28 Aralık 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
8 yEryUZU SofrALArı TASARIM: ÇAĞLA SEVİNDİK Ramazan .. .. Derleyen TAYFUN ATAY Cuma 10 Temmuz 2015 Bir mühtedîye şeyhülislam mektubu osmanlı Şeyhülislamı Hasan Hayrullah Efendi’nin Müslüman olmuş bir Alman’a mektubu, dünden bugüne fetva söyleminin nereden nereye geldiği üzerine düşündürücü ipuçları sunuyor ndokuzuncu yüzyılın son çeyreğinde dinini değiştirerek İslamiyeti kabul etmiş bir Alman mühtedî, 4 Eylül 1876 tarihinde dönemin Şeyhülislamı Hasan Hayrullah Efendi’ye bir mektup gönderdi. Şeyhülislam da mühtedîye cevabî bir mektup yazdı. Mektubu kaleme alan Hasan Hayrullah Efendi,18741877 yılları arasında Osmanlı Devleti’nde iki kez şeyhülislamlık yapmış ve (onun üzerine çalışmış İbrahim Akkurt’un deyimiyle) fetvalarıyla “iki padişahı tahtından indiren” (Sultan Abdülaziz ve V. Murat) bir Osmanlı bürokratı. Şeyhülislamın mektubunun dikkat çeken yönü, CEMAL bunun Mektebi DEMİRCİOğLu Mülkiye mezunlarından İbrahim Fehim ve İsmail Hakkı’nın birlikte hazırladıkları Müntehabatı Teracimi Meşahir (Meşhur Tercümeler Seçkisi) isimli bir çeviri eserde, “Sureti Mektubı Fetvapenahi” başlığı altında ve Osmanlı Türkçesinden Fransızcaya çevirisiyle birlikte yer alıyor olması.Çevirmen adı açıkça belirtilmemekle birlikte, çeviri muhtemelen İbrahim Fehim ve İsmail Hakkı’ya ait. O (Üstte) Hasan Hayrullah Efendi, Şeyhülislamlığı döneminde Sultan Abdülaziz (solda) ile Sultan V. Murad’ı (sağda) tahttan indiren fetvalarıyla ünlü. (Yanda) Müntehabatı Teracimi Meşahir adlı eserde Şeyhülislam Hasan Hayrullah Efendi’nin mektubunun Osmanlı Türkçesi ve Fransızca çevirisiyle yer aldığı sayfa. ban sınıfı olarak düşünmesi. Belki bu durum, mektupta işaret edilen Avrupa’nın “cehl” olma durumuna işaret ediyor olabilir! Ancak aynı zamanda dinî pratiklerin, uhrevî öğretilerinin ötesinde birer sosyal pratik olarak yaşandıklarının bir göstergesi de olabilir. Dinî algı, yorum ve ibadet pratiklerimizi, şüphesiz o dinin toplumsal örgütlenme biçimleri etkiliyor ve belirliyor. Ülkemizde bugün, Diyanet İşleri Başkanlığı ile Anadolu coğrafyasının zenginliğini oluşturan diğer dinî pratikler arasındaki “meşruiyet” tartışmaları da bu tür bir zeminle ilişkili olsa gerek. almalarına gerek olmadığını vurgulaması, İslam’ın kurumsal yapısı açısından önemli olduğu kadar, ulemanın toplum ve örgütlenme biçimleriyle ilişkisi açısından da önemli. Seçkinin hazırlayıcıları gibi, Şeyhülislam da Osmanlı topraklarında seyahat eden Avrupalıların çoğunun İslamiyet’i ruhban sınıfına sahip bir din gibi algıladıklarını, ulemayı papaz veya piskoposlarla kıyasladıklarını hatırlatıyor ve eleştiriyor. Ancak, Şeyhülislamın söyleminde en dikkat çeken nokta, ulemanın insanlara bilmediklerini öğretirken, İslami ilimlerin bilgi birikiminden özellikle de adaletten ayrılmayarak bu öğretimi gerçekleştiren kimseler olduğunu vurgulaması. Tabii, burada Şeyhülislamın, bir mühtedînin mektubunu önemseyerek, ona cevap vermesi de yine dikkat çeken noktalardan... gesinde, “ulema”, “adalet”, “tebliğ”, “cihat” gibi pek çok İslami olgunun, hayatla ilişkisinin ve pratiklerinin yeniden sorgulanması önemli görünüyor. Aynı doğrultuda gerek İslamiçi gerekse dışındaki toplumlarla “diyalog” zemininde İslam’ın günümüz yaşantı ve geleneklerine ne şekilde “ek”leneceği meselesini tüm İslam dünyasının yeniden düşünmesi ve kurgulaması da gerekli belki. Bu bağlamda, Şeyhülislam Hasan Hayrullah Efendi’nin basit ve sıradan görülebilecek şu ifadesi, önemini bugünün konjonktüründe hâlâ koruyor: “İşte bunun için bir adama müslüman olmak için cebr etmek bizce memnu’dur”; yani, bir insana Müslüman olması için baskı yapmak, yasaktır... Mektubun söyleminde, “adalet” kavramının çokça vurgulanması ve büyük bir “ibadet” olarak öne çıkarılması, İslam’ın belki o gün Batı nezdinde ama bugün artık global düzeyde temsili açısından hâlâ manidar ve bu noktada Şeyhülislamın mühtedîye, Hz. Ali ile bir Yahudi arasında geçen “miğfer davası”nı örnek olarak sunmasını da atlamamak gerekiyor. Bu örneğin ayrıntısına burada giremesek de şunun altını çizelim: Miğfer davası, İslam paradigması içinde adalet ve onun dağıtıcısı “kadı” karşısında, makam ve otoritenin başını eğdiği, gücünün işlemediği bir durumun ve bir inanç pratiğinin varlığını hatırlatıyor. Şeyhülislamın söyleminde (teoride ifade edilse bile) bu durum, adalet sistemi, güç ve otorite ile dini inanç ve pratikler arasında günümüzde İslam dünyası içinde bozulan dengelerin ne oranda İslam anlayışıyla bağdaştığını ve İslam’ın siyasetin gölgesinde kaldıkça giderek yozlaştığını yeniden düşünmeye sevk ediyor. Bir toplumsal pratik olarak din olgusunun günümüzde yaşanma pratiklerinin insan hak ve özgürlükleri bağlamında şiddet, cebir ve siyasetten uzak, “diyalog” zemininde yeniden şekillendirilmeye ihtiyaç duyduğunu gündeme getiriyor. Nihayet bu durum, İslam’ın şiddet ve cebire yol açan her türlü yorumunun uzağında durulup, onun modern/postmodern dünyada bir toplumsal pratik olarak nasıl yer bulacağının düşünülmesi anlamına da geliyor. (Dr. Cemal Demircioğlu, Okan Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi öğretim üyesi) FAYDALI BİLGİLER DoĞA VE DUA rta Afrika ormanlarında yaşayan, dünyanın en kısa boylu insanları “Mbuti Pigmeleri”nin çok ilginç ve “öğretici” bir inanç sistemi var. Pigmeler “orman”a inanıyorlar! Avcılık ve toplayıcılıkla geçinen bu insanlar için bir parçası olarak içinde yaşayıp bitki ve hayvanlarıyla beslendikleri orman, bizim hayatımızdaki “Tanrı”ya karşılık gelmekte. Dini sosyolojik/antropolojik açıdan tanımlarken en asgari çerçevemizi oluşturan doğaüstü ve aşkın bir varlığa inanç, Pigmelerin dünyasında yok. Tapınma, en doğal, en maddi ve en somut olan ormana onlarda... Bir salgın hastalık ya da avda verimsizlik karşısında Pigmeler ormanı uyandırmaya, onu hoşnut etmeye dönük bir festival düzenler. Onların yegâne ayini bu. Ama bu ayinde ne avın daha verimli olması ne de hastalığın son bulması için ormana yakarmak, yani “dua” söz konusu. Yaptıkları, hep birlikte şarkı söyleyerek ormandan memnuniyetlerini ifade etmek, iyi olan her şeyi sunduğu için ona olan inançlarını göstermek. “İtikad’ları şöyle ifadeleniyor: “Orman ana ve babadır, çünkü o verir bize muhtaç olduğumuz her şeyi... Yiyecek, giyecek, barınak, sıcaklık ve şefkat... Ormanın çocuklarıyız biz. O ölürse biz de ölürüz” (D.G. BatesE.M. Fratkin, “Cultural Anthropology”, 1999, s. 388). Pigmelerin orman inancı, insanın henüz doğadan tam bir kopuş içinde olmadığı, bir parçası olarak doğaya tâbi olduğu bir hayatın manevi ve “psikokültürel” karşılığı sayılabilir. Muhtemelen pek çoğumuza “ilkel” gelen, artık çok geride, hatta insanlığın tarihöncesinde kaldığını düşündüğümüz bir hayatın inanç sistemi bu. Uzayın fethine çıkmış, dünyayı bir elektronik ağla sarıp sarmalamış bizim gibi insanlar için bu hayat, ya egzotik ilgi ya da karikatürize değer taşır. Ama bu “modern” ve “uygar” halimizle harcayıp kaybettiklerimizi düşününce Pigme inancının hayli öğretici ve düşündürücü yanları ortaya çıkar. Özellikle de doğayla ilişkimiz, ona yaptıklarımız açısından... Pigmeler için ilahi olan bir bakıma kuşlar, böcekler, yılanlar, balıklar için neyse o. Onların hepsini koruyan, besleyen, yaşatan doğa yani... Dolayısıyla bu, doğaya hâkim değil tâbi bir insanlık hali. Ancak tarihöncesinden bugüne bizim de bir parçası olduğumuz süreç, doğa ile ilişkiyi tâbiyetten hâkimiyete geçirirken hiç kuşkusuz “ilahi” olana ilişkin tasarımlarımızı da değiştirdi. Önce “tarım”, yani yiyecek üretiminin sonucu, doğayla ilişkimiz farklılaşırken, insanın artık hâkimi olduğu doğayı kutsaması da imkânsızlaştı. Kutsiyet, “antropomorfik”, yani insanbiçimli hale geldi. Sürecin seyri önce topraktan fışkıran bereketle kadının doğurganlığı ve besleyiciliğini özdeştiren “bereket tanrıçaları” tasarımına olanak verdi. Sonra, mülkiyetle de ilişkili şekilde, kadını sahiplenip ezen “erkek insan” için, yerin ve göğün hâkimi, göklerde meskun bir “Tanrı Baba” tasarımına kanat açıldı. Burası biraz spekülatif gelebilir ama anlaşılan o ki bir doğalbiyolojik varlık olan insanın bu şekilde doğadan kopuşuyla ortaya çıkan boşluk, tanrılarlatanrıçalarla dolduruldu. Canlı varlık insanın doğaya yabancılaşması, doğanın yerine konulan tanrıya yakarıyla aşılır oldu. Kısacası, doğa gitti, dua geldi. Fakat malum, bugün doğaya alabildiğine hâkim olarak katettiğimiz yol, artık doğayı tüketip tahrip etmeye, giderek katletmeye yönelmiş durumda... Ormana tapan insandan ormanları yakan insana dönüştüğümüz söylenebilir. Bir “iklim kıyameti” yaratmaya doğru yol aldığımız da... O yüzden Pigmelerin inancını hatırlamaya ihtiyaç var! Doğanın bir parçası olduğumuzu bilmedikçe, onunla kaim ve daim olacağımıza inanmadıkça ve ona tapmak değilse de onu taparcasına sevmedikçe felaketten kurtuluş yok gibi... Bu durum “paganizm”in günümüzde yeniden revaçta olmasının da bir nedeni... Yarın: PAGANİZM O Hz. Ali’nin Miğfer Davası Mektup belli ki “imparatorluğun en uzun yüzyılı”nın son çeyreğinde, Osmanlı ile Batı arasındaki diyaloğun gelişmesine katkı sağlamak ve İslam hakkında Batı’da bilinen kimi yanlış bilgilerin düzeltilmesine vesile olmak üzere kaleme alınmış. “Doğru”yu sunma isteği ve bir “diyalog” talebi, Şeyhülislamın kişiliğiyle de uyumlu görünüyor. Hasan Hayrullah Efendi, Batı’yla diyalogu önemseyen, zamanında Fransa Kilisesi’nin ruhani temsilcilerini ziyaret ederek Osmanlı’da “tolerans” dönemini başlattığı düşünülen bir şeyhülislam. Mektubun bir çeviri seçkisinde ve Fransızca çevirisiyle birlikte yayımlanmasının da bu “diyalog” meselesiyle ilişkisi olsa gerek. Mektupta karşımıza İslam kelamı ve felsefesini inceleyerek İslam’ın bir “hak din” olduğunu kabul eden ve Şeyhülislamlık makamından bir Müslüman olarak kabul edilmesi ricasında bulunan bir Alman mühtedî çıkıyor. İlginç görünen, mühtedînin İslam dinini, kendisinin terk ettiği dinin kurumsal yapısı ve pratiği içinden algılaması ve şeyhülislamlık makamını da onay alınacak bir ruh Diyalog yanlısı bir şeyhülislam ‘Bizim borcumuz, nasihat etmek’ Bu bağlamda, mektubun açılışında Şeyhülislamın, İslamdaki aracısızlığa değinmek ihtiyacı duyması ve “Bizim borcumuz ancak halka nasihat etmek ve bilmedikleri şeyi öğretmektir” diyerek, ulemanın sadece nasihat ve bilinmeyeni öğretmekle yükümlü kimseler olduğunu dile getirmesi manidar. Hasan Hayrullah Efendi’nin, özellikle İslam’da ruhbaniyet sınıfının olmamasının altını çizmesi ve mühtedîlerin Müslüman olmak için izin veya onay Bugün bu durumun ne minvalde olduğunu, bu tür soruların önemsenerek diyalog zemininde yanıtlanıp yanıtlanmadığını bilmiyorum. Ancak, bu mektuptan yaklaşık 130 sene sonra, özellikle ElKaide, IŞİD gibi İslami referansları olan oluşumların göl ‘Dinde baskı, yasaktır!’ Müşir Davut Paşa’nın köftesi ir gıda şirketinin bundan on yıl önce Türkiye genelinde yaptırdığı bir araştırmada 300 çeşit köfte saptandığını anımsıyorum. Envantere bile gerek yok; yöreden yöreye, köfte kültürümüz bayağı zengindir. SOFRA SOHBETLERİ Herkes bilir, köfte sözcüğü dilimize Farsçadan geçmiştir: “Kuften” fiilinden üretilen “kufte”; ezilmiş, karıştıArtun rılmış, harman edilÜnsal miş anlamına gelir. Büyüklerimiz takılmayı sevdikleri dostlarına, çocuklara “seni gidi gidi, yine hangi haltı karıştırdın” gibisine “köftehor” (köfte yiyen) derlerdi. Mecaz bir yana, anlı şanlı köftelerimizin temel harcı da hayal gücü, yaramazlık ve muzipliktir denilebilir... Köfte ister ızgarada, sacda, mangalda; kömür, odun ya da tüpgaz ateşinde pişirilsin; ister tavada kızartılsın, sahanda kaynasın, fırında kızarsın ya da önce tencerede haşlansın; ister uzun, yassı, yuvarlak, top, minicik ya da kocaman olsun; B ister tabakta, ekmek arası, pideli ya da dürümde yenilsin, önemli olan lezzetidir. Köftenin lezzetini öncelikle malzemesi etkiler. Bu bir. Hem etimiz güzel olacak hem de yanına katılanlar. Dana kıymasından köfte moda şimdilerde; ama, ben kuzu döş dana karışımın biraz daha yağlı olsa da damağa iyi geldiğini düşünüyorum. Kuyruk yağını ise öneremiyorum. Gerisi, pişiren aşçının yaratıcılığı ve ustalığına bakar. Donmuş etten “Fast Food” yiyeceği hamburgere karşı, yılmaz köftecilerimizin Taksim’in orta yerinde “ıslak hamburger”i icad etmesi bile, köfte geleneğimizin ne denli güçlü olduğunu göstermiyor mu? Sahanda pişirilen sebzeli köfteleri de severim doğrusu. Ramazan sofralarına da uygun düşecek, eskilerden kalma bir sahanda köfte tarifine ne dersiniz? İçinde “dövülmüş pirinç” de bulunan bu tarifin üzerinde yılların birikmiş tozunu sildiğinizde, karşınıza çıkan bu lez Davut Paşa köftesi zete siz de şaşıracaksınız. Davut Paşa köftesi, 18611869 yıllarında Lübnan valisi olan Osmanlı diplomatı Müşir Davut (David) Paşa adında Ermeni kökenli bir İstanbul beyefendisinin yarattığı değişik bir köftedir. Izgara “lüle kafta”ya tutkun Lübnanlılar bu sulu köfteyi de çok beğenmişler ki, Osmanlı yöne timi tarih olsa da, hâlâ Daoud Bacha adını koruyarak yiyorlar. Altı kişilik bir sofra için, Malzeme: 1 kg orta yağlı dana kıyma, 50 gr dövülmüş pirinç, 1 adet yumurta, 1 adet soğan, 50 gram çam fıstığı, 56 sap maydanoz, 56 sap dereotu, 56 sap nane, ½ çay kaşığı tarçın, tuz, karabiber. Kızartma için: 20 gr tereyağı, 2 çorba kaşığı zeytinyağı. Sosu için: 1 kg domates, 30 gr tereyağı, 4 diş sarmısak, tuz, karabiber. Hazırlanışı: Soğanı rendeleyin. Kıyma, pirinç, yumurta, çam fıstığı, kıyılmış dere otu, maydanoz ve nane, tarçın, tuz ve karabiber ekleyerek iyice yoğurun. Elinizle ceviz büyüklüğünde köfteler yapın. Bir tavaya, tereyağ ve zeytinyağını koyun. Tereyağı eriyince, tavayı sallayarak köfteleri kızartın. Bir tencerede, kabukları soyulmuş, çekirdekleri çıkarılmış ve küp doğranmış domates, kıyılmış sarımsağı, tereyağını koyarak 10 dk kaynatın. Köfteleri, tuzu, karabiberi ekleyerek kısık ateşte 20 dk pişirin. İsteğe göre, sade pirinç pilavıyla birlikte de servis edilebilir, efendim. C M Y B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle