15 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 16 EYLÜL 2013 PAZARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Âkıllar Ağzından Dünya Barışı Süreçle Değişen Çözüm BAŞLANGIÇTA “çözüm süreci” deniyordu; çeşitli aşamalarla çok daha genel ve kapsamlı bir çözüm hedeflenmişti. Ne yazık ki bu hedef tam gerçekleşmedi. Ağır basan hep terör sorunu oldu, çünkü “can alıcı” olan oydu. Böyle olduğu için konunun o yönünü çözücü adımlar ister istemez daha önce ele alındı. Dolayısıyla, PKK’lilerin bulundukları toprakları bırakıp bir yerlere gitmeleri, giderken de silahları bırakmaları istendi. Çünkü silahlı gitmeleri geri gelme olasılığını kolaylaştırmış olurdu. Fakat asıl sorun, birçok bakımdan Cumhuriyetin temel niteliklerini hep birlikte düşünmeyi gerektiren Kürt sorunuydu. Bu ise kolay çözülecek bir bilmece sayılmaz; önemli açılımlar ister. Ancak terör dursun diye Cumhuriyetin temel ilkelerinden bazılarını önemsizleştirmek ya da toptan çiğnemek bambaşka yeni sorunlar yaratır. kulların açıldığı şu günlerde sürecin düğümlendiği nokta olarak öne çıkan “anadilde eğitim” konusunu bu açıdan ele almak gerekir. Hem Cumhuriyetin temel ilkelerini saklı tutacak, hem de Kürtçe konuşan insanları mutlu edecek bir çözüm üzerinde akıl yormak, kolay ama yanlış sonuç doğurucu adımlardan ise uzak durmak gerekir. Anadilde eğitim, çoğu zaman “anadil öğretimi” ile karıştırıldığı için tam olarak anlaşılamamış ve bulanık bir duruma getirilmiştir. Anadil öğretimi, elbet bütün vatandaşlar için bir özgürlük hakkıdır ve devlet bu özgürlüğün korunmasını da güvence altına almak zorundadır. Ama anadilde eğitim ya da öğretim bambaşka bir konu. Her şeyden önce anadil denen dilin bir bilim dili olup olmadığı tartışılmalıdır. Şurası açık ki bugün Anadolu’da konuşulan diller arasında Türkçe en fazla işlenen, bilimsel terminoloji bakımından geliştirilen bir dil durumunda. Kürtçe için bu söylenemez. Elbet onun da bir bilim dili durumuna getirilmesi düşünülebilir. Ama Türkiye Cumhuriyeti’nde bu anlamda iki öğretim dilinin bulunması ister istemez gereksiz sorunlar yaratacak ve sonuçta bundan bilim de zarar görecektir. O bakımdan, yalnız ülke ve ulus bütünlüğü açısından değil, geniş kapsamlı kültürel gelişme açısından da tek bir dilin geliştirilerek eğitimde kullanılması yerine çift dilliliğe heveslenmek gereksiz ve israflı bir fanteziden başka bir şey olamaz. ürece gelince Kürt nüfusa öncülük edenlerin böyle bir isteği süreç içinde araç olarak kullanmaya kalkmaları ve bu istek kabul edilmezse çözüm sürecinin de durdurulabileceğini ileri sürmeleri açıkça bir şantajdan başka bir şey olamaz. K Prof. Dr. TÜRKKAYA ATAÖV O omşu Suriye’ye müdahalenin tartışıldığı ortamda barışın geniş tanımlarını şimdilik bir yana koyalım. Kapsamlı tanımlar beş kümeye ayrılabilir. Bunlardan yalnız bilgin ve düşünür gibi sorumlu kişilerin tek tek söylediklerini kısaca anımsamakta yarar var. Adı Sanskritçede “Aydın Kişi” olan Buda, “Şiddete başvurma; hukuka ve eşitliğe uy; bu yoldan Tanrı’ya yaklaşırsın” demişti. Anımsatalım ki, İslam kuramı bu dinden olanları “barış” topluluğu içinde görür. Eşsiz M. Kemal Atatürk’ün “Saldırıya karşı meşru savunma dışında, savaş cinayettir” ve “Yurtta barış, dünyada barış” sözleri yalnız çarpıcı anlatımlar değil, savaş görmüş ve barışı kurmuş büyük bir devlet adamının içten duygu ve düşünceleriydi. “Yetmiş iki millete bir gözle bakan” Yunus Emre ve kapısı herkese açık Mevlana’nın dizelerinin ekinsel yapımızın harçları olduğunu (iç ve dış olayları düşünürken) unutmayalım. Şiddet karşıtı önder Gandhi diyor ki: “Yıkımdan daha üst kural var. Sevgi kuralı yerçekimi kuralı gibi işleyebilir. Bu düşünce bana huzur ve barış getiriyor.” Thoreau, “Halkın Boyun Eğmezliği” başlıklı ünlü yazısında demişti ki: “Birkaç kişinin hükümeti kullanarak başlattığı Meksika savaşına karşıyım. Halk bunu onaylamıyor. Yönetenler adaletsizliğin görevlileridir. Sokaktaki insanda vicdan yok mu sanki!” Değişimin düşün öncülerinden D. Day’in çıkışı: “Emperyalist savaşlara karşıyız. Kamudan aktarılan paralar savaşlarda yok oluyor. Onun yerine barış hazırlığı yapalım. Şiddet cesaret değildir.” Albert Camus’ya gelince: “Geçmiş yüzyıllar matematik, fizik, biyoloji çağlarıydı. Şimdiki korku yüzyılı oldu. Tarihin gelişimini körler ve sağırlar ele geçirmiş, uyarıöğütdilekyalvarma dinlemiyorlar. Akılcılıktan anlamayan korkunç biridir. Kendilerinin tümden haklı olduklarını sananların karşısında boğulacak gibiyiz. Yalandan, şiddetten bıktık. Cinayet neredeyse meşrulaştı. Sesimizi yükseltelim.” Roosevelt ve Truman’ın bakanlarından H.A. Wallace: “Atom bombası yapıyor, savaş uçakları tasarlıyor, dünyayı üslerimizle donatıyoruz. Ama iş lafa gelince de ‘barış’ sözcüğü ağzımızdan düşmüyor.” Başkan Kennedy 1963 ortasında dünya barışından yana (ama silah yarışından kazançlar sağlayanları ürküten) bir ko nuşma yaptı ve beş ay sonra öldürüldü. Papaz Dr. Martin Luther King soruyordu: “ABD’yi kurtarıcı görmek olası mı? Diktatörlerin en kötüleriyle çürümüş iktidarları destekliyoruz.” “Barış düşü” görüyordu, o da öldürüldü. Nobel ödüllü kimyacı Linus Pauling diyor ki: “Savaştan yenginler de kazançlı çıkmaz. Hele din savaşları çok cana patladı. Bugün de sürüyor.” Daisaku Ikeda’nın tanısı şöyle: “Kimi dindar geçinenler yerleşik çıkarlar için savaş yanlısıdırlar.” Saldırının ve savaşın nedenini korkuda gören T. Merton: “Kendi kötülüklerimizi başkasında görür gibi oluyoruz. Asıl tehlike bunun uydurma masallarla da bezenmesidir.” Hintli devlet adamı Rajendra Prasad: “Şiddet kişisellikten silahlara, oradan (bir düğmeye basmakla atılıveren) atoma geçti. Dünya ışınetkin koca bir bozkıra dönüşebilir.” Düşünür Bertrand Russell’ın buna eklemesi şöyle: “Bu yolun en sonunda uzayın bile parçalanması var.” Hintli Arundhati Roy’un şu acıalaycı sözleriyle konuyu şimdilik kapatalım: “ABD Başkanı Bush saldırıya geçince, ‘Biz barışçı ulusuz’ dedi. Taklitçisi T. Blair de yankıladı: ‘Biz de barışçıyız.’ Anlaşıldı: Savaş artık Barış demek. Öyleyse bundan böyle domuzlara at, kız çocuklarına erkek deyip geçelim...” Ayrışma Dinamiği Nasıl İmal Edilir? Av. Hüseyin ÖZBEK / İstanbul Barosu Genel Sekreteri U Merkel Devam Gibi... A YÜKSEL PAZARKAYA S lmanya’da seçim sathı maili genelde seçim tarihinden en fazla altı hafta önce başlar. Kent sokaklarındaki parti afişleri dışında da fazla fark edilmez. Son dört hafta yoğun kampanya sürecidir. Daha çok kapalı salonlarda yapılan toplantılar, televiz yon kanallarında parti temsilcilerinin katıldıkları tartışmalar, yakında seçim olacağının belirtileridir. Almanya’da 22 Eylül günü genel seçim var. Başbakan Angela Merkel üçüncü bir dönem devam mı edecek? Yoksa, Sosyal Demokrat Parti’nin (SPD) başbakan adayı Pe er Steinbrück’ün bir şansı var mı? İkisinin de tek başına hükümet kurması olanaksız. İkisinin de en az bir koalisyon ortağına gereksinimi olacak. Parti renkleriyle “SiyahSarı” diye de adlandırılan şimdiki Hıristiyan Demokrat CDU (Bavyeralı kardeş parti Hristiyan Sosyal Birlik CSU ile birlikte ortak grup) ve Hür Demokrat Parti FDP koalisyonu, Hür Demokratlar’ın son yıllarda büyük oy yitimi yüzünden devam etmeyebilir. Koalisyon yapacaklarını önceden açıklayan Sosyal Demokratlar ile Yeşiller’in hedefe ulaşmalarıysa, Sosyal Demokratlar’ın şu an yüzde otuzun altında görünen oy oranı yüzünden gerçekleşmeyebilir. O zaman, çıkacak sonuca göre, Başbakan Merkel, Yeşiller’e koalisyon önerisinde bulunabileceği gibi, ilk döneminde olduğu gibi Sosyal Demokratlar’la büyük koalisyon da gündeme gelebilir. Sosyal Demokratlar artı Yeşiller artı Sol Parti ortanın solunda aslında çoğunluğa ulaşıyor. Ancak Doğu Almanya ve Marksist kökenli Sol Parti’ye, Sosyal Demokratlar ve Yeşiller şimdilik sıcak bakmıyorlar. Seçim aritmetiği, 22 Eylül Pazar günü Almanya saatiyle 18’de ilk tahmin açıklanınca çözülmüş olacak. Yasal olarak sandıklar kapandıktan sonra açıklanan bu ilk tahminler ile kesin sonuçlar arasında ancak virgülden sonraki sayılarda bir oynama oluyor genelde. Kamuoyu araştırma kuruluşlarının geliştirdikleri yöntem, sandıklar kapanır kapanmaz, sonuçları göstermeye yetiyor. Bu sonuçlar, ama partilerin bugünkü oy durumlarına göre, beklenmedik koalisyon arayışlarını da ortaya koyabilir. Alman yurttaşı Türklerin oyu kefeyi bir yana oynatabilir. Bu yüzden, sağ partiler bile bu kez, geçmişte olduğu gibi, sağ seçmenden oy kapmak için, Türklere çatmaktan vazgeçmiş görünüyorlar. Bu, Türk azınlığın artık Alman siyasetinde dikkate alınan bir etken olduğunu gösteriyor. Kefeyi oynatacak bir diğer etken de, ilk kez sandık başına gide cek genç seçmenler. Çoğu, hem uygulanan sorunlu istihdam politikası yüzünden, hem de gelecek endişesi yüzünden, sandık başına gidinceye dek kararsız görünüyor. Zira her ne kadar sorunlu politikayı uygulayan Merkel hükümetiyse de, ona bu yolu açan önceki Sosyal DemokratYeşiller koalisyonunun Schröder hükümetidir. İstihdamı aracılara açan, dolayısıyla süreli istihdama, tam süre çalışınca bile geçime yetmeyen ucuz istihdama yol açan, emeklilik yaşını 67’ye çıkaran, emeklilik gelirinde önemli düşüşleri başlatan Schröder hükümeti. Sosyal Demokratlar bu yüzden, şimdi bu politikanın ortaya koyduğu bazı çarpık uygulamaları düzeltme savıyla seçim çalışması yapıyorlar. Sloganları, herkese rahat geçim sağlayacak istikrarlı bir iş, emeklilikte yoksulluğu engellemek. Sosyal Demokrat başbakan adayı Peer Steinbrück, partinin sağ kanadından biri olarak, üstelik bazı talihsiz ifadeleriyle kendi kendine engeller koydu. Eski bir bakan olarak verdiği konferanslar için aldığı binlerce Avro ücret, ben ucuz şarap içmem ifadesi, başbakanın aldığı aylık çok düşük, sözü gibi ifadeler elbette bir sosyal demokrata yakıştırılmadı. Bu ifadeleri düzeltme ya da açıklama çabalarına karşın, her gazetecinin ona yönelttiği ilk sorular. Steinbrück’ün, Başbakan Merkel karşısında puan toplaması için, eline geçen en önemli fırsat televizyon düellosu. İkisi kamusal, ikisi özel dört büyük televizyon kanalının aynı anda canlı yayınladığı 90 dakikalık bir defalık yayın. 1 Eylül akşamı gerçekleşen bu yayında somut konular ve sorunlar üzerine her ikisinin çözüm önerileri, bakalım özellikle genç, kararsız seçmeni ne denli etkiledi. lus devletin siyasi sınırları içindeki enerji coğrafyasına göz diken emperyalizm, günümüzde doğrudan işgal yöntemini tercih etmemektedir. Enerji ve doğal kaynakların özgürleştirilmesinin daha ahlaki olduğunu düşünmektedir! Enerji coğrafyasının, imal edilecek etnisitenin özgürlük savaşımıyla ülkeden koparılmasını uluslararası meşruiyet açısından da uygun bulmaktadır. Bu genel girişten sonra, laboratuvar analizleri özenle yapılmış, coğrafi koordinatları milimetrik hesaplanmış minyatür enerji devletçiklerinin nasıl imal edildiğine odaklanabiliriz. Sistemin medya tekellerince dünya kamuoyuna özgürlük savaşçısı olarak yansıtılacak etnokriminal tetikçileriyle, kalkışmayı bastırma önlemlerine başvurduğunda dikta rejiminin acımasız katliamcıları olarak sunulacak devletin meşru savunma güçleriyle, ayrışmaya yol vermeyecek milli direncin nasıl darmadağın edildiğinin çarpıcı örnekleriyle sancılı doğumun ayrıntılarına geçebiliriz. Hedef ülkenin etnisite ya da inanç üzerinden ayrıştırılmasının master planını yapanların uygulayacağı stratejinin ana şablonu asla değişmez. Öncelikle ortak payda olan ulus aidiyetini reddeden yeni bir kimlik imal edilecektir. İkinci aşama, ayrıştırma stratejisinin imalatı GDO’lu kimliğin hedef toplulukların gözünde kutsallaştırılmasıdır. Emperyalist laboratuvarların ürünü yeni kimliğin grup aidiyetine dönüştürülmesine yönelik eylem kronolojisi farklı coğrafyalarda benzer özellikler gösterir. Ulusal kimliğin hasmı fabrikasyon kimlik uğruna ülkeyi parçalamaya, ulusu ayrıştırmaya yönelik kalkışmanın tetikçileri kahramanlaştırılacak, yaşamını yitirenlerse mitoslaştırılacaktır. Günümüz Türkiye’sinde yukarıda anlatılan genel şablona uygun bir süreç yaşanmaktadır. Etnisite üzerinden yapılan ayrıştırmayla eşzamanlı başlatılan inançmezhep eksenli bir kutuplaşma ile çatışma dinamikleri çoğaltılmaktadır. İmal edilen kimlikler üzerinden yürütülen etnik ve mezhepsel yarılma ile merkeze yabancılaştırılan hedef kitleler gettolaştırılmakta, alt kimlikler üzerinden kompartımanlara ayrılmaktadır. Yaşanan süreçle oluşturulan getto psikolojisinde reddedilen ulusal kimlik yerine grup aidiyeti yüceltilmektedir. Ankara ile simgeleşen Cumhuriyet, etnik narkoza tabi tutulanların gözünde bireysel ve kolektif mutsuzluğun kaynağı olarak gösterilirken etnopolitik mücadele yükselen değer olarak idealize edilmektedir. Emperyalizm, kurgulayıp arkaladığı ayrılıkçı etnopolitik kimliği marjinal çerçeveden çıkararak toplumsal meşruiyet paydasına yükseltmek için etkili kampanyalar düzenlemektedir. Türkiye pratiğinden örnek verecek olursak; merkeze yabancılaştırılarak içe kapanan alt etnos sol makyajla takdim edilirken ırkçı etnopolitik isyanın silahlı gücü özgürlük fedaileri olarak kutsanmaktadır. Bölünme endişesiyle ulus devlete sahip çıkmak isteyen halk ise demokratikleşme ve sivilleşme sürecinin olağan sendromlarının yaşandığı, vesayet rejiminin tortularının temizlendiği masalıyla uyutulmaktadır. Ulusuyla ortak paydalarını çoktan yitirmiş, tekelci sermayeyle barış çubuğu tüttüren sömürge soluna da bu süreçte ayrılıkçı kalkışmanın meşruiyet kaldıracı görevi verilmiştir. Mütareke münevverlerinin mirasçısı sömürge solu, ayrılma ve ayrışmanın söz konusu olmadığı, Cumhuriyet’in kuruluş matematiğindeki hataların telafi edildiği, ortada bir terör örgütü değil, demokratikleşme aktivistlerinin bulunduğuna dair sis bombalarıyla ulusal sol bilinci bulandırmaktadırlar. Ayrılıkçı terör örgütü Güneydoğu’da BDP aracılığıyla etnik tansiyonu yükseltecek bir strateji izlerken Batı’da HDP (Halkların Demokratik Partisi) kartıyla sol kimliği kullanmaktadır. Bir diğer ifade ile Doğu’da açık Kürtçülük yaparken Batı’da halkların kardeşliği söylemiyle etnik karakterli yapısını maskelemektedir. Bu süreçte milli duyarlılığıyla birlikte sınıfsal çizgisini, iddiasıyla birlikte itibarını da yitiren sömürge solunun, sistemin kurguladığı etnik kalkışmaya soldan payandalık dışında bir işlevi bulunmamaktadır. Ülkenin bütünlüğüne yönelik ayrılıkçı kalkışmaya altın tepsi içinde sunulan tarihi fırsat devletin kuruluş kodlarıyla doku uyuşmazlığı içinde olan bir siyasi iktidarın varlığıdır. Cumhuriyet’ten rövanş histerisinin körleştirdiği iktidar sahiplerinin etnopolitik yapılarla ittifakı, ulus devlete, üniter yapıya tercih ettikleri anlaşılmaktadır. Devletin kuruluş felsefesine bağlı bürokrasisini, yargısını, ordusunu tasfiye etmiş günümüz Türkiye’si, siyasi coğrafyasını küçültecek ayrılıkçı kalkışmaya dur demek yerine kasap bıçağını yalayarak mezbahaya koşan şaşkın koyunlara benzemektedir.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle