15 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 14 EYLÜL 2013 CUMARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Ana Muhalefetin Görevi BECERİKLİ bir parti başkanının daha çok halk yığınlarının gururunu okşayarak, sorunların yanıtını oyalayıcı sözlerle geçiştirerek, somut çareler yerine yüzeysel vaatler sıralayarak elde ettiği halk desteği, bu köşede daha önce de belirtildiği gibi, kolay kazanılmış fakat zayıf bir iktidar gücüdür. Büyük yatırımlar getirmeden, işsizliği azaltıcı istihdam yaratmadan, yapısal değişiklikler gerçekleştirmeden oluşturulan bir iktidar. Seçimden seçime dağıtılan kömür, şeker, un ve pirinç torbaları tüketilince öyle oluşturulmuş kalıcılığı da tükenmiş oluyor. Doğru ve yararlı iktidar kendi süresi boyunca insanlara mutluluk ve rahatlık getirmekle kalmayıp bunların kendi döneminden sonra da ayakta kalabilmesi için birtakım güvenceleri de sağlamış olmalıdır. Bu açıdan bakınca, muhalefet partilerinin görevi, çoğu zaman sanki basit bir tekerlemeymiş gibi sorumsuzca söylenenin aksine, “iktidara muhalefet etmek” değil, bundan öteye giderek “daha iyi bir iktidar”a hazırlanmak olmalıdır. Asıl görev budur. imdiki durumda ana muhalefetin en önemli üstünlüğü, eğer iktidara gelmeyi başarırsa bir bakıma böyle bir görev için zaten hazır olmasıdır. Mustafa Kemal’in kurduğu Cumhuriyet, böylelikle tek partili bir devletin “Altı Ok”lu ilkelerini çok partili ve klasik demokrasili bir siyasal düzende yeniden uygulama fırsatını bulmuş olacak. Hem de Kemalist CHP’nin DSP yahut başka benzer kılıklar içinde ve değişik ortamlarda sınanmış modellerin deneyimlerinden de yararlanılarak. ir siyasal parti için bundan daha güzel ve daha verimli bir nimet bulunabilir mi? Şaşırtıcı olan, neredeyse üç çeyrek yüzyıla yaklaşan çok partili bir dönem boyunca böyle bir büyük parti, bu nimetten yararlanıp yeni açılımları, deneyimleri kullanarak nasıl olup da nitelik ve nicelik yönünden daha sağlam, daha dinamik ve yaratıcı bir halkçı siyasal güç oluşturamamış yani iktidar partisi olma durumuna gelememiştir? Bu sorunun yanıtını bulup gereğini yerine getirmek, bu ülkünün başka birçok sorunun çözümünü bulmak anlamına da gelebilir. u Evrensel konularda bağnazca zaferler kazanma girişimlerine uluslararası arenada sempatiyle bakılmıyor artık. 1989’da yürürlüğe giren, Türkiye’nin de imzaladığı “Avrupa Mimari Mirasının Korunması Sözleşmesi” de Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesine engeldir. DOĞAN HASOL Ayasofya Camileri (!) Bu istek ne kadar haklı olabilir? Şimdi soralım: Lanet bunun neresinde? Bir kilisenin camiye dönüştürülmesi nasıl, bütün insanlığa vasiyet konusu olabilir; İslami ibadete açılmaması insan hakkı ihlali sayılır mı? Fatih’in İstanbul’u aldığında ilk namazını Ayasofya’da kıldığı ve adını dahi değiştirmeksizin camiye dönüştürdüğü biliniyor. Ayasofya hiç kuşkusuz, bir gereksinmenin karşılanabilmesi için o çağın o anlayışına da uygun olarak camiye dönüştürülmüştür. Daha sonra Atatürk’ün kararnamesiyle Ayasofya 1934 yılında müze olacaktır. Ayasofya müze olurken onarımdan geçirilmiş ve İslamiyetle bağdaşmadığı için örtülmüş olan dinsel tasvirlerin üzerindeki koruyucu tabaka kaldırılmıştır. Böylece, her biri birer başyapıt, değerli birer müze parçası olan mozaikler yeniden günışığına çıkarılmıştır. Bu mozaikler de yaklaşık 1500 yıl önce yapılmış olan ve döneminin teknoloji harikası sayılan yapı kadar önemlidir. Ayasofya bütünüyle, dünya kültür mirasının en önemli yapıtlarından biridir. Bu nedenle de müze niteliğiyle bütün insanlığın hizmetinde olması doğaldır. Resmi rakamlar Ayasofya’nın Türkiye’nin en çok ziyaret edilen müzesi olduğunu gösteriyor. 2012’de ziyaretçi sayısı 3 milyon 335 bin olmuş. Onu Topkapı Sarayı izliyor. Ayasofya’nın yeniden cami olarak kullanılmasını isteyenlerin ileri sürdükleri gerekçe “Fatih’in Vasiyeti” diye tanımladıkları fermandır. Bu sava karşı Çelik Gülersoy ilginç bir görüş getirmişti: “Her fiil ve tasarruf, döneminin koşulları içinde değerlendirilmelidir. Fatih, Ayasofya’yı ortaçağ anlayışı içinde cami yapmak zorundaydı. Bugün yaşasa farklı düşünebilirdi. Bir başka açıdan bakalım: Fatih, yine dönemin koşulları içinde Rumlara öyle ayrıcalıklar tanımıştır ki, o ayrıcalıklar da bugünün akıl ve politikasına uygun düşmüyor. Ekonomiyi dışarıdan taşıdığı her cins ve ulustan cemaate teslim etmiştir. Bugün olsa bunu yapar mıydı? Hukuki duruma gelince... Şehrin fatihi olduğu için mi cami kararı geçerli sayılıyor? Güzel ama şehir bir kere elimizden çıkmış, bunun ikinci bir fatihi var. O da müze yapmış. Fatih’in iradesi hukuk oluyor da Atatürk’ün iradesi neden hukuk olmuyor?” Yine soralım: Tarihi İstanbul yarımadasında cami sıkıntısı mı söz konusu? Hayır… Çevrede atalarımızın yaptığı her biri başyapıt olan camilerimiz var. Böyle bir ihtiyaç yoksa hedef, bir kiliseyi camiye dönüştürmenin vereceği “haz” mıdır? İstanbul’u yeniden mi fethetmek istiyoruz? Kendimizi hâlâ İstanbul’un sahibi olarak görmüyor muyuz? Fetihten bu yana yapılan görkemli anıteserlerle Konstantinopolis, İstanbul’a dönüştürülmedi mi? Hâlâ mı tereddüdümüz var? 532537 yılları arasında Bizanslı iki mimarın yaptığı bazilikal planlı bir kilise olan ve tabii kıbleye dahi yönelmeyen Ayasofya’da, Hıristiyanlık tasvirleri altında ya da onları örterek ibadet etmek gerçek Müslümanlara hangi yüce duyguları verecektir? Unutmayalım: İslamın evrensel mesajına göre, “Müslüman için bütün dünya bir ibadethanedir”. Neyin kavgasını yapıyoruz? Ayasofya’ların camiye dönüştürülmesiyle kutsal bir zafer mi kazanmış oluyoruz? Eski Osmanlı topraklarındaki camilerin kiliseye dönüştürülmesi girişimleri bizi incitmez mi? “Ayasofya”, “kutsal bilgelik” demek. Bizim bilgeliğimiz nerede? 1989’da yürürlüğe giren, Türkiye’nin de imzaladığı “Avrupa Mimari Mirasının Korunması Sözleşmesi” de Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesine engeldir. Bu sözleşme Avrupa mimari mirasının bütün Avrupalıların ortak mirası olduğunu kabul eder. Bir notla bitirelim: Mevcut Ayasofya’lar bize yetmemiş olacak ki bir Ayasofya da Almanya’da kurulmuş... Adı CastropRauxel Ayasofya Camii... İlginç değil mi? www.doganhasol.net Kimlik Siyaseti:Yurtta Savaş, Cihanda Savaş! Ben “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesi ile büyüdüm… Hem okulda, hem ailede! Annem azınlık okullarında, Rum ve Ermeni liselerinde, edebiyat ve felsefe öğretmenliği yapardı. Anma ve bayram günlerinde annemden de konuşma yapması istenir, o da hazırladığı metinleri babama ve bize okuyarak fikrimizi sorardı. Dolayısıyla evimizde, TürkYunan, TürkErmeni ilişkileri, dostluk ve kardeşlik bağlamında vurgulanır, Rum ve Ermeni kültürlerinin kavram ve terimleri ortak olarak kullanılırdı. Okuduğum Şişli Terakki Lisesi’nde de dostluk ve barış havası egemendi: Sınıf arkadaşlarımız arasında Musevi, Rum ve Ermeni kökenliler vardı ama, biz kimseyi ayırmaz, yadırgamaz, “biz ve onlar” ayrımı yapmazdık… KürtTürk ve AleviSünni ayrımlarından ise tümüyle habersizdik. HHH Cumhuriyet’in iç ve dış siyaseti gerçekten “Yurtta sulh, cihanda sulh” üzerine kurulmuştu: Tüm iç ve dış ilişkiler, ırkçı olmayan bir cumhuriyet anlayışı ile, barış ve dayanışma üzerine yeniden inşa edilmişti… Ya da kin ve nefret duygularından habersiz olan ben ve benim gibi yetişenler öyle sanıyorduk! İlk şoku 67 Eylül 1955 geceleri yaşadım… İkinci şoku da, Amerika’da master yaparken, oradaki Ermenilerin nefretine konu olunca! HHH Sovyetler’in çökmesinden sonra, solcu fikirlerin üzerinden ambargo kalkacak diye sevinmiştik… Ne bilelim ABD’nin öncülüğündeki “Kimlik siyasetinin” tüm dünyaya ve ülkemize egemen olacağını… Geçmişi kurcalayarak… Irk, din, mezhep bağlamındaki kin ve nefret tohumlarını sulayıp, besleyerek… Ve hatta askersivil gibi, AKP’li olanolmayan gibi yeni kırılma noktaları üzerinden taze kin ve nefret tohumları da ekerek… Kardeşi kardeşe kırdıracağını... “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesini “Yurtta savaş, cihanda savaş” ilkesine dönüştüreceğini! HHH Artık yurtta her gün bir olay, birçok yaralanma ve hatta bazen ölüm… Bölgede de savaş isteyen tek ülke Türkiye! Sulhü, barış içinde birlikte yaşamayı özlüyorum! 1 Ş B 200’lü yıllarda inşa edilmiş olan Trabzon Ayasofya Kilisesi, Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından restore edilerek 1964 yılında müze haline getirilmişti; geçen haziranda camiye dönüştürülerek ibadete açıldı. Bir süre önce de İznik’teki Ayasofya, yeniden camiye dönüştürülmüştü. Şimdi kısmen cami, kısmen de müze olarak kullanılıyor. İstanbul, Cankurtaran’daki 6. yüzyıldan kalma Küçük Ayasofya (Sts. Sergius ve Bacchus Kilisesi) ise zaten cami olarak kullanılıyor. Ülkemizdeki Ayasofyalar gündemden pek düşmez. Gelelim en büyük Ayasofya’nın, Ayasofya Müzesi’nin camiye dönüştürülüp ibadete açılması isteklerine… Politikalarını dinsel konulara ve yurttaşların dinsel duygularına dayandırmak isteyen politikacıların sıkça başvurdukları bir malzemedir Ayasofya. Geçenlerde bilgisayarıma düşen bir epostada yine, Ayasofya Müzesi’nin camiye dönüştürülmesi hatta bu amaçla bir imza kampanyası bile açılmıştı. Şöyle deniyordu “eposta”da: “Ayasofya Camimiz üzgündür, gözü yaşlıdır. Zira hâlâ ibadete açılmamıştır. Bu nedenle bizlere önemli bir görev düşmektedir. O da lanetin üzerimizden kalkması için Ayasofya Camii’nin ibadete açılması adına gayret gösterilmesi ve bu amaçla faaliyetlerin desteklenmesidir. Fatih Sultan Mehmet, fethin sembolü olan Ayasofya’nın kıyamete kadar cami olarak kalmasını bütün insanlığa emanet ve vasiyet etmiştir..” “Türkiye Cumhuriyeti hükümeti, Akdamar Kilisesi’nde, Sümela Manastırı ve Tarsus’taki tarihi kiliselerde ibadet yapılmasına izin veren yasal düzenlemeler yaparken Müslümanların Ayasofya’da ibadetine izin verilmemesi bir insan hakkı ihlali değil midir?”
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle