25 Kasım 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
KULTUR İsmet Küntay Ödülleri’nin sahipleri açıklandı 41. İsmet Küntay Tiyatro Ödülleri’nin sahipleri belirlendi. ‘En İyi Erkek Oyuncu’ ödülü, Nilüfer Belediyesi ‘Tiyatro’ yapımı “Tersine Dünya”daki performansıyla Çağdaş Tekin’e, ‘En İyi Kadın Oyuncu’ ödülü İstanbul Devlet Tiyatrosu yapımı “Tersine Dünya”daki oyunuyla Özlem Güveli Türker’e, ‘En İyi Yapım’ ödülü İBBŞT’nin sahnelediği ‘Fehim Paşa Konağı’ adlı yapıma verildi. Pazar 1 Mayıs 2016 kultur@cumhuriyet.com.tr EDİTÖR: EZGİ ATABİLEN TASARIM: İLKNUR FİLİZ 17 Günün birinde dünyayı gençler kurtaracak Eyyy Atatürk düşmanları! Günler öncesinden İstanbul abluka altına alındı. Taksim’e barikatlar yığıldı. Yollar kapandı. 1 Mayıs geliyordu. Millete kapanan yollar sadece Ankara’dan gelen zevata açıldı. Milleti umursamayan zevat, o açık yollardan sırıtarak geçerken yedikleri küfürlerin, üzerlerine yağan bedduaların, lanetlerin farkına bile varmadı... Emeğimiz, kimliğimizdir! Ülkenin Güneydoğu’sunda süren savaşı ‘Hakkâri’de Bir Mevsim’in yazarı, kitabı tiyatro sahnesine de uyarlanmakta olan Ferit Edgü’yle konuştuk... Türkçe edebiyatın büyük ustalarından Ferit Edgü’nün başyapıt nite liğindeki kitabı Hakkâri’de Bir Mevsim’in ana karakteri olan öğretmen, öğrencilerine veda ederken “Hiçbir şey alın yazı sı değildir, yavrularım” diyordu. Yapıtı tekrar okuyuşlarımdan birinde, önceden altını çizdiğim bu tümce, bana halihazırda böl gede süren çatışmaları, sokağa çıkma yasaklarını ve katledilen leri hatırlattı. Yapıtın sonların da geçen “bebeklerin ölümünü görerek de, ölmeden, çıldırma dan da yaşana bileceğini öğren mek” denen şe yi bugün de yaşı yorduk. Bölgede DİLEK ŞEN süren savaşı, hislerimizi iyileştirdiğini düşündü ğüm o kitabın ef sane yazarına sormak, umut et mek ve belki de biraz iyileşmek için çaldım kapısını Edgü’nün. Ve sordum: Denizi yeniden gö rebilecek miyiz? n İstanbul Tiyatro Festiva li kapsamında, Sarı Sandalye Tiyatro Topluluğu’nun oyun laştırdıkları ‘‘Hakkâri’de Bir Mevsim’’, 5 Mayıs’ta Talim hane Tiyatrosu’nda seyirciye sunulacak. Yazılışından tam kırk yıl sonra böylesi bir giri şimi nasıl karşıladınız? Galatasaraylı genç tiyatrocu lardan böyle bir öneri gelince, sorgusuz sualsiz, evet, dedim. Hiçbir koşul ileri sürmedim. Metni göndermek istediler, ge rek yok, dedim. Yayımladığım bir kitap artık benim değildir. ‘Milliyetçilik çıkmazı’ n Yazarlık serüveninizde bir Hakkâri öncesi, bir Hakkâri sonrası var. Hakkâri öncesinde toplum dışına atılmış, bireyselliklerini yaşayan, bir hayli karamsar; gücünü, sizin deyişinizle umutsuzluktan alan varoluşçuluğun sınırında öyküleriniz var. Hakkâri’den sonra ise durum değişiyor. Bir mevsim Hakkâri’nin bir dağ köyünde yaşamak bu denli etkileyebilir mi bir yazarı? Yalnız yazarlık serüvenimde değil, yaşamımda da bir Hakkâri olayı var. İnsan birçok kez doğabilir. Ben de, ikinci kez Hakkâri’de doğdum. Hakkâri dönüşü, aynı insan değildim. Ama baştan aşağı, yepyeni, geçmişten hiçbir iz taşımayan biri olamazsınız. Hakkâri öncesinde yazdıklarımda ağır basan, varoluş, bireysel sorunlar, cinsellik, umutsuzluk gibi ko den beri böyle süregelmiştir. Dolayısıyla, günün birinde, er ya da geç, büyük bir patlama gerçekleşecekti. Önlenebilir miydi? Hiç kuşkusuz önlenebilirdi. Uzgörüyle, derin tarih, toplumbilim, iktisat bilgisine, bilincine sahip dürüst, sorumluluk sahibi devlet adamları önleyebilirlerdi. Ama bunun için milliyetçilik çıkmazından kurtulmuş olmak gerekirdi. Böyle devlet adamlarımız yoktu. Olanlar da cesaret edip ortaya çıkmadılar. Türkiye İşçi Partisi (TİP) bugünkü durumu, 1960’ların sonlarında öngördü ve Kürt sorununu tartışmaya açtı. Peki ne oldu? TİP’in bu girişimi, sonunda kapatılmasına yol açtı. Bugün, açık seçik görülüyor ki devlet içinde, bazı kurumlar, bazı kişiler Kürt sorununun, barışçıl yollarla çözümlenmesini istemiyorlardı. Bunların başında da silahlı kuvvetler geliyor. ‘Elbet denizi görecekler’ n Bölgenin “denizi görmeyen çocukları” bugün neler görmüyor ki! Bu çocuklar yarın denizin maviliğini görecekler mi? Algılarından savaşın sesini silebilecek miyiz? Bana, her gün yaşadığım acıları bir de siz yaşatmayın. Bu çocuklar, hakları olan insanca yaşamı istiyorlardı. Benim Pir FayefaroliraTinEzdmügzaeülr’adirne:en n Devletin temeli yalandır. Bu büyük yalandan diğer yalanlar türer. n Hukuk en korkunç yalandır. Çünkü doğru ilkeler üzerine kurulmuş yalan bir yapıdır o. n Yalan ülkesinde doğrucu sultan yaşamaz. n Yalan üretkendir. Her yalan yeni üretkenler doğurur. Böylece inandırmak kolay olur. n Yalan söyleyerek doğrulara varılmaz. Olsa olsa yalan doğrulara varılır. n Yalan ancak bir başka yalanla yalanlanır. n Öylesine bir yalan düzen içinde yaşıyoruz ki doğrular bile kısa sürede yalana dönüşüyor. n Gerçeğin bile sahtesi (yani yalancısı) vardır.Yalanın gücüne inananlar gerçeği bile yok ederler. deyişlerini duymuş ol malısınız. Bugün, genç bir öğretmen olarak oralarda olsaydınız..? Diyarbakır’da, Cizre’de, Silopi’de, Hakkâri’de, Yüksekova’da, tüm yö rede olup bitenler, insa nım diyen herkesin yü Ferid Edgü’nün not defterinden. reğini parça parça ediyor. Ne yazık ki, halkı kanis’teki öğrencilerimden hayatta olanlar altmış yaşına varmış olmalılar. Onların çoğunun denizi gördüğünü biliyorum. Hem de ne deniz! Okyanuslar aştılar ve Avustralya’ya gidip yerleştiler. Bunu bana, Hakkâri’yi İtalyancaya çeviren, sonra da Avustralya’ya göç edip oraya yerleşen Petek Kurtböke yazmıştı. Yazgının önüne geçemezsiniz. Çocuk, denizi gerçekten görmek istiyorsa, bir gün mutlaka görecektir. Dolayısıyla, sorunuzdaki deniz imgesini, şiirsel bir metafor olarak algılamadım. Hakkâri’nin, denizin maviliğini görmemiş çocukları, yarın mutlaka göreceklerdir. Ne yazık ki, onların denizi gördüğünü ben göremeyeceğim. n Siz de benim gibi, Cizre’deki çocukların, oradan ayrılmak zorunda kalan öğretmenlerine, “Öğretmenim gitmeyin, siz giderseniz bu sefer çok daha kötü saldıracaklar” mızın büyük çoğunluğu buna dahil değil. Onlar, sanal bir savaşı seyreder gibi seyrediyorlar televizyonlarını. Duyarlılığımızı yitirdiğimiz gibi, ulusumuzun geleceğiyle ilgili ortak umudumuzu da yitirmiş gibiyiz. Bugün Türk toplumunun birleştirici öğesi nedir, diye soracak olsanız bunun yanıtını bilmiyorum. Kimse bilmiyor... İzin verirseniz bir anımı anlatacağım. Ankara’daki HDP’nin miting alanındaki o büyük patlamanın gerçekleştiği günün akşamı, geç vakit yatağa girdim, tabii uyku tutmadı. Bir ara, gece yarısını geçmişti, denizden doğru davul zurna sesleri arasında göbek atıp eğlenen insanların çığlıklarını duyar gibi oldum. İlkin, uykuya dalmış olduğumu ve sanrı gördüğümü sandım. Kalkıp pencereyi açtım: Boğaz’daki o büyük gezi teknelerinden biri, kadın, erkek, çocuklarla dolu, davul zurna eşliğinde göbek atıp eğleniyordu. Devam etmeyeyim. n Bugün Hakkâri’de böy le bir film gerçekleştirilebilir miydi? Nasıl bir film olurdu? Kimlerle çalışmak isterdiniz? Tüm anlattıklarımdan (ve anlatmadıklarımdan) sonra yeniden edebiyata dönmek çok zor. Yazarak kendi kendimizi aldatıyoruz. Ne var ki, elimizden başka bir şey gelmiyor. Ben gerçekçi biriyim. Yazdıklarımla hiçbir şey değiştirmediğimin bilincindeyim. Tanıklık sözcüğünden de hoşlanmıyorum. Zaten yaptığım da bir tanıklık edebiyatı değil. Evet, Hakkâri’yi yazdım. Sonra, birkaç dost, bir film yapmak istediler. Filmi de yaptık. Üstelik, 12 Eylül’ün sıkıyönetim döneminde Hakkâri’de yapıldı çekimler. Hakkâri’nin Yoncalı Köyü’nde. Bugün, Yoncalı Köyü yerli yerinde duruyor mu, bilmiyorum. Duruyorsa bile, kim yeni bir Hakkâri filmi için izin verir? Rejisör, oyuncu, teknik ekipten yana bir kaygım yok; hiç tanımadığım, adlarını bilmediğim sinemaya gönül vermiş genç insanlar, koşup geleceklerdir, buna inanıyorum. Ama geri dönebilecekler midir, bundan emin değilim. Kaldı ki, bugün çekilecek yeni bir Hakkâri filmi, ister istemez bir trajedi olacaktır. Shakespeare’in en kanlı trajedilerinden daha kanlı bir trajedi. Ülkemin değer ölçüleri hiyerarşisinde, emek en alt sıralara itilmişse... Emek horlanmışsa... Emek sömürülmüşse... Emek, erdem sayılmaz olmuşsa... Emeğin yerini başka yöntemler, soygunlar, talanlar, para aklamalar, rant gelirleri, çıkar ilişkileri almışsa... İş kazaları yok sayılmış; iş kazalarının hesabı sorulmamışsa... Hükümet yeni yasa tasarısıyla “Kiralık işçi” düzenlemesiyle adeta modern amele pazarları kurmaya hazırlanılıyorsa... Gelir dağılımı arasındaki uçurum her geçen gün daha da büyüyorsa... Emeğimiz, kimliğimiz sayılmıyorsa... E, o zaman yıllardır bu ülkeyi yönetenler elbet korkar emekçilerden, emekten ve 1 Mayıs’tan! Basın özgürlüğünde birinciyiz! 3 Mayıs Dünya Basın Özgürlüğü Günü. Erdoğan her fırsatta Türkiye’de basının ne denli özgür olduğunu anlata anlata bitiremiyor. Hatta “Yabancı ülkelere basın özgürlüğü dersi verdi” diye kocaman yazıyor kimi gazeteler (İnanmazsanız, bakın: Sabah, Milliyet). Şaka sandık ama değilmiş, “Çalışan Gazeteciler Günü”nde yetinmedi, daha da çok basın özgürlüğü istedi... Bakmayın siz Freedom House raporunda  Türkiye’nin 199 ülke içinde Angola, Orta Afrika Cumhuriyeti, Irak ve Umman ile birlikte 156’ncı sırada yer almasına... İnanmayın “Sınır Tanımayan Gazeteciler”in raporunda 180 ülke arasında 151’inci sıraya düşüp, Tacikistan ile Demokratik Kongo Cumhuriyeti arasında kalmamıza... Biz basın özgürlüğünde birinciyiz! Nerden mi belli: Daha iki gün önce Hikmet Çetinkaya ve Ceyda Karan iki yıl hapse mahkum edildi ya! (Bence onların o iki köşesi, Davutoğlu’nun Paris’te liderlerle kol kola yürüyüşünden farksızdı. Aradaki tek fark, onların inanarak, çağdaş evrensel ilkeler doğrultusunda; Davutoğlu’nun ise politik mecburiyetten, inanmadan yapmasıydı...) Basınımız fazlasıyla özgür: Hele Kürt basını! Dicle Haber Ajansı’ndan 10 gazeteci son günlerde tutuklanarak cezaevlerine konuldu. Dün İMC TV Haber Müdürü gözaltına alındı. Can Erzincan TV, İMC TV, Jiyan TV, Azadi TV, Özgür Gün TV, Hayat TV ve Van TV’nin lisanslarının iptali söz konusu...   Özgürlükte birinciyiz: Son bir haftada Finli, Alman, Hollandalı gazeteciler sınır dışı edildi. Facebook’ta 2078 içeriğe; binlerce Twitter hesabına iletişim engellenmiş durumda... Atatürk uygarlıktır Laiklikten ödün vere vere, kalmadı kalmadı türküsünü söyleyeceğiz yakında! Günün birinde Türkiye’de şöyle bir kampanya açılabileceğini düşünür müydünüz: “Tarih dersinden Atatürk ve İnkılaplarının kaldırılmasına seyirci kalmayacağız.” Evet internette (change.org) böyle bir kampanya var! Milli Eğitim Bakanlığı ortaöğretimde okutulacak “Tarih Dersi Öğretim Programı”nı taslak olarak yayımladı. Eğitimİş Genel Başkanı, programda Atatürk’ten, Kurtuluş Savaşı’ndan, Cumhuriyet devriminden, ilkelerinden söz edilmemesine tepki gösterdi. Buradan hareketle, gençler bir kampanya başlattı. İmza topluyorlar... Benim içimden, “Eyy Atatürk düşmanları!” diye haykırmak geliyor. Bu çabanız boşuna! Öyle derinlere yerleşti ki bu sevgi ve saygı tüm unutturma çabaları anca ters teper! Bu ülke gençliği, bu ülkenin şeyhler, dervişler, tarikatçılar, sapıklar ülkesi olmasına izin vermez! Eyyy Atatürk düşmanları! Atatürk uygarlıktır, Atatürk çağdaşlıktır! Hâlâ anlamadınız mı! nulardı. Çıkmazdaki bireyi yazıyordum. Çünkü çıkmazdaydım. Hakkâri’den sonra yazdık ‘Yaralı Zaman’ın Kürtçeye çevrilmesini isterdim’larımdadatümbunlarvardır. Ama bambaşka bir biçimde. Çaresizlik toplumsal boyutu olan bir çaresizliktir artık ve yalnız, yazarın bireysel çaresizliği değil, anlattığı insanların çaresizliğidir. Gözünüzün önünde bebelerin öldüğünü görüyorsunuz ve elinizden hiçbir şey gelmiyorsa, ya çıldırırsınız ya da başkaldırırsınız. Bu durumda da, edilgen üslubunuz (eğer bir üslubunuz varsa) etkilenir. Sözcükler yerini yenilerine bırakır. Sesiniz değişir. Dolayısıyla yapıtınız. n Sizin döneminizden sonra çok şey değişti. Hakkâri’de ve tüm o bölgede. Oradayken, bugünkü durumu öngörmüş müydünüz? 1960’larda, ben oradayken, tabii ki bugünkü savaş orta n Hakkâri’de Bir Mevsim’in bir “kült” kitap olmasından şikâyetçi misiniz? Birçok dile çevrildi. Başka hangi dillere çevrilmesini isterdiniz, Ermenice, Kürtçe, Arapça, Süryanice..? Gene dönüp dolaşıp kitaba geliyoruz. Bazı yazarlar, bazı kitaplarıyla anılır. Bunlar, o yazarların en iyi kitabı olmayabilir. Adımın Hakkâri’yle birlikte anılmasından şikâyetçi değilim. Söylediğim gibi, orası benim ikinci kez doğduğum yer. Gözümü dünyaya yeniden açtığım yer. Filmin etkisiyle, en çok çevrilen kitabım oldu. Çinceye, Japoncaya çevrildi ama, Kürtçeye çevrilmedi. Beni, Batı dillerinden çok, daha yabancı dillerdeki çeviriler he görülüyordu. Doğu Öyküleri’nin, özellikle Yaralı Zaman’ın Kürtçeye çevrilmesini isterdim. Ya da Keldani diline. Farsçaya. n Siz ulusal bir kalem misiniz, yoksa kaleminiz sizin bireyselliğinizden başka bir şey değil mi? Kalemim benim, ben de kalemimim. Ne ulusal, ne uluslararası bir yazarım. n Kitaplarınızın, özellikle Hakkâri’nin, görme engelliler için seslendirilmesini hiç düşündünüz mü? Hakkâri’nin Almanca çevirisi İsviçre’de yayımlandıktan bir süre sonra, bir CD’ye eşlik eden bir banka çeki aldım. Görme engelliler için, ünlü bir oyuncu, şartan olaylardan biridir. n Gündüz mü yazıyorsunuz, gece mi? Kendimi bildim bileli geceleri. n Daktiloda mı yazıyorsunuz, bilgisayarda mı? Ne biri, ne öbürü. Dolmakale mimle. Siyah mürekkep. Düzeltiler için kırmızı. n Bir TV kanalında canlı yayına çıksanız kiminle, neyi tartışmak istersiniz? Bir TV kanalına çıkmak mı? Tanrı göstermesin! n Son zamanlarda daha çok aforizma yazıyorsunuz. Geçen yıl yayımlanan “Cahil” başlıklı aforizma kitabı çok ilgi gördü. Bunu neyle açıklıyorsunuz? Daha önce de gelmişti bu başı Ama bu kez bildiğimi sanıyorum: Herkes karşısındakini cahil sanıyor. Ve cahillik, toplum içinde öylesine yaygın ki, biraz abartılı olacak ama sanki herkes cahil. Bu durumun aforizmalarla, yani kolay okunan, kısa, biriki cümleyle dile getirilmesi okurun hoşuna gidiyor. Çünkü okurken kendisi yazmış gibi. Cahillikle ilgili 700 aforizma yazdım. Tümü yayımlanmadı. Şimdilerde yalan üzerine yazıyorum. Biliyorsunuz, yalan, Bayan Cahil’in öz oğludur. n Gezi’ye ilişkin aforizmalarınızdan biri şöyleydi: “Onlar (İktidar) geçmişi inşa etmek istiyor. Gençlerse yepyeni bir geleceği.” Sizce başarabildik mi? Hayır. İnşa etmekten çok uza mı yoktu. Ama olağan bir durum da yoktu. Baskıyı her yerde görüyor, yaşıyordunuz. Ve şunu da biliyordunuz ki, bu yeni bir şey değildir, sanki ezel Oyun afişinden yecanlandırıyor. Japonca çevirisini elime aldığımda, romanımı sanki bu dilde yazmışım gibi şaşırdım. Metindeki, boşluklar, susuşlar, en güzel Japonca çeviride Hakkâri’yi okumuş ve dağıtılmış. Başka roman ve şiirlerin de, bu insanlara ulaşmasına yardımcı olsun diye çeki geri gönderdim. Yazarlık yaşamımda gözlerimi ya ma, “Ders Notları” kitabımla. Edebiyat, felsefe, cinsellik, ahlak, politika konularındaki notların yakın zamana değin peş peşe baskılar yapmasını anlamamıştım. ğız. Ama küçük de olsa bir umudum varsa, bunu gençlere borçluyum. Dünya günün birinde kurtulacaksa, bunu işçi sınıfı değil, gençler gerçekleştirecek. C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle