yardımcısı. Enis Berberoğlu, hücresinde de mesleki güdülerine gem vuramayıp su gibi akan bir zamanın ruhu kitabı yazmış: “Siz Yürürken Ben Yatarken..” haftada Gülen’in teslim alınmasıdır. Süper güçler için bu “Dünya bir al gülüm ver gülüm dünyasıdır!” Ya da, bu “teslim tesellüm” nedeniyle, merhum Ecevit’e de o dönem kabinesinin üyesi sıfatıyla da arz ettiğim üzere, “Sakla samanı, gelir zamanı dünyası!” “Öcalan’ın zamanı” İmralı süreci ile başlatıldı. Sonrası ise Suriye’deki iç savaş senaryolarına, Kobani’den bizim hendek savaşlarına, sonra da PKK ile DEAŞ, PYD, YPG gibi harflerle formüle edilen sürecin tozu dumanına karıştı. Berberoğlu, 1 Mart tezkeresine vurgu yapıyor. Süleymaniye’de Türk subaylarının kafasına çuval geçirilmesini hatırlatıyor. Devamını biraz da okurun arifliğine bırakıyor. Öyle ya “Emperyalistler biraz da rövanşisttir!” Süper gücün “Türkiye’yi eli kolu bağlı bir müttefik haline getirme süreci” FETÖ ile başlamadı elbet. “NATO’ya üye olduğumuz tarih” de diyebiliriz, “Kore’ye asker gönderdiğimiz yıl” da. Bunun pek de önemi yok. İsmet Paşa’nın dediği üzere “Büyük devletlerle ilişki kurmak, ayı ile yatağa girmeye benzer”. HHH Onlarda senaryo çok. “FETÖ” olmazsa “Sarraf” var. Rıza Sarraf, ABD’nin “B” planıdır! Biyolojik çeşitliliği korumak Türkiye’de korunan doğa alanları, ülkenin toplam yüzölçümünün sadece yüzde 7’si. Oysa uluslararası standartlara göre bu oran en az yüzde 15 olmalı. BM’nin hedefi 2010 yılında 12.8 olan dünya ortalamasını 2020’de yüzde 17’ye çıkarmak. Avrupa’da korunan alanlar, Avrupa Çevre Ajansı üye ülkelerinin yüzölçümünün yüzde 21’ini kapsıyor. Slovenya’da korunan alanların toplam yüzölçümü içindeki payı yüzde 34, İspanya’da yüzde 26, İtalya 21, Almanya yüzde 16… Bu tür örnekler verirken bazıları tepki gösteriyor: “Neden hep Avrupa’dan örnekler veriyorsunuz?” Oysa nedeni açık. Çünkü Türkiye kendine bu ülkeleri örnek almalı, Avrupa medeniyetinin bir parçası olmalı. Fakat Afrika’dan da örnekler verilebilir. Tanzanya’da korunan alanlar, ülkenin yüzölçümünün yüzde 38’i. Mozambik’te yüzde 21, Zimbabve’de yüzde 27. Türkiye’de sahiden biyolojik çeşitliliği ve doğayı korumak istiyor muyuz? O zaman yapılması gereken şey çok basit: Koruma altına aldığınız alanları artıracaksınız. Ayrıca bu alanları gerçekten koruyacaksınız. İlk aşamada Türkiye’de korunan doğa alanları, ülkenin toplam yüzölçümünün yüzde 15’ine çıkarılabilir. HHH Türkiye’de son yıllarda biyolojik çeşitlilik konusu gündeme geldiğinde benzer tümceler işitiyoruz. Yetkililer biyolojik çeşitliliğin ne denli önemli olduğunu anlatıyorlar. Sonra Türkiye’nin bu açıdan ne denli şanslı ve ne denli zengin olduğunu vurguluyorlar. Sahiden de öyle. Türkiye, biyolojik çeşitlilik açısından tek başına neredeyse bir kıta özelliği gösteriyor. Tüm Avrupa ülkelerinden daha zengin. Avrupa’da bitki türlerinin sayısı 12 bin 500. Bunun 2 bin 500’ü endemik. Türkiye’de bitki türü sayısı 11 bin. Endemik, yani dünyada sadece bu topraklarda var olan türlerin sayısı 3 bin civarında. Bütün Avrupa’dan fazla. Türkiye’de var olan kuş türü sayısı 465. Kuşların iki büyük göç yolu topraklarımızın üzerinden geçiyor. Her yıl kuzeyden güneye göç eden, 3 milyon kuş geçiyor üzerimizden. KİM KİME DUM DUMA BEHİÇ AK [email protected] Çoğumuz farkında bile değiliz. Çocuklarımıza kuş adlarını sorsak, kaç tane sayabilirler? Türkiye’de 161 memeli, 141 sürüngen yaşıyor. 480 deniz balığı ve 236 tür de tatlı su balığı var. Türkiye biyolojik çeşitlilik açısından çok zengin. Fakat ne yazık ki bu zenginliğin değerini bilmiyoruz. Diğer yandan Uluslararası Doğayı Koruma Birliği (IUCN) tarafından hazırlanan “kırmızı liste”de Türkiye’deki 127 balık, 103 bitki, 17 memeli ve 16 kuş türü yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. HHH Geçen hafta “Tabiatı ve Biyolojik Çeşit liliği Koruma Yasa Tasarısı” TBMM Çevre Komisyonu’nda görüşülmeye başlandı. Türkiye’nin korunan alanlarıyla ilgili yasal düzenlemeler sil baştan değişecek. İnternette haber başlıklarına bakıyorum: “Tabiatı bozuk yasa”, “Yeni yağma yasası geliyor”, “Çevreye büyük darbe”, “Ekolojik alanlara yönelik büyük saldırı”, “Tabiatı koru ma değil rant yasası”, “Doğayı tahrip tasarısı yeniden Meclis’te”, “Tabiatın korunmasına da AKP’liler karar verecek”. Çevrecilerin özetle söyledikleri şu: Bu tasarı getirdiği düzenlemelerle doğayı korumaktan çok kullanmayı amaçlıyor. Bu yasa mevcut doğa koruma alanlarının da “korumasız” kalmasına yol açacak. Mevcut korunan alanların yatırıma açılmasına neden ÇİZGİLİK KAMİL MASARACI [email protected] olacak. CHP’nin İnsan ve Doğa Haklarından So rumlu Genel Başkan Yardımcısı Zeynep Altı ok, “Tasarı, korumayı değil, doğanın ve biyo lojik çeşitliliğin ticari meta haline getirilmesini ve rant için işletilmesini amaçlamaktadır” diyor ve ekliyor: “Türkiye’nin doğası ve benzersiz ekosistemleri, sermayenin saldırılarına açık hale gelecek. OHAL’i fırsata çevirip doğayı talan etmek istiyorlar.” Altıok’un açıklamalarını okurken insanın aklına ister istemez Cerattepe, Yırca, Munzur, Bergama, Karadeniz Yaylaları ve Ege koyları geliyor. Sonra Twitter’daki “Hashtag” dikkatimi çe kiyor: “BiyoçeşitliliğeDokunma” C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle