14 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 7 EYLÜL 2013 CUMARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Silivri’ye Güneş Doğmadı Düzenlilik DÜZGÜNLÜK de diyebilirsiniz: Her şey, evi, odayı, dolaplarınızı ve hatta kafanızın içini düzene sokmak; dağınıklığı, karışıklığı gidermek. Yaptığınız işin düzgün olmasında bu düzenliliğin payı büyüktür. Düzenlilik yoksa, yapılan işten hayır gelmez. aliba toplum olarak bütün Türkiye’nin kafası karışık. Sorunlar birbiri içine girmiş, hangisinden başlanıp neyi önce ele alarak hangi sırayla iş yapmak gerektiğine yeterli özen gösterilmiyor. Okullarda öğretim sistemini ve sınav düzenini değiştirmek için ders yılının başı mı beklenir? Bu işin çok daha önceden yapılması ve telaşın, kargaşanın başlangıç günlerine sarkmasının önlenmesi gerekmez miydi? Sistemi düzene sokmadan ders yılını başlatmak yalnız öğretmenler için değil öğrenciler ve okula yeni başlayan öğrenciler için heves ve moral bozucu bir ayıptır. Yapılacak işlerin belirli bir düzenle sıraya sokulması sorunların yazboz tahtasına dönüşmesini önlemenin birinci koşuludur. Yine eğitim alanında ilkokuldan başlayıp üniversitelere, hatta uzmanlık kurumlarına kadar bütün basamakların bütünlük içinde birbiriyle ilişikli biçimde oluşturulması daha doğru olmaz mı? evlet deneyimi hayli eski olan Türkiye gibi bir ülkenin; planlı, düzenli, kurallı çalışma alışkanlığını çoktan edinmiş olması beklenirdi. Şimdi yaşanan dağınıklık ve düzensizlik Cumhuriyet Türkiyesi’ne yakışmıyor. Acaba siyasal partilerden gelen bir hastalık mı söz konusu? Öyleyse, aileden başlayan, dolayısıyla analardan babalardan başlayan bir kusur sürüp gidiyor demektir. Bir bakıma, iyi bir eğitim sisteminin böyle bir kusuru gidermesi ve düzenli kuşaklar yetiştirmesi işten değildir. Ama eğitim sisteminin kendisi düzenli değilse ondan böyle bir düzenlilik eğitimi beklenebilir mi? öyle bir durumda, bitmemiş hazırlıklarla derslere başlamak yerine tatili bir hafta daha uzatmak ve yıla giriş hazırlıklarını eksiksiz bitirerek yıl sonuna bir hafta eklemek daha doğru bir çözüm olurdu. 5 Ağustos günü, adeta “peşin hüküm”, “hüküm” haline getirildi. İşte bu nedenle, yargı ve yürütme işbirliği içinde, CMK’nin 182. maddesine aykırı olarak, duruşmaların aleniliği prensibini ihlal etmekten çekinmedi; “Türk milleti adına” karar veren hâkimler, millet ile göz göze gelmekten çekindi. Av. İSMAİL ALTAY İstanbul Barosu Yönetim Kurulu Üyesi G K örlerin, fili, tuttuğu uzvuna göre tarif etmesi gibi, iktidar da demokrasiyi bütünü görmezden gelerek tarif ediyor. 31 Mayıs tarihinden bu yana, iktidarın amentüsü, “demokrasi sandıktır” oldu. Oysa ne demokrasi sadece sandıktır, ne modern devletin temeli sadece demokrasidir. Demokrasi aşamasına gelene kadar önce “kuvvetler ayrılığı” ve “hukuk devleti” prensipleri hayata geçirilmesi gerekir ki, devletin asli görevlerinin başında gelen “hukuk güvenliği” sağlansın ve “demokrasi” aşamasına merdiven dayansın. ‘Kuvvetler ayrılığı’ Cumhuriyet devrimi yapıldı yapılalı, “kuvvetler ayrılığı” ilkesine hiç bu kadar tecavüz edilmedi. Özellikle de ikinci 12 Eylül sürecinden sonra tüm yetkiler tek elde toplandı, yargı erki HSYK’den başlayıp yerel mahkemelere kadar yönlendirilebilir hale geldi. Hatta iktidar, TCK’nin 277’ye muhalefet etmekten çekinmeksizin, alenen yargı görevini etkilemeye yönelik açıklamalar yapmayı, talimat vermeyi adet haline getirdi. Başbakan Ergenekon davasını kastederek “Bu davanın savcısıyım” diyebilmekte; vali, mübaşirin görevini üstlenerek duruşmaya giriş çıkışı kontrol etmeye kalkmakta; kime ne ceza verilmesi gerektiğini hükümet üyeleri uysa da uymasa da beyan ederek toplumu germeye devam etmekte. Kuvvetler ayrılığının temelinde, kuvvetlerin birbirine denk olması ve birbirini denetleyebilmesi gelmektedir. Geldiğimiz noktada, denetim müessesesi tamamen devre dışı bırakıldı. Yargı, yürütmeyi denetleyememekte; “Türk milleti adına” karar veren bağımsız mahkemeler de aleni celselerde milletin vicdanında denetlenememektedir. “Gün ışığı”nda yargılamanın yapılamaması, yargılamanın temel şartla D B rından birini yok ederek, hukuka güveni sarsmaktadır. Hukuka ve vicdanına göre karar verecek hâkimlerin, ne şartlarda karar verdiği gözlerden kaçırılarak yargı karartılmıştır. Darbecilikle suçlanan 27 Mayıs davalarının duruşmaları bile radyodan naklen yayımlanırken teknolojik gelişmelere ve her celsenin kayda alınmasına rağmen neden bu görüntüleri halkın izlemesine imkân verilmiyor? Silivri duruşmalarına tanık olan bir avuç hukukçunun gördükleri, savunmaya yapılan muamelenin boyutları bilinsin istenmiyor. Yandaş medya böylece okuyucularını gerektiği yönde bilgilendirirken bir muhakeme yapıldığı iddia ediliyor. Oysa ki savunmanın susturulduğu ortama muhakeme değil, bir düşüncenin ceza olarak dikte edilmesi denir. 5 Ağustos’ta, 23 iddianameli torba davanın İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yapılan yargılaması, hukuki bir temel olmaksızın aleniyet ilkesine aykırı olarak halkın tanıklığına, duruşma salonunun pencereleri gün ışığına kapatıldı. Üstüne üstlük İstanbul valisinin yaptığı açıklamayla, Türkiye’nin dört bir yanında otobüslerin yolları kesildi, sürücülerine cezalar verildi, halkın Silivri’ye ulaşması engellendi. Duruşmanın aleniliği, yürütmeyargı işbirliği ile ortadan kaldırıldı. Sanıkların yakınları dahi salona alınmadı. Salonun izleyici bölümünde CHP milletvekilleri ve gazeteciler; avukatlara ayrılan bölümde ise TBB, İstanbul Barosu ve Ankara Barosu’nun başkan ve yönetim kurulu üyeleri ile Muğla, Denizli, Tekirdağ Baro başkanları duruşmaya gözlemci olarak katıldı. Avukatlara söz verilmedi Sanıklar salona getirildiğinde, gelebilen izleyicilere teşekkür ederken sanıklar rehin alındıklarının bilincinde olduklarını dile getiriyor, bir kişi de milletvekillerine “anayasa görüşmelerinde bizi pazarlık konusu yapmayın” diye sesleniyordu. “Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir” derler. İstanbul Barosu adına gözlemci olarak katıldığımız duruşmalarda, avukatlara söz verilmemesi, savunma yapılmasına engel olunması, mahkemece bazı delillerin incelenmemekte direnilmesi, dosyaya gelen evrakların bir kısmının savunmaya verilmemesi, gizli tanık sorgulamalarındaki ilginç yöntemler, avukatlar ile müvekkillerinin temasının kesilmesi, salonun her an gizli kamera ve mikrofonlarla dinlenmesi ve kayda alınarak savunmanın baskı altına alınması, avukatların duruşmalardan çıkarılması, avukatlara görevlerini yaptıkları ve yasanın uygulanmasını istedikleri için davalar açılması, robokopların duruşma salonunda avukatlara saldırması, avukatların görevlerini yapmak için direnmeleri, sanıklardan birinin robokop saldırısı sırasında “Avukatlar bizi savunun!” diye çığlık atması, bir avukatın Danıştay saldırısı faillerinden birinin nasıl suç işlediğini baz istasyonlarındaki kayıtlarla ispatlaması üzerine, gizli tanık olarak da dinlenen ve yaptığı tanıklıkla Danıştay saldırısı ile bu davayı ilişkilendirerek davanın seyrini değiştiren bu sanığın “Hepinizin kanını içeceğim” diye bağırarak tehdit etmesini mahkeme başkanının duymazdan gelmesi (bu tehdit avukatların tüm müdahalelerine karşın tutanaklara dahi geçirilmedi ve sanık beraat ettirildi), savcıların birçok sanık için “sanık lehine de delil toplama” görevlerinin olduğunu unutmaları bir film şeridi gibi gözlerimizin önünden geçti. Burada “şüpheden sanık yararlanır” ilkesinin uygulanmaması ve “adil yargılama ilkesi”nin bilinmemesi şaşılacak bir şey değil. Burada, “ön yargı” yargıya hâkimdi. 5 Ağustos günü, adeta “peşin hüküm”, “hüküm” haline getirildi. İşte bu nedenle, yargı ve yürütme işbirliği içinde, CMK’nin 182. maddesine aykırı olarak, duruşmaların aleniliği prensibini ihlal etmekten çekinmedi; “Türk milleti adına” karar veren hâkimler, millet ile göz göze gelmekten çekindi. 5 Ağustos günü, Silivri’ye güneş doğmadı. Kimim Ben… Ne İçin Savaşıyorum? Kimim ben? HHH Dünya jandarması mıyım… Dünyanın en güçlü ülkesi mi… Dünyayı sömüren mi… Dünyanın düzenini belirleyen… Âlemi yöneten mi? HHH Ortadoğu jandarması mıyım… Ortadoğu’yu sömüren mi… Ortadoğu’nun yapısını belirleyen… Sınırları, petrolü denetleyen mi? HHH Allah’ın kılıcı mıyım… Dünyaya nizam veren… İnsanlığa yol gösteren… Gerektiğinde ikna eden… Gerektiğinde kılıca sarılan… Mehdi miyim? HHH Birleşmiş Milletler miyim… Bütün dinleri… Bütün ulusları… İnsanlığı temsil eden… Örgüt müyüm? HHH Ne için savaşıyorum? HHH Din için… Mezhep için… Irk için… Milliyet için… Bölge barışı için… Dünya barışı için… İnsanlık için… İktidar için… Petrol için… Dolar için… Mi, insanlarımı sürüyorum savaşa… Öldürtüyorum… Müslümanı Müslümana… Ve hepsini Hıristiyana! HHH Hayır ben bunların hiçbiri değilim… Ve savaşmak istemiyorum! ‘Vatan, Millet, Sakarya’ Yrd. Doç. Dr. İSMET GÖRGÜLÜ “V atan, millet, Sakarya” deyişi, yakın Türk tarihinin veciz bir anlatımıdır. Sloganlaşmış ulusal bir deyiştir. Alaya alınacak, bir söylemi veya eylemi hafife aldırmak için kullanılacak bir deyiş değildir, buna hiçbir kişinin hakkı da yoktur. Böyle bir durum, ulusal bilince sahip olanların tavrı değildir. “Vatan, millet, Sakarya” deyişi ile Sakarya zaferi anlatılmak, zaferin Türk tarihindeki yeri belirtilmek istenir. Zaferle, vatanın kurtarıldığı, yok edilmek istenen Anadolu Türklüğüne hayatiyet kazandırıldığı anlatılır. Kısaca, zafer kazanılmasaydı ne Türk ne Türkiye kalacaktı, denir. Bu gerçeği bir yabancı tarihçi dahi görebilmektedir: “… Yüz yılda tüm civar büyük coğrafyadan sürülmüş ve katledilmiş Türklerin Konya Ovası’ndan sürülmeleri ve atılmaları ne kadar sürerdi sanıyorsunuz? Ne Türk, ne de Türkiye kalırdı…” (Justin Mc Carthy). Yabancı tarihçinin tespiti doğrudur. Sakarya günlerinde İngiltere Başbakanı’nın, tetikçisi Yunan’a verdiği bir emir bile bunu kanıtlamaktadır. Yunan ordusu, KütahyaEskişehir muharebelerini kazanıp; Afyon, Kütahya ve Eskişehir’i işgal ettikten sonra ilerlemek istemez. Anadolu bozkırına dalıp, Mustafa Kemal’in oltasına takılmaktan endişe duyar. İngiliz Başbakanı bunun üzerine; “Siz Kızılırmak’a kadar ilerleyin, aldığınız yerleri size vereceğim, Kızılırmak’ın doğusunu da Ermenistan’a katacağım, böylece sizi rahatsız edecek Türk kalmasın” emrini verir. Sakarya, bu emrin gereğini yerine getirmek için yapılan büyük bir saldırı ve de durdurmak için tarafımızdan yapılan büyük bir meydan muharebesidir. Yunan kazansaydı ne Türk, ne de Türkiye kalacaktı. Türkiye kazandığı içindir ki vatan kurtarıldı, millet kurtarıldı. Türk milletine karşı, yüzyıllardan beri hazırlanmış, Şark siyaseti olarak bilinen büyük bir suikast sonuçsuz kılındı. Türk tarihinin bir dönüm noktası olan bu büyük olay, Türk’ün İkinci Ergenekon’dan çıkışını sağlayan bu büyük zafer, kısaca “Vatan, millet, Sakarya” deyişi ile ifade edilmiştir, edilmektedir. Ve edilecektir. Üçüncü Ergenekon söz konusu olduğunda ise çıkış, yine “Vatan, millet, Sakarya” anlayışı ile gerçekleşecektir. Yaşasın vatan, yaşasın millet ve yaşasın Sakarya!
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle