14 Kasım 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 26 OCAK 2014 PAZAR 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Liyakat ve Toplumsal Çöküş Neden Öldürüldüler?.. “Neden öldürüldüler?” Bu bir kitap adı değil, devrim şehitlerinin devrim yolunda nasıl öldürüldüklerinin öyküsü? Kim bunlar? Uğur Mumcu, Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Turan Dursun, Bahriye Üçok, Musa Anter, Ümit Doğanay, Ümit Kaftancıoğlu, Sevinç Özgüner, Cevat Yurdakul, Cavit Orhan Tütengil, İlhan Erdost, Kemal Türkler... vb. vb... Bu adlar unutuldu mu? Ölen, öldüren unutuluyor mu? Niye kimse bu adamların hangi kanlı çetelere kurban gittiğini artık sormuyor? Başarmışlar doğrusu devrim düşmanları... Zaman geçer, geçince de daha dün ne olmuş unutulur. Ya da hatırlatmazsan kimse anımsamaz? İnsanoğlu böyledir... Bu yazıyı yazarken bir arkadaş “Ama çoktandır böyle kanlı cinayetler yok” dedi. Doğru. Dünlerde öldürülenlerin hepsi ilericiydiler. Şimdi onlar yok mu? Yoksa korkudan yazacaklarından, söylediklerinden mi vazgeçtiler? O günlerdeki iktidar şimdikinden farklıydı. Daha çok sola yakın kişilerdi. Onları kıyıp da yok etmek. Başkalarına yolu açtı. Bu tutumla artık siyasal cinayetler yok. İstenen buydu. İyi oldu doğrusu. Ama ulusumuzun yönetimleri hep sağ görüşlülerin elinde, ondan mı? Öldürülecek devrimci kalmadı galiba. Yukarda adlarını açıkladığım kişilerin her biri Atatürk devrimcileriydi. Sağlam insanlardı. On bir yıldır Tayyip Bey iktidarında artık böyle çirkin olaylar yaşanmıyor. Toplum belli bir düzene girdi. Sola kapalı, sağa alabildiğine açık. Daha yıllar geçecek, sağcıların politikası sürüp gidecek. Bir on bir yıl daha, sonra yeniden bir on bir yıl mı? Ben niye yazıyorum bunları. Hepinizin benim kadar bildiğiniz bir gerçek. Ama kendimizi böyle yazılarla belki de oyalamak istiyoruz. Elinizde bir güç yok. Güç hep onlarda... Bilmem daha kaç yıl Tayyip’lerin saltanatı sürüp gidecek. Toplum da uykusunda daha rahat etsin diye. Bizler de bu bahar havasından memnun olacağız. İstediğin kadar yaz... Olacak olan olur. Ne olabilecekse, o olacak. Bu halkın yazgısını değiştirmek mi? İşte o olanaksız... Karamsarlık değil benimki, nedir bilmem, siz ne dersiniz? Yetişmiş bilgili ve de deneyimli insan gücüne değer vermeyen ülkelerin kalkındığı, özgür kararlar verdiği görülmemiştir. Liyakat sahibi aydın ve bilim insanlarına sahip çıkmayan ülkeler dışa bağımlılıktan kurtulamazlar. Üniversiteler çökerse toplum çöker, ayrıca ulufe dağıtır gibi akademik unvan veren kurumlara üniversite denmez. Prof. Dr. OSMAN İNCİ L iyakat bilindiği üzere layık olma, yaraşırlık, uygunluk, yeterlilik anlamında kullanılmaktadır. Bir kimsenin bir işi yapmaya bilgi, deneyim ve beceri olarak uygunluğu, performansı esas alınır. Liyakat özellikle devlet yönetiminde ve üniversitelerde değerlendirme, atama ve yükseltmelerde aranır. Son süreçte, devlet yönetimi ve üniversitelerde liyakata gereken önem verilmemekte. Bunun sonuçlarını çöküntü olarak yaşıyoruz ve daha kötüsünü yaşamaya adayız. Liyakat açısından üniversitelerin durumu içler acısı. En son iktisadi ve idari bilimler fakültesi kadrolarında bir kardiyoloji doçentinin profesör unvanı ile yükseltilmesi ve kadroya atanması varılan noktanın somut kanıtıdır. Sayın Rektör’e ve jüri kuran üniversitesi yönetim kuruluna bir şey sormak anlamsız. Ancak akademik değerlendirmeyi yapan bağımsız(?) profesörlük jürisine: “Akademik ilerleme ve ödül jürilerinde bilimsel liyakat ölçütleri dışına çıkmak ve kişileri kayırmak kabul edilemez” evrensel ilkesinden haberiniz yok mu, diye sormak hakkımız. Akademik liyakat bilimselliğin temelidir. Kararlar, bilinçli ve önyargıdan uzak, bilimsel değerler esas alınarak verilir. Değerlendirmelerde sadece bilimsel liyakata göre karar verilmesine özen gösterilmelidir. Liyakat, akademik özgürlük, özerklik, hareketlilik ve akademik etik gibi üniversitelerin olmazsa olmazıdır. Yönetiminde liyakat sistemi, kişilerin yetenek ve bireysel üstünlüklerine dayanan yapılanma esasına dayanır. Kamu yönetiminde daha bilgili ve yetenekli kişilerin görev alması ve hizmet sürecinde başarılarına göre yükselmesidir. Yükselmeler, bilgi, başarı ve yetenek ölçütlerine göre yapılmaktadır. Üst kademeler de zekâ, çalışkanlık ve mesleki becerileri, birikimleri olanların görev almasıdır. En başarılıların en yüksek, uygun yerlere gelmesi esastır. Devlet yönetimlerinde liyakat (merit) sistemi siyasal kayırmacılığın yaygınlaşması ve olumsuz sonuçlarının ortaya çıkması sonucu gündeme gelmiştir. Bu sistemde kayırmacılık, yandaşlık, ayırımcılık yok ve herkese eşit olanak söz konusudur. Herkes eşit olarak başlar, süreçte başarılı olanlar yükselir. Böylece en başarılılar en yüksek, doyurucu, uygun yere gelirler. Liyakat sisteminde otokrasinin, tek kişinin seçiciliği söz konusu değildir. Ülkemizde son yıllarda yaşananlarda, atama ve yükseltmelerde liyakata ne kadar uyulduğu ortadadır. Birçok kurumda yetenekli ve eğitimliler elendi, çeşitli suçlama ve tuzaklarla harcandı ve geriden gelenler atama koşullarını sağlayamadığı için vekâletle yönetim süreci başlatıldı. Hak etmeden, başkalarının yardımı ile bazı makamlara gelenler böylece kendilerini getiren güce bağımlı kalmaktalar. Son süreçte yasa ve yönetmelikleri uygulayanların yaşadıkları ortada. Sınavları liyakat değerlendirme unsuru olarak da düşünebiliriz. Aynı koşullardaki adayların bilgi düzeyini ölçmek ve değerlendirmek için yapılmaktadır. Eğer bir toplumda sınavların tarafsızlığına gölge düşerse, usulsüzlük nedeniyle sınav iptalleri yılda birkaç kez yaşanırsa toplumsal çürüme başlar. Sınav yapan kurumların güvenilirlikleri zedelenirse, bu kurumlar en hafif deyimi ile sürekli hata yapıyorlarsa toplum neye ve kime güvenecek? Avukatlar için hâkim ve savcı atama sınavları iptal ediliyorsa başka söze gerek yok. Adalet dağıtılan makamlara adaletsiz gelinir mi? Bunlardan hukuka saygılı davranılması beklenemez. Yetişmiş bilgili ve de deneyimli insan gücüne değer vermeyen ülkelerin kalkındığı, özgür kararlar verdiği görülmemiştir. Liyakat sahibi aydın ve bilim insanlarına sahip çıkmayan ülkeler dışa bağımlılıktan kurtulamazlar. Üniversiteler çökerse toplum çöker, ayrıca ulufe dağıtır gibi akademik unvan veren kurumlara üniversite denmez. Gözler Anayasa Mahkemesi’nde! Aslında Silivri’de yaşanan trajediler çok fazla... Bugün sadece iki tanesini ele almak istiyorum... İkisinin hukuki durumu da Anayasa Mahkemesi’ne intikal etmiş durumda. Diliyorum, mahkemeden evrensel hukuk kurallarına uygun ve bu nedenle de kamuoyu vicdanını tatmin eden kararlar çıkar. HHH Ergenekon denilen davada 5 yıldır tutuklu bulunan, bu arada oğlunu yitiren, kanser hastası Fatih Hilmioğlu’nun avukatları, müvekkillerinin sağlık durumunun aciliyeti nedeniyle yeniden tahliye talebiyle ikinci kez Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu. Yeni başvuruya, daha önceki başvuruda yer verilmeyen iki rapor daha eklendi. Anayasa Mahkemesi, kısa bir süre önce Hilmioğlu’nun tam teşekküllü bir devlet hastanesinden muayene edilerek son sağlık durumunu gösteren bir rapor alınması için İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na yazı yazılmasına karar vermişti. Yeni raporun beklenilmesinin tahliye sürecinin uzamasına neden olabileceğini düşünen Hilmioğlu’nun avukatları ilk başvuruda yer verilmeyen aralık ve ocak aylarına ait iki raporla birlikte Anayasa Mahkemesi’ne yeniden başvurdu. Şimdi mahkemenin bu raporları yeterli bulup bulmayacağı ve tahliye kararı verip vermeyeceği bekleniyor. HHH Bu arada aynı davada müebbet hapis cezasına çarptırılan eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un avukatı da yapılan tahliye talebine ilişkin verilen kararın hukuksuz olduğu iddiasıyla Anayasa Mahkemesi’ne başvurduklarını açıkladı. İlker Başbuğ, içerdeyken kitap yazmaya başlamıştı. Dünya ve Türkiye’de terör ve Atatürk hakkında çok güzel kitaplar yayınladı. Son kitabı “Suçlamalara Karşı Gerçekler” yeni piyasaya çıktı ve üst üste baskı yaparak en çok satanlar arasına girdi. Hürriyet’ten Ayşe Arman, kitapla ilgili olarak Başbuğ’la 21 ve 22 Ocak tarihlerinde yayınlanan bir konuşma yaptı... Yaşadığımız döneme damgasını vuran belge niteliğinde. Ben sadece Başbuğ’un ilk soruya verdiği anlamlı yanıtı alıyorum buraya; bence röportajın tümü mutlaka okunmalı. “Bu benim 4. kitabım. Niye bu ismi verdim? İsim ararken aklıma en sevdiğim yazar Dostoyevski’nin muhteşem eseri ‘Suç ve Ceza’ geldi. Orada bir ‘suç’ vardır, suçun olduğu yerde elbette ‘ceza’ olacaktır. Ama Türkiye’de özel yetkili mahkemelerde görülen, görülmekte olan bu tür davalarda ‘suç’ yok. Son günlerin deyimiyle ‘kumpas’ var. Bu kitabı kaleme almamın nedenlerinden biri, kurulan bu ‘kumpasların’ arka planını ve en önemlisi de ‘gerçekleri’ Türk milletinin dikkatine sunmak...” HHH Evet, gözler Anayasa Mahkemesi’nde!
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle