23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
5 MART 2014 ÇARŞAMBA CUMHURİYET SAYFA EKONOMİ ekonomi@cumhuriyet.com.tr TEPAV Perakende Güven Endeksi: ‘İşlerim kötüleşti’ diyenlerin oranı 4 yıldır ilk kez yüzde 60’ı aştı 11 İşler kötüye gidiyor Perakendecilerin yüzde 69’u geçen 3 aya göre, yüzde 63’ü de geçen yıla göre işlerinin daha kötü olduğunu ifade etti. AB28 üyeleri ile kıyaslanınca; Türkiye, geçen yıla göre en kötü performansı sergileyen ülke oldu. Kredi piyasası durgunluğa girdi Ekonomi Servisi Yükselen faizler, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu’nun (BDDK) kredi kartları ve tüketici kredilerine ilişkin getirdiği sınırlamalar ve politik belirsizlik nedeniyle şubatta kredi piyasası durgunluğa girdi. Toplam krediler şubatın ilk üç haftasında 11 milyar lira birden azalarak 1 trilyon 83 milyar lira düzeyine indi. BDDK verilerine göre 21 Şubat itibarıyla mali kesime krediler 2 milyar lira, spot krediler 1.8 milyar lira ve diğer krediler 3.8 milyar lira düşüş gösterdi. Tüketici kredilerindeki artış hızı ise yavaşladı ve 518 bin liralık yükselişle 250.6 milyar lira düzeyine çıktı. Bankacılar alınan önlemlerin etkisiyle bireysel kredilerdeki gerilemenin devam edebileceğini belirtiyor. Ekonomi Servisi Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı (TEPAV) Perakende Güven Endeksi (TEPE), Şubat 2014’te geçen aya ve geçen yıla göre geriledi. Perakendecilerin yüzde 69’u geçen 3 aya göre, yüzde 63’ü de geçen yıla göre işlerinin daha kötü olduğunu ifade etti. TEPAV’a Avrupa Birliği (AB28) üyeleri ile kıyaslanınca; Türkiye, geçen yıla göre en kötü performansı sergileyen ülke oldu. Endekste şu tesbitlere yer verildi: * TEPE, Şubat 2014’te sıfırın altında 6.3 değerini aldı. TEPE, bir önceki aya göre 2.2 puan, geçen yılın aynı dönemine göre ise 3.7 puan düştü. TEPE’de gelecek 3 aya ilişkin satış beklentisi pozitif yönde etkili olurken geçen 3 aya göre işlerin durumu ve mevcut stok düzeyi negatif yönde etkili oldu. * Şubat 2014’te TEPE anketi katılımcılarının yüzde 45.9’u gele cek 3 ayda işlerinde iyileşme beklerken, işlerinde kötüleşme bekleyenlerin oranı yüzde 20.7 düzeyinde kaldı. İşlerinde bir değişiklik beklemeyenlerin oranı ise yüzde 33.4 oldu. * Alt sektörler itibarıyla bakıldığında bir önceki yılın aynı dönemine göre, elektrikli ev aletleri, radyo ve televizyonlar sektörü en iyi performansı gösteren sektör oldu. Geçen yıla göre en fazla düşüş tekstil, hazır giyim ve ayakkabı sektöründe yaşandı. Üretkenlik Yorgunluğu İçinde Türkiye Türkiye ekonomisi son elli yılda üç kez üretkenlik kazanımlarında hızlı bir ivmelenme yaşadı. Ancak bunların hiçbirinde kalıcı ve sürdürülebilir bir üretkenlik hamlesini gerçekleştiremedi. Söz konusu dönemlerden ilki 1960’lı yılların ortasından başlayarak 1970’ler ortasına kadar sürdü. “Planlı kalkınma dönemi” diye anılan bu süreçte, üretkenlik kazanımlarının kaynağı devlet girişimciliğine dayalı KİT sisteminin sağladığı ucuz sanayi girdilerinden ve ithalat koruma duvarlarının yarattığı rantlardan elde edilmekteydi. Bu rantların sürdürülmesinin olanaksızlığı Türkiye’yi 1979/80 krizine sürükleyecekti. 1980 sonrasında IMF ve Dünya Bankası kaynaklı yapısal uyum kredileri ve ihracat teşviklerine dayalı rantlar yeni bir üretkenlik dalgasının finansmanını oluşturdu. Bu dönemde Türkiye, tüm gelişmekte olan ülkelere sağlanan net dış kaynağın tek başına üçte ikisini kullanmaktaydı. 12 Eylül askeri darbesinin getirdiği baskı günlerinde hayali ihracatlar, papatyalar ve benzeri rant dağıtım mekanizmaları sayesinde sanayide hızlı bir birikim yaratılmış, ancak 1989 bahar eylemleriyle birlikte özünde gelir dağılımında çarpıklıklar ve hipersömürüye dayalı rantların sınırlarına ulaşılmış idi. 1990’lı yıllar “kayıp on yıl” olarak geçildi. 2001 krizi sonrasında ise Türkiye, IMF’den kullanmış olduğu net 30 milyar dolarlık stand by kredileri ve küresel ekonomide ABD kaynaklı ucuz dövize dayalı sıcak para akımlarının yarattığı finansal ivmelenme sayesinde yeni bir üretkenlik artışı dönemine girdi. Tüm küresel ekonomide ucuz borçlanma olanaklarının sonuna değin kullanıldığı bu sahte Lale Devri de, bildiğiniz gibi, 2008 kriziyle birlikte son buldu. Türkiye, son elli yıllık dönem içerisinde üçüncü kez üretkenlik yorgunluğu yaşamaktadır. Her defasında rantlara ve borçlanmaya dayalı ucuz döviz kaynaklarına dayandırılan genişleme konjonktürü, söz konusu rant kaynaklarının kurumasıyla birlikte yeniden durgunluğa itilmiştir. Ulusal tasarruflara dayalı, sürdürülebilir ve araştırmageliştirme (ArGe) kazanımlarına dayalı bir teknoloji hamlesiyle birleştirilemeyen bu tür sıçramalar, her defasında saman alevi gibi ivmelenip, sönmeye mahkum olmuştur. HHH Türkiye şu günlerde “2023 hedeflerinin” büyüsüyle oyalanmaktadır. “Yapısal reformlar”, “strateji belgeleri”, “inovasyon girişimcilik” kavramları giderek içerikleri boşaltılmış, anlamlarını kaybetmiş söz oyunlarına dönüştürülmüş durumdadır. İçeriği boşaltılan bir diğer sözcük ise son zamanlarda hemen her strateji toplantısında karşımıza çıkmakta olan “üniversite sanayi işbirliği” kavramıdır. Üniversitelerimizde yaratılan bilimsel faaliyetin ve bilginin, sanayileşme çabalarına kaynak oluşturması elbette esastır. Ancak hemen her iktisadi/sosyal faaliyeti bir rant tasarımına dönüştürülmüş olan ülkemizde söz konusu kavram giderek üniversitelerin araştırma projelerini ticarileştirerek akçeli destek fonlarına bağımlı kılmaya dönüştürmüş, sanayi işletmelerini de üniversitelerin ürettiği bilgiyi anında piyasa değeri olan ve acilen kâra dönüştüren ürünler üretme beklentisine indirgemiştir. Böylece, üniversitelerde üretilen bilgi, kısa bir süre içerisinde ticari başarı vaat etmeyen bir ürüne dönüşmediği sürece desteklenmeye değer bir bilimsel faaliyet olmaktan çıkartılmaktadır. Bu anlayış ile Türk bilim yaşamı piyasanın kısa dönemli çıkarlarına ve sadece kâr mantığına hapsolmakta, temel bilimlerin ve soyut bilginin ilerlemesi engellenmektedir. HHH Bu gözlemler altında sürdürülebilir bir sanayileşme hamlesinin ana unsurları neler olmalıdır? Bir köşe yazısının sınırları içerisinde kalarak, kanımca başlangıç noktamız, kalkınmanın aynı şeylerin daha yoğun olarak üretildiği uzmanlaşma değil, henüz üretilmemiş yeni şeylerin üretilmeye başlanması anlamını taşıdığı ve uluslararası işbölümünde daha yüksek katma değerli mallar üretmeyi içerdiği gerçeği olmalıdır. Dolayısıyla amacımız, “göreceli üstünlüklere” dayalı zaten kendini ispatlamış sektörlerin değil, küresel ekonomiye dayalı “yaratılan” stratejik aktivitelerin desteklenmesi olmalıdır. Kalkınma, sınırlı sayıda aktivitenin uzmanlaşılarak daha derin üretiminden ibaret değildir; tersine, üretim sürecinin daha yataylaştırılarak, daha evvelce üretilmesi mümkün olmayan teknolojilerin üretim sürecine dahil edilmesini içermelidir. Bu anlamda kendini yineleyen sürdürülebilir bir kalkınma süreci, ancak yatay olarak sürekli genişleyebilen bir kalkınma stratejisinin varlığını gerekli kılar. Kalkınmanın bu şekilde ele alınması kuşkusuz geleneksel ana akım iktisat kuramının göreceli üstünlüklerde uzmanlaşmaya dayalı kaynak tahsisi prensibine tam tamına zıttır. Burada önerdiğimiz strateji, “göreceli üstünlüklerin” veri olarak alınması değil, küresel ekonominin sinyalleri uyarınca “yaratılmasıdır”. Devlet, kalkınma sürecini ateşlemek üzere zaten kazanan konumdaki sektörleri desteklemeyi değil, yeni kazanan sektörler yaratmayı hedeflemelidir. Burada devlet, tarafsız ve görünmez hakem olarak değil, bilakis aktif girişimci olarak çalışmalı, küresel ekonomik ve demokratik performansına bağlı olarak da denetlenmesi kurgulanmalıdır. Dolayısıyla, çözüm, bölgesel eşitsizlikler ile mücadeleyi ana eksenine koyan, devletin de aktif katılımı olan bölgesel kalkınma planlarına dayalı, eşitlikçi ve demokratik katılımlı bir bölgesel kalkınma projesinden geçmektedir. Yoksa, bir yanda teknik beceri ve modern eğitim olanaklarıyla donatılmış yüksek gelirli Türkiye ile diğer yanda ortalama eğitim süresinin 3.5 yıl olduğu (ilkokuldan terk) ve asgari üç çocuk sahibi olarak bir ucuz işgücü deposuna dönüştürülmüş inançlı nesiller barındıran yoksul Türkiye arasındaki genişleyen uçurum tüm Türkiye’yi aşağıya çekmeye devam edecektir. Aslan’dan Halkbank’a ‘muhteşem’ dönüş Ekonomi Servisi 17 Aralık’taki operasyon kapsamında tutuklanan ve bir süre önce serbest bırakılan Türkiye Halk Bankası eski Genel Müdürü Süleyman Aslan, bankada yönetim kurulu üyesi olarak görevine devam edecek. Taraf gazetesinin haberine göre Aslan’ın yerine 7 Şubat tarihinde atama yapıldı. Hükümet, Ali Fuat Taşkesenlioğlu’nu, daha önce vefat eden kurul üyesi Ahmet Kahraman’ın yerine kurul üyesi olarak atadı. Ardından da Taşkenlioğlu, bankanın genel müdürü seçildi. Dolayısıyla, yeni genel müdür, Süleyman Aslan’ın değil vefat eden Kahraman’ın yerine atandı. Böylece, Aslan hapishanede yatarken koltuğunu da kaybetmemiş oldu. 17 Aralık’ta başlayan yolsuzluk ve rüşvet operasyonunda Aslan’ın evinde, ayakkabı kutusu içinde 4.5 milyon dolar sakladığı ortaya çıkmıştı. Paranın kara para transferine aracılık edilmesi nedeniyle alınan rüşvetlerden oluştuğu iddia edilmişti. Ayakkabı kutusu içindeki 4.5 milyon doların kaynağına yönelik tartışmalar sürerken mahkeme, Aslan’ı 14 Şubat’ta sürpriz bir şekilde serbest bırakmıştı. ‘Beyaz altın’da İZMİR (Cumhuriyet Ege Bürosu) Ulusal Pamuk Konseyi (UPK) Başkanı Barış Kocagöz, Türkiye’nin her yıl yüz binlerce ton pamuk ithal etmek zorunda olduğunu belirterek “Her yıl milyarlarca doları başka ülkenin üreticilerinin cebine koyuyoruz” dedi. 3. Ulusal Pamuk Zirvesi dün İzmir’de gerçekleştirildi. Etkinliğin açılışında konuşan Kocagöz, Türkiye’nin yıllara göre 600 bin ile 900 bin ton arasında pamuk ithal etmek zorunda kaldığını, bunun için de yurtdışına 1.5 milyar ile 3 milyar dolar arasında döviz harcadığını söyledi. Kocagöz, “Aslında ülkemiz döviz harcamakla kalmıyor; kendi ülke üreticisi yerine bu kaynağı istemeden de olsa başka ülke pamuk üreticilerine aktarmış oluyor. Pamuk üretimindeki dalgalanmalara son vermeli ve girdi desteklerinde acilen adil dağılım yapılması için yeni yöntemlere geçilmelidir” diye konuştu. kara tablo Akfen’in cirosu yüzde 23 arttı Ekonomi Servisi Akfen Holding’in 2013’te cirosu bir önceki yıla göre yüzde 23 artışla 111 milyon liraya ulaştı. Holding’in Faiz Amortisman ve Vergi Öncesi Kar’ı (FAVÖK) yüzde 62 artışla 30 milyon liraya, FAVÖK marjı ise 6.5 puan artış göstererek yüzde 26.5’a ulaştı. Akfen Holding tarafından yapılan toplam yatırım ise 230 milyon lira oldu. Diğer yandan, TAV Yatırım ve Karasular HES’te gerçekleşen hisse satışlarına göre düzeltildiğinde ise Holding’in cirosu yüzde 23 artış ile 1 milyar 126 milyon lira olarak gerçekleşti.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle