16 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
‘Meddah, Doğu’nun ilk tiyatrosu’ Sahnelerde, televizyonlarda izlediğimiz ilk meddahlardan Yılmaz Gruda ile ramazan sohbeti yaptık zellikle Ramazan ayında, sahnelerde, televizyonlarda izlediğimiz ilk meddahlardan Yılmaz Gruda ile kısa bir Ramazan Sohbeti yaptık. Ona, sabırsızca meddahlığı sordum o da yanıtladı. Şimdi sayfamız bir meydan ve sözü meddah Yılmaz Gruda’ya bırakıyoruz: CEREN ÇIPLAK “On bir ayın Sultanı Ramazan geldi!... Hoş geldi! Umarım, ben de, şimdi okuyacağınız, bu uuzun sohbet ile, karşınıza hoş geldim! Gelin, mukaddime’yi uzatmadan, hemen sohbete geçelim: ... O tiyatro, bu film, şu dizi, 65 yıldır, hâlâ, temaşayı perveran’ım! İşte Cumhuriyet gazetesi de, benim fî tarihindeki geleneksel üzre beyan’larımı / sevdamı anımsayarak... hazırlayıp, yakında sahnelerde sunmayı düşündüğüm “Camdaki Düşman” adlı oyunda hadi, stand up diyelim yer alan “ifade” ile: Elinoğlu / anamalcı, çok iyi bir gözlemle; bizim dakka başı, yok anahtarlıkla, yok tespihle, yok falanfilanla şakur şukur oynadığımızı görüp; bağlamı olan reklamveren’in şıkıdım tezgâhtarı reklamcı’nın da “Kullanmazsan, hayata yazılmazsın!” çançanıyla, elimize tutuşturuverdiği ve giderek, adetâ uzvumuza dönüştürdüğü Cep Telefonu’nu tuşlayıp: “65 yıllık bir “temaşaperveran” olarak, Ramazan ayı bağlamında ne söyleyebilirsen söyle!” dedi. Lâlettâyin / aklıma ne düştü ise, buyrun, aşağıda: Bildiğimiz gibi, oyun oynamak, ilk ağızda bir olmuşu, olması düşünüleni, bir görüşü sözle, davranışlarla sunma iyi niyetini taşır. Bu eylem de iki kişinin varoluşundan beri sürüp gelmekte! Kısası: Âdem ile Havva’dan beri. En azından, Âdem’in cennetteki güzel günleri anımsadıkça, cennetten sürülme bağlamında “serzeniş”te bulunmak üzre varolmuş! İşte bu, bağırmakçağırmak yerine, serzeniş gibisine eylemler, giderek gereksinim durumuna gelmiş ve insanoğlu, o günden bu yana, kimi zaman geçmişi anımsama, kimi zaman toplumu övme, yerme isterleri açısından, oyun oynamaya, oyun izlemeye başlamıştır (bu bir sophistique yorumdur!). Hz. İsa öncesi Yunan dünyasında doruğa ulaşan; bu dünyanın etkisindeki kültürlerde de yer alan, türlü biçim ve biçemlerde görünen tiyatro, bizde, maalesef, dinsel zo 14 yeryUzU sofraları TASARIM: ÇAĞLA SEVİNDİK Ramazan Derleyen tayfun atay Cumartesi 20 Haziran 2015 Ö niden bütün ile uyumlu hale getirmek; kısacası, karşımıza çıktığı her yerde sivri köşeleri törpülemek... halk deyişiyle, ıslah etmek... İngiliz feylesof Meredith’e göre de: uygarlaştırmak görev ve işlevi taşıyan mizah ile komedi ile hall ü hamur eyleyerek... izninizle kendi koltuğuma kendim giriyorum... şimdilerde, hani hep ‘ünlü ahbapçavuş’larla onların deyimi: ‘laklak’a oturulan Talk Show’dan çok önce, her meslekten en az 10 kişiyle gerçekleştirdiğim “Sohbet” ile birlikte... “Tek Kişilik Gösteri” başlığı atında, ilk kez, 1959 yılında TRT’de sundum... Ardından.. sunumu bir hayli zorlu olan; “Kadimî yâdigârı Hazreti Şeyh Küşterî’dir bu / Temâşâ kıl, buyur ikbâl ile, gel pürmeserret bul!” diyerek, halkımızı yıllar boyu eğlendiren... sinema’nın atası denilse, yeridir hani!... GölgeHayâl Oyunu / Karagöz’ün “mücessem hâli” Ortaoyunu’nu da sundum. Dönemin usta Hayâlci’leri de TRT ekranını taçlandırdılar! İbadet nsanın yaşamı “güzel ahlâk” sahibi olma yolunda nefs ile ruhun mücadele alanı... Ve “İslâm dairesi” içindeki insan, yaşamı boyunca nefsi üzerinde ruhunun üstünlük kurmasına çabalamak zorunda. Bu nasıl mümkün olacaktır? En net cevap belli: “İbadet”le... “Allah’a kulluk etmek” demek olan ibadet, Orta Asya’da Nakşibendiliğin kuruluş döneminin önemli isimlerinden Şeyh Ubeydullah Ahrar’ın ifadesiyle “kalbin her zaman Allah’tan gâfil (habersiz) olmaması” şeklinde de tanımlanır. Bu ifade, dün değinilen “ruh” kavramına dair söylenenlerle ilişkilendirildiğinde şöyle bir sonuç çıkar: İnsanda Allah’tan bir “nur” olan ruhun mekânı kalp, ancak ibadetle işlevselleşir. Bu nedenle, bir “kötü enerji nakil hattı” gibi çalışan nefsi devre dışı bırakmak için yapılması gereken, ibadettir. İbadet, nefsi bastırır, ruhu kanatlandırıp uçurur. İslami telakki budur. Demek ki “iyi”ye ve iyiliğe götüren yol, insanda “ben”lik sorunsalını yaratan nefsin, ibadetle deneti FAYDALI BİLGİLER İ Kuğu güzelliğindeydi İnsanlarımızın tiyatro gereksinimini meddahlara yüklediğini söyleyen, Gruda, “Öyle bir tiyatro ki, perdesi, sahnesi, dekoru, giysileri, kişileri ‘tek kişi’de toplanan ‘Kahraman’ bir tiyatro!” diyor. rak... bizim o eşi bulunmaz gelerunluluklar, baskılardan ötürü... neksellerimizi atlayarak... ilkeleşOrtaçağ’da dehşetli din baskısıntirdiği epik, yani göstermeci, eleşdaki Batı’nın, İncil’e, kiliseye iliştirel tavır’ı içermez. Benzetmeci, kin ‘myster’ler oynaması ürneğine yanılsamacı’dır. karşın diyelim... biİzleyiciyi, linen anlamda pazar anlatı’nın kişilebulamamıştır! Ne riyle özdeşleştivar ki insanımız, terir!... meli ‘anlatı’ olan tiKarakalem –diyatro gereksinimine yelim çizdiğim... bir çözüm bulup; bu Meddah’ın oyunişi Meddah’lara yükculuk gücünün; lemiş; böylece Medsosyoloji, psikodah, Doğu ve İslam loji, ekonomi ve ülkelerinin ilk Tiyatbenzeriti ve darosu olmuştur! hi sanat ve tiyatÖyle bir tiyatro ki, ro tarihi, coğrafya perdesi, sahnesi, degibi bilimleri mutkoru, giysileri, kişilaka özümsemiş, leri “tek kişi”de topgünümüz oyunlanan “Kahraman” Yılmaz Gruda cuları için gerekbir tiyatro! li olan Meddah’ın dramatik yaİlk 1959’da sundum pısını, ben, çağdaş toplumsal gerekirler doğrultusunda, halkımıBu Tiyatro, Meddah, anlatı’dazın tüm katmanlarına seslenebiki, öykü’deki söyleşme, öykünlen... ünlü Fransız feylosofu Henme, kişileştirme bölümlerinden ri Bergson’un deyimiyle: “Gerek fiötürü, ‘literatür’ bağlamında, koziksel, gerek mecazî olarak tökezlayca, dramatik türe girer. Bu açıliyenleri, ayrılıkçı her hangi bir dan, Batı’nın ünlü tiyatro kurameğilimi bastırmak, katılığı yoğrucı ve yazarı Brecht’in, Doğu’nun labilirliğe dönüştürmek, bireyi yegeleneksel tiyatrolarından kalka ‘Kahraman’ bir tiyatro 1969 yılına kadar sürdürdüğüm... yıllar içinde de –(Mekânları cennet olsun: Erol Günaydın ve Tekin Akmansoy’un katılımıyla da) yinelenen bu etkinlikler, Ramazan ayı boyunca halkımızın vazgeçmediği bir eğlence kaynağıydı! Tıpkı... izdüşümü diyelim... Osmanlı İmparatorluğu’nun Geleneksel Şehzadebaşı Direklerarası Ramazan Eğlenceleri gibi! Abartılı gelse de, bir geleneksel tiyatro sevdalısı olarak söyleyeceğim: Bir kuğu güzelliğindeydi her şey! Davulzurna eşliğinde, Manici’lerin tannan sesleriyle açılırdı! Ve başlardı salonlarda envaı çeşit hey’etlerin geçidi: Kiminde Fasıl Hey’eti; kiminde Halk Musikisi Hey’eti; Yörelerden Ozanlar; Şeyh Şamil Dansçıları... ötekinde Cazcazu Band... Tangocular; Düetto’da: Sürpik Miniminiyan ile, Agop Mermeryan... Zorbazlar, Hokkabazlar... Meddah Sururî’den “Müzmin Hastalık”... Derken Kumpanyalar arzı endam eyler idi: Komiki Şehir Kel Hasan Efendi Kumpanyası’ndan: “Nerden ey Nereye?”... Komiki Şehir Naşit Bey Kumpanyası’ndan: “Kahraman Maznun”... Ve elbetteki, Türk Tiyatrosu’na, deyim yerindedir: “depar” attırmış olan Ermenilerin, unutulmayacak Manakyan ya da Fasulyacıyan Faciya Kumpanyası’ndan 6 perdelik: “Hayın Kevork’un Ettikleri”... Ve Eğlenceler, Anadolu ve Serhad türküleriyle nihayet bulur idi! Kuğu öldü!” me alınmasından geçiyor. Burada bir parantez açalım ve nefsi Freud’ün psikanaliz kuramına temel oluşturan “idegosüperego” üçlemesinde “id”e eşdeğer saydığımızı hatırlayalım. Aynı perspektiften ve nefsi bastırmanın ibadetle mümkün olduğu kaydı doğrultusunda ibadeti de Freudyen “süperego” kategorisi ile eşleştirebiliriz. Kulluğa, yani tâbiyet ve itaate, “had” yani sınırnizam bilmeye ve denetime işlerlik kazandıran ibadet, Freud’ün “süperego”dan muradı neyse onu sağlamaya yönelik bir edimdir denilebilir. İbadette insan, sürekli olarak Allah’a kul olduğunu ve onun gücü karşısında bir “hiç” olduğunu hisseder ve akıleder. İbadet, insanı bir ilahi güç karşısında “hiç” olduğunun ayırdına vardırdığı noktada kişiliğin kontrolü nefsten ruha geçmiş demektir. Buradan da “iyisağlıklıgüzel” insana varılacak yola çıkılır. Sürecin tamamlanması, bizi sufilerin “İnsanı Kâmil” (olgun insan) dediği varlığın ortaya çıkmasına götürecektir. Yarın: SÛFİ İftarda balık yenir mi? kilerin lüfer balısmanlı döneSOFRA SOHBETLERİ ğı pilavına birçok taminde İstanrif bulunduğu gibullu Müslüman halbi,  “kabuklular”dan kın, fiyatı ete oranmidye ve istiridla daha ucuz olye pilakisi, karadisa da, balık tüketimi ken (deniz kestaöteki dinlerin mennesi) ızgarası, tesuplarına oranla dan u t Ar ke (büyük, üzeri çizha sınırlıydı. Kimilel a s ün gili karides) salatası rinin balığı “kanı çıkda yer alıyordu. Damadan” ölüyor dihası, Mahmud Nedim, Araye, “mekruh” saymasının da  lık 1901Ocak 1902 arasınbunda bir rolü olsa gerek. Ne var ki, İstanbul’da 16601664 da yayımlanan  Hanımlara yılları arasında Sünbüliyye ta Mahsus gazetesinde, “iftariye”, “akşam sofrası” ve “sarikati şeyhi Seyyid Hasan hur sofrası” mönü örneklerinEfendi’nin dergâhında akde, ramazan ayında bile havşamları yapılan ve farklı mesyar, balık yumurtası, tekekalek ve toplumsal konumlarrides, çiroz salatası ve sardan, ama genelde “orta haldalye, uskumru, zargana ve  li” hatta biraz da varlıklı sayıhorozbina gibi çeşitli balıklar labilecek dergâh mensuplarıönerecekti. nın katıldıkTurgut Kut’un ları yemek“İstanbul’da li  toplantıKâdirîhâne larda, çeşitÂsitânesi’nde li balıkların 1906 yılı Ramada tüketildiği zan İftarları” başgörülüyor. lıklı incelemeÜstad Orsi ise bu tarihan Şaik kat mutfağınGökyay’ın İstavrit ramazanda da ideal. da balık pişigünümürildiğini, üsteze kazanlik iftarda bile sunulduğudırdığı el yazması bir  “günnu gösteriyor. Dergâh iftarlalük”  olan Sohbetnâmede, rı “ruznâme”sinde (iftar günbirbirlerini sıra ile ağırlayan lüğü), ramazanın yedinci gütarikat mensuplarının sofranü “yenilen taam” listesi şöylarındaki yemek çeşitlerinin, gününe göre, altı ile yirmi dört le: “Şehriye ve mercimek çorbası, yumurta, uskumru ızgaarasında değiştiği izleniyor. rası, sahan külbastısı, taze faSunulan “baş yemekler” arasulye, muska böreği, baklasında balık dolması, uskumva [...] kabak, yaprak dolması, ru dolması, gümüş balığı, kepilav.”  Ramazanın 17. günü  fal, lüfer balığı, semek (bayenilen “taam”da da “şehriye lık) dolması, tekir tavası, tekir dolması; “çorbalar”dan da çorbası ile işkembe, tas kebabı, yumurta, sigara börebalık çorbası ve kefal çorbası dikkati çekiyor. Ancak, tek ği, kayısı kompostosu, kefal paçası ‘pilaki’, kereviz, yapke mensuplarının, İstanbullu rak dolması, taze fasulye, pigayri Müslimlerin bol bol tülav” vardı. kettikleri karides, midye, ısDemem o ki eskilerde ratakoz, istiridye, deniz salmazanda bile İstanbul evyangozu gibi “ kansız” deniz lerinde, dergâhlarında baürünlerine hâlâ uzak durduklık pekâlâ yeniyordu. Dinen ları da bir gerçek.    bir sakıncası olmasa gerekBuna  karşın, yaklaşık 240 ti. Bence, şu sıralar av yasayıl sonra, “şikemperver” (yeğı nedeniyle  tezgâhta  balık mek sever) bir Osmanlı suçeşitleri sınırlı kalsa da hem bayı Mahmut Nedim bin iftarda hem de sahurda (bu Tosun’un 1900’de yayımladığı yemek kitabı Aşçıbaşı’da kez soğuk olarak) istavrit ve sardalyadan şaşmayınız!..   da balık çorbasından, es O Ramazan’da ‘mahrem’ sorular Süreyya Su 000’li yıllarda ortaya çıkan bir toplumsal fenomen de televizyonlarda yayınlanan fıkıh ağırlıklı dini programlar... Bu programlarda yıldızı parlayan birçok ilahiyatçı ve din adamı oldu. Bunlar önce insanlara hayatlarını dine uygun yaşamaları adına helaller ve haramları öğretmeye başladılar. Programlar tutunca konuları genişletmek gerekti ve detaya girilmeye başlandı. Bunun için dininin gereklerini merak eden, takva üzere yaşamaya gayretli bir seyirci profili üretilerek sorular ve cevaplar şeklinde bir formatla devam edildi. Fakat bu sorular öyle bir hal aldı ki, bunların bazısı naif, bazısı akıl ölçütleriyle anlaşılmaya müsait olmayan bir nitelikle sıradan insanların kafasını karıştırmaya ve kalbini yormaya başladığı söylenebilir. Bunlar kitap olarak da yayımlanıyor ayrıca... Geçen gün bunlardan birinin radyoda reklamına rast geldim. Reklamda biri; televole gibi magazin programlarından devşiril 2 Caiz Midir? Dini programlardaki sorular maneviyatımızı, masumiyetimizi çalıyor. miş bir ses tonu ve konuşma tarzıyla şöyle sesleniyor: “Mahrem Sorulara Mahrem Cevaplar! Henüz aklınıza bile gelmemiş soruları önce soran, sonra da cevaplayanların hizmetimize sunduğu faydalı eser. Kadın erkek eşit midir, mut’a nikâhı nedir gibi soruları cevaplarken Kıbrıs’a tatile giden kızlardan dahi bahseden bir kitap!..” Bu son cümleyi duyunca kanalı çevirmekten vazgeçip, artan merakımla dinlemeye devam ettim. Anonsu yapan kişi kitaptaki sorulardan örnekler vermeye devam ediyor: “Mazeretli bir kadın eşiyle münasebet kurabilir mi; kadının saçını kestirmesi caiz midir; kaş alınabilir mi; makyaj yapılabilir mi; kadının sesi helal midir; gelin ile kayınpeder aynı odada kalabilir mi; başörtüsü nasıl bağlanmalıdır; bir genç kız nişanlısı ile gezebilir mi; haremlikselam lık nedir;kadınlarla erkekler tokalaşabilir mi; bir grup genç kız yanlarında refakatçi bir erkek olmadan Kıbrıs’a gezmeye gidebilir mi?..” Böyle sorular, “Eşofmanlı Şevket Hoca” parodisinde bile yok! Zira bu sorular “parodik” olmanın ötesinde pornografik. Bu, bir soru pornografisi. Pornografi, işlevsel olarak bir cinsel uyarandır. Genellikle normalin ötesinde cinsellik biçimleri dolayımsız şekilde, tüm çıplaklığıyla ve şiddetle bezenmiş halde sunularak içgüdü harekete geçirilir. Peki, yukarıdaki sorular neyi harekete geçirir? Dindarlığı değil elbette. İslamcı yazar Emine Şenlikoğlu’nun 80’lerde yayımladığı şu kitabının adı bugün daha bir anlamlı: “Gençliğin İmanını Sorularla Çaldılar”. Sorularla maneviyatımız, masumiyetimiz ve muhabbetimiz çalınıyor. O yüzden, konuyla ilgili bir hadisle bitirelim: “Benim sizin anlayış ve kavrayışınıza bıraktığım konularda siz de beni kendi halime bırakın” (Buhari ve Müslim). C M Y B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle