16 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
Pazartesi 29 Haziran 2015 Büyüdükçe darlaşan; yenilendikçe yıpranan şehir u şehirle ilgili dinlediğiniz her hikaye, gördüğünüz her gerçek üzerinizde hem bir hafiflik hem de ağır bir yüktür. Hafifsinizdir çünkü bilirsiniz, tüm coğrafyalarda zaman her şeyi değiştirerek geçer gider. Omuzlarınızda bir yük vardır çünkü yine bilirsiniz, bu coğrafyada sizin de sorumlu olduğumuz zaman, her şeyi yakıp yıkarak geçip gider. Yedikule’nin 1500 yıllık geçmişe sahip bereketli bostanları birçok tarihi mahalle gibi, kentsel dönüşüm cinayetine kurban gitmek üzere... Haddini bilmez bir şehircilik hırsının hedefindeki bostanlar eğer gönüllülerin harcadıkları yoğun çaba sonuç verYedikule’nin mezse çok yakın bir za1500 yıllık geçmanda yeşil alan düzenmişe sahip belemesi bahanesiyle tarihe karışacaklar. reketli bostan 14 dizi EDİTÖR: HAYRİ ARSLAN B Dağların hayalini kuruyor Diyarbakırlı Şükran sırtını yamaçtaki evin duvarına dayamış, elinde bir tığ işi, dağlara bakar gibi uzaklara bakıyor. Bostanların çevresini yeşil alan projesi için hallaç pamuğu gibi atan dozerleri, gün boyu Bizans’tan kalma eski su kuyusundan su doldurmak için gelip giden tankerleri, su kuyusunun bu yeknesak işten sıkılmış bıkkın bekçisi ları birçok tarihi mahalle gibi kentsel dönüşüm cinayetine kurban gitmek üzere... Kötü restorasyonlarla doğallığını kaybeden Bizans surları yüzyıllardır kuytularında yoksulların hayallerini saklıyor. rın hayali bir türlü gözünün önünden gitmiyor. Biz yanından geçiyoruz, bizi görmüyor, kendi dilinde kendi köyünü düşlüyor. Biz yanından geçiyoruz, bizi görmüyor, bostanlara bakıyor dağlarda açan kardelenleri düşünüyor. Surlara bakıyor, kendi şehrinin surlarını düşünüyor. Biz geçiyoruz; Şükran için zaman bir türlü geçmek bilmiyor. Bu kadim şehir her köşesinde geçmişe ve geleceğe dair düşler kuran ve sırlar barındıran hayatlar saklıyor. Göçler beraberinde yeni sırlar getiriyor. Yanına otursak bize kendi hayatını değil komşularını anlatacak. Kendi hayatında sırları var. İki oğlunun nerede olduğu mesela, sır. Kızının nerede olduğu; o da sır. Kendi sırlarını komşularının acılarıyla saklayacak. Yandaki yıkık ahşap evi gösterecek; “Bak” diyecek o baharlı doğu şivesiyle, “Camdaki yaşlı kadını görüyorsun? Ermeniymiş. Yeni geldi bu harap yere taşındı. Evvel oğluyla birlikte yaşıyormuş. Oğlu ölünce tek kalmış. Kimsesi yok, gariban”. Kendi garibanlığının üzerini hiç tanımadığı bir başka kadının garibanlığıyla örtecek. Sonra yine dağlara bakar gibi bostanların etrafında dolanan dozerlere bakıp örgüsünü örecek... Biz Şükran’ın yanından geçip gideceğiz... Onun acısı geçmeyecek. ni; çocuğunu elinden tutup çamurlara bata çıka Mevlanakapı’ya doğru yürüyen komşusunu, kuşların uçuşunu, bulutların bir toplanıp bir dağılışını, uzaktaki bir ağacın yavaş yavaş kuruyuşunu; güneşin doğuşunu ve batışını, ay karanlığını ve dolunay parlaklığını seyrediyor. Tüm bunları seyrediyor ama dağla Surlarda son günlerini yaşıyorlar Sistemin bir köşesinden tutunmayı beceremeyen, başka bir çarkın içinde öğütüle öğütüle hayatta kalmaya çalışan, barakalarda yaşayan ayyaşlar, deliler, kimsesizler... edikule’den Mevlanakapı’ya doğru yürüyoruz. Sulukule’nin eski haline benzeyen, birbirine dayanarak, ayakta duran, küçük avlulu, alçak damlı, yeşilli allı gecekondular, boş sur duvarına sırtını dayamış karanlık atölyeler, naylonla kaplı teneke barakalarda yaşayan ayyaşlar, deliler, kimsesizler... Surların kıyısında son günlerini sürüyorlar. Ayyaşlar, deliler ve kimsesizler... Bütün gün o barakalarda uyuyor, sonra gecelerin ıssızlığında dışarı çıkıp yemek bulmak için çöp bidonlarını karıştırıyorlar. Çöp bidonlarının müdavimleri vardiyalı... Gece onlar yiyecek arıyorlar; gündüz çöp depolarında çalışanlar o bidonları ambalaj atığı toplamak için hallaç pamuğu gibi atıyorlar. Surlara bitişik çöp depolarıyla dolu etraf. Çoğu Afgan olan genç çocuklar karınca gibi bu depolarda çalışıyorlar. Yanımızdan devamlı kendi boyunun iki katı yüksekliğinde tekerlekli çöp torbalarını sırtlayıp çeken gençler geçiyor. 1.2 milyarlık bir geri dönüşüm ekonomisinin en alt basamağında çalışan ve sadece İstanbul’da sayıları 100 bini aşan bu insanların kazancı ayda 500 lirayla 1000 lira arası. Çoğunun çocuk olması, kaçak olması, sigortasız olması.... sorgulanan bir mesele değil. Çöp deposu sahipleri, bu bol kazançlı işe girerek, şirketlere ambalaj için geri dönüşüm zorunluluğu koyan ama bu zorunluluğun yerine getirilebileceği sistemi kurmayan devletin üzerindeki sorumluluğu alıyor; aynı zamanda Suriyeli, Afgan, Sudanlı, Kürt bir çok yoksul göçmene de iş yaratmış oluyor. Başında bir devlet olduğu halde sistemin içinde kendi başının çaresine bakmak zorunda kalanların yaşadığı bir ülke burası. Çünkü bu ülkede devlet, insan için değil; devlet sadece devlet için çalışıyor. Devlet içinde devletsiz bir hayata izin var. Sisteme bir köşesinden tutunmayı beceremeyen, başka bir çarkın içinde öğütüle üğütüle hayatta kalmaya çalışıyor. Surların üzerindeki daracık kapılardan Mevlanakapı’da fahri trafik polisliği yaparak, bir yandan vızır vızır işlemekte olan iki yönlü trafiği düğüm olmaktan kurtaran, diğer yandan Y Sayıları 100 bini aşıyor Sur içinde yoksulların sığınıp yaşamaya çalıştığı bu son ahşap evler, birer eski eser, ancak kentsel dönüşüme kurban gidip dozerlerle yıkılmayı bekliyorlar. Türkiye, başında bir devlet olduğu halde sistemin içinde kendi başının çaresine bakmak zorunda kalan yüzbinlerce bireyin yaşadığı bir ülke. da günü kurtarmaya çalışan şarapçı Abdullah’a sorsam; “Devlet ne işe yarar Abdullah?” desem... “Git başımdan” der. “Devletle hiç işim olmaz benim. Arabalara dur geç der, bahşişimi alır, şarabımı içer, gider surlarda bir kovuk bulup uyurum.” Abdullah, 65 yaşında. Eskiden şoförmüş. Dünyada gezmediği yer yok. Rusya’da en son beş yaşındayken gördüğü bir kızı olduğunu biliyor. Başını yere eğip asfalta gözünü dikerek ve kaşlarını çatarak bir süre hesap yapıyor. “Şimdilerde 30’unda olmalı” diyor ama artık onu hiç merak etmiyor. “O kendi hayatını kurmuştur, bunca zaman sonra beni tanısa ne olacak”. Evi yok, yatağı surların derinlerinde bir gedikte ince bir süngerle battaniye. Günlük kazancı 1520 lira; hafta sonları taş çatlasa 60 lira... Normal şartlarda kıpkırmızı ve baygın bakan gözlerinden, düşük ama güç Devletsiz bir hayat Surların dibinde asırlarca var olduktan sonra bir gün kentsel dönüşüm kurnazlığına kurban edilerek boşaltılıp yerle bir edilen o yoksul ve anlamlı çingene mahallesinin boşluğu kara bir delik gibi tüm insani duyguları içine çekiyor; modern ve kişiliksiz siteleri çirkin bir nefes gibi geri üflüyor. Etrafı dikenli tellerle çevrilen kentsel dönüşüm kurbanı bu sitelerin içinde dolaşıyoruz. Teller metrelerce ve metrelerce plastik sarmaşıkla süslenmiş. Gençten bir güvenlik görevlisine soruyorum: “Neden gerçek sarmaşık yapmadılar?” “Sonbaharda yapraklarını döküp ortalığı pisletir”, diyor. “Bu daha temiz”. Temizlik ve kirlilik üzerine uzun uzun konuşabiliriz onunla. Sonra şehrin ortasındaki çingene mahallesinin yerle bir edilmesinin aynı şehirde yaşayan diğer insanlar için ne anlama geldiğini düşünürüz birlikte. Çingene kültürünün kıymetinden gireriz, insani değerlerden çıkarız... Fırsat eşitsizliğinin hepimize ödettiği ağır bedellerden söz ederiz. Yoksulluğu tartışırız. Sonra zenginliği... Ama yapmıyoruz. Bana, “Hiçbir şeyden anladığınız yok; çingeneler de evlerini plastik çiçeklerle süslerler” dese bile sevineceğim. Ama demiyor. Başını maaşının üç katı ederi olan akıllı telefonuna gömüp sanal alemde hızla kayboluyor. Sulukule, Çingenelerden çalınan mahalle 1969 Ara Güler lü omuzlarından, kıyafetinin pejmürdeliğinden ürküp onunla iki kelime konuşmayacak yığınla insan, yanından arabayla geçerken medet umarak gözünün içine bakıyor. O da bir hayır işi yapar gibi, bıkkın ama yine de vakur bir edayla, karşı yönü kolaçan edip gözünün içine bakanlara eliyle geç ya da dur işareti yapıyor. O hengamede çok az şoförün aklına camı açıp onun avcuna biraz bozuk para bırakmak geliyor. Çoğu bir teşekkür bile etmeden, aceleyle o dar kapıdan gaza basıp geçiyor. Trafik akıyor, hayat akıyor, Abdullah cebinde biriken bozukluklarla her gün ekmek, peynir ve en ucuzundan şarap alıyor. Çetin Altan’ın röportajından; “İstanbul’u özgürlük içinde kalkınma adıyla her önüne gelenin para kazanmak için aklına esen barbarlığı kurnazlık diye uygulayacağı bir şehir olmaktan çıkarmak gerekiyor. Şehirde mevcut bir bütün atölye ve işletmelerin sağlam bir planıyla bir envanterini bulsam, şehrin nasıl kemirildiğini çok daha somut koyabilirdim ortaya.” Yarın: Şehrin kalbinde küçük bir sızı C M Y B İstanbul artık, kentsel dönüşüm adına zorla dönüştürüldüğü yeni haliyle kimliksizleşmenin sancılarını yaşayan yaşlı bir şehir.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle