19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 6 AĞUSTOS 2013 SALI 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Balbay’la Bir Gezi’nti Yüz Yıla Kızmak “Dargınım sana yirminci yüzyıl Kızgınım sana Çekilmez bir ihtiyar oldun sen Halini gördükçe yüzüm kızarıyor Tüm köprüleri attın Hiçbir umut vermiyorsun.” Yirminci yüzyılda Türkiye bir Köy Enstitüsü kurmuş. Bu bakımdan yararlı bir iş yapmış. Yüzlerce genç öğretmeni yetiştirmiş. Birer aydınlık öncüsü gibi topluma sunmuş. Bu açıdan niye kızmış sevgili dostum... Hiç değilse kendinin ve daha sayısız insanın da yok olmasını, açıkçası körlük yolunda gitmesini önlemiş... Yeni bir kitap okuyorum: “Ortakçının Oğlu Talip Apaydın.” Değerli araştırmacı yazar Feyziye Özberk bir dönemi ne güzel anlatmış. Hasan Âli’nin ve onun gibi devrimci arkadaşlarının açtığı uygarlık yolunu yaşamış, yaşatmış... Bir öğretmen olarak da Kemalist devrimin çizgisinde yazılarıyla, öğrencileriyle onurlu işler yapmış... Nedense edebiyatımızda köylü gereken yeri alamamış. İlk kez enstitü çıkışlı gençlerimizdir sanata köyünün dünyasını yansıtan. Başta Makal’lar, Baykurt’lar, Apaydın’lar, Başaran’lar. Böylece kapalı kalmış bir dünya, olduğu gibi ışığa çıkmış. Kurtuluş Savaşı’nın ardından köylü görevini yapmış, başarmış olarak köyüne dönmüş. Ama ne görüyor? Talip Apaydın o günleri ne kadar içten anlatmış... “Devletten aradığını bulamadı, işsiz kaldı, çaresiz kaldı. Ne bir fabrika var çalışacak, ne de toprağı var işleyecek. Çoğu büyük kentlerin çevrelerine geldiler. Gecekondularda oturdular. İnsanlarımızın o gecekondularda neler çektiğini kimse bilmiyor.” Apaydın tüm yaşamında halkın gizli açık sıkıntısına ortak olmuş. “Bilinmeyen büyük bir kitleyi, köylüyü edebiyatımıza soktuk” diyor. Türk edebiyatı Apaydın’ların kuşağı ile bir zenginlik kazanmıştır. Kör karanlıktan kurtulan bir kuşaktır bizleri değişik duygulanmalarla yaşatan. Yirminci yüzyıla kızmak mı? Hepimiz kızıyoruz, ama çaresiz katlandık, katlanacağız. Bizlere Apaydın’lar kuşağını verdiğini unutmadan. Birleşmiş Milletler Uluslararası Hukuk Komisyonu’nun Genel Kurul’a sunduğu uluslararası hukuk ilkelerine göre “suç oluşturan bir eylemde bulunan kimsenin, devlet başkanı ya da sorumlu hükümet görevlisi olması, bu kimseyi uluslararası hukuka göre sorumluluktan kurtarmaz”. C Muzaffer İlhan ERDOST TİHAK / Türkiye İnsan Hakları Kurumu Başkanı umhuriyet’te okudum, Balbay, 5 Ağustos’ta Silivri’ye “Gelemeyenler yüreğini yollasın” diye haber salmış. Yüreğimiz nice yıldır onlarla oralarda atıyor zaten. Yalçın Küçük’lerle, Mustafa Balbay’larla, Doğu Perinçek’lerle atıyor. Tarikat ve cemaatlerin kuşatıp teslim alamadığı bilim adamları, Kemal Gürüz’lerle, Mehmet Haberal’larla, Fatih Hilmioğlu’larıyla atıyor. “Ulusal”lığı “mikrop” olarak çığlıklayanların kargışladıklarıyla, Ergenekon’a sıkıştırılmış, Balyoz’a boyanmış, 28 Şubat’a uzatılmış komutanlarla atıyor kalbimiz. Sincan konuşmasında, Erdoğan’ın, “Gerekirse kurşun da sıkar” dediği, polisin bilerek ve hedef gözeterek sıktığı kurşunla cansız düşenlerle, sokak aralarında pusuya düşürülerek ve sopalarla dövülerek öldürülen gençlerle atıyor kalbimiz. Başları hedef alınarak yakın mesafeden atılan gaz bombalarıyla öldürülenlerle, doğrudan yüzlerine sıkılan zehirli biber gazıyla boğulanlarla, gözlerinden olanlarla, sakat kalanlarla atıyor kalbimiz. Hilafete köprü, halifeye saray, hurafeye saltanat, “üç kıta yedi iklime hükmetmek” için, “kendilerinin” olacak olan bir anayasa için, imparatorluğun başkentinde, “Allah’ın görevlendirdiği kul” olarak Erdoğan’ın hedeflediği “başkanlık” yoluna ve önüne, topsuztüfeksiz, silahı ses, mermisi söz olan bir “halk”ın çıkması “terör”, bu halkın kendisi “terörist” sayılmış, Müslüman Kardeşler’in dini lideri Karadavi’nin fetvasında dillendirildiği gibi, gücünü halkından değil, “rabbinden” alan Erdoğan’ı protesto etmeye kalkışmanın “günah” olduğu vurgulanmıştı. Ama, Kazlıçeşme’deki konuşmasında da yinelediği gibi, “Türkiye Cumhuriyeti, laik, sosyal bir hukuk devleti” ve Erdoğan, bu laik, sosyal hukuk devletinin başbakanıysa, insanlığa karşı suçların işlenmesinde, emir ve talimat vermiş olan Erdoğan’ı protesto etmek, “günah” değil, insanın insanlık, yurttaşın yurttaşlık görevidir. Dinsel, mezhepsel, etnik, siyasal, ideolojik farklılıkları ayrımcılığa ve düşmanlığa dönüştüren bir iktidara ve onun mutlak başkanı olan başbakanına, elbette, onun ezmeye, yok etmeye çalıştığı dinden mezhep taraftarları; laik eğitimden yoksun bırakılmaya zorlanan, gençler, gelişmenin ve özgürleşmenin temeli sanatı yokumsayanlara karşı, sanatçılar, yazarlar karşı çıkacaktı, tarikat ve cemaat yanlıları, cami imamları değil. Uluslararası hukuk, insanı temel öğe alır; insanı, salt insan olarak insanlık açısından korur. Buna, insanın, insan olarak insana sahip çıkması da denebilir. Ulusal hukuk, özünde uygar ulusların kendi aralarında paylaştığı bir hukuktur ve bir bakıma “yurttaşlık” hukukudur, insanı, yurttaş olarak korur. Uluslararası hukuk, ulusların birlikte paylaştıkları hukuktur, ulusalüstü hukuktur. Burada yurttaş, insan olarak ve insan hakları korunarak korunur. Devlet, “ulusdevlet” olarak yurttaşını, yurttaşlık hakları açısından korur. Salt insan olduğu için değil, yurttaşını insan olduğu için ve insanı yurttaş olduğu için korur. Bu devletin ulusal görevidir. Devletin, insanı, insanlığın üyesi olarak koruması ise evrensel görevidir. Evrensel görev, uluslararası antlaşma ve sözleşmelerle belirlenmiş ve pekiştirilmiştir. Birleşmiş Milletler Uluslararası Hukuk Komisyonu’nun Genel Kurul’a sunduğu uluslararası hukuk ilkelerine göre “suç oluşturan bir eylemde bulunan kimsenin, devlet başkanı ya da sorumlu hükümet görevlisi olması, bu kimseyi uluslararası hukuka göre sorumluluktan kurtarmaz”. “Savaş ve İnsanlığa Karşı Suçlara Zamanaşımı Uygulanamazlığına İlişkin Birleşmiş Milletler Sözleşmesi”nin 2. maddesinde, “İnsanlığa karşı suçların işlenmesi durumunda, bu suçların işlenmesine elebaşı ya da suç ortağı olarak katılan ya da başkalarını doğrudan kışkırtan ya da sonucu ne olursa olsun bu suçların işlenmesi için gizli anlaşmaya girişen devlet makamlarının temsilcileri ve özel kişilere ve bu suçların işlenmesine ‘Yurttaşlık hukuku’ Uluslararası hukuk ilkeleri göz yuman devlet yetkililerine bu sözleşmenin hükümleri(nin) uygulanacağı” koşulu yer alır. 1 Haziran 2005’te (yani AKP iktidarı döneminde) yürürlüğe giren 5237 sayılı yeni Ceza Yasası’nda, iç hukukumuzda “Uluslararası Suçlar” arasında yer alan “İnsanlığa Karşı Suçlar”, “siyasal, felsefi, ırki ve dini saiklerle toplumun bir kesimine karşı bir plan doğrultusunda sistemli olarak işlenen suçlar” olarak tanımlanmış, siyasal, felsefi, ırki ve dini nedenlerle “a) kasten öldürmek, b) kasten yaralamak, c) işkence ve eziyet yapmak, köleleştirmek, d) kişi hürriyetinden yoksun kılmak, insanlığa karşı suçların başında yer almış, ayrıca, kasten öldürme ve kasten yaralama suçları açısından, “belirlenen mağdur sayısınca gerçek içtima hükümlerinin uygulanacağı” hükmüne yasada yer verilmiştir. Zeytinburnu Kazlıçeşme mitinginde, “gücünü rabbinden, desteğini milletten” alan, dünyada eşi bulunmaz bir “Başbakan” olduğunu söyleyen Erdoğan, “Şu 18 günde hukukun, demokrasinin dışına çıkılmasına asla müsaade etmedik” diyecek, şu anda hastanelerde üç kişi bulunduğunu söyleyecektir. Bunlardan biri Erdoğan’ın “komiseri”dir. “Akşam ona kurşunla ateş açtılar!” diyordu. Kimdi ateş açan, neden ateş açılmıştı, bunu söylememişti. “Bir diğeri de diyor, ayağından yaralandı. Bir sivil vatandaşımız da biber gazından, gözünden yaralandı.” “Şu 18 günde” değil, 16 günde, Türk Tabipleri Birliği’nin “Gezi Raporu”nda verilen rakamlara göre, 4 ölü, 63’ü ağır 5 bin yaralı vardı. Ne komiser vardı içlerinde kurşunla yaralı, ne de ayağından yaralı polis… Cumhuriyet, TTB’nin raporunu, “TTB’nin Gezi Raporu korkuttu”, “Savaş sonrası gibi” başlıklarla vermişti. Çocuklarını yitiren anneler, babalar, kardeşlerini yitiren kardeşler, avukatları, “katil Erdoğan” diyor ve kargışlıyorlardı. Katil, Erdoğan mıydı, onu söylemek doğal ki bize düşmez. Söz konusu olan, insanlık suçu işlenip işlenmediğidir. Ceza Yasası’na göre siyasal, felsefi, etnik ve dinsel nedenlerle, bu kasıtlarla öldürmek, yaralamak ağır insanlık suçudur. Yalnız insanlar öldürülmemiş, yaralanmamış, siyasal, felsefi, etnik ve dinsel (mezhepsel) nedenlerle işlenmiştir bu suçlar. Bu suçları kimin emriyle, kimlerin işlediğine karar verecek olan yargıdır. Tuz Kokarsa… Ya da Naftalin Bozulmuşsa… Silivri’de sonun başlangıcı veya başlangıcın sonu… HHH “Adalet mülkün (devletin) temelidir! HHH “Et kokarsa tuzlarsın, tuz kokarsa…” Ya da: “Naftalin bozulmuşsa…” HHH Ünlü şair Bahtiyar Vahabzade “Neylemeli” adlı şiirinde ne diyor: … Yalanlardan cana doyduk Ona uyduk, buna uyduk Et kokuştu, tuza koyduk Tuz kokarsa neylemeli? HHH Ünlü sanatçı Müjdat Gezen “Naftalin Bozulmuşsa” adlı kitabında ne diyor: “Size ülkemde naftalinin nasıl bozulduğunu anlatacağım. Benim ilk yargılanmam 1969 yılına rastlar…” Ve arkadan kendisinin “Dere söyleşi” diye dalga geçtiği, son zamanlarda moda olan, müthiş bir “Nehir söyleşi” kitabı: Müjdat Gezen’in kendi kendisiyle yaptığı, tadına doyum olmayan bir söyleşi! HHH Ünlü hukukçu Turgut Kazan, Gezen’in kitabına yazdığı önsöz benzeri yorumda ne diyor: “Sevgili Müjdat, ‘NAFTALİN BOZULMUŞSA’ adını verdiğin DERE SÖYLEŞİLERİNİ’ni okudum. Evet, eskiden yün elbiselerin cebine (ve kazakların içine) naftalin konurdu. Şimdilerde (tuzun koktuğu gibi) naftalin de koktu. Ve sen naftalinin nasıl koktuğunu anlatıyorsun. İyi yapmışsın eline sağlık. Ancak TUTUKLAMALAR başlığı altında belirtildiği gibi, yazılmamış kitap için bile tutuklama kararı verildi. Basılmamış kitap toplatıldı. Bu nedenle ve böyle bir Türkiye’de benim hukukçuluğuma filan güvenme. Çünkü hukuku olmayan bir ülkede hukuçu olmak, denizi olmayan bir ülkede Bahriye Nâzırı olmaya benzer…” HHH Bugün Müjdat Gezen’in kitabını okuyun derim! Asayiş Berkemal T Mithat MELEN Ekonomist emmuz ayı gelince büyük kentlerimiz boşalıyor. Okulların tatil olması, havaların da iyice ısınması hepimizi tatil için heveslendiriyor. Önümüz bayram. Yine bütün Türkiye yollarda olacak. Ayrıca Türkiye doğal olarak yabancılar için de bir cennet. Her tarafı doğal güzellikler, deniz ve tarih. 30 yıl öncesinden başlayarak, turizmi ön plana çıkaracak önemli işlere imzalar attık. Türkiye’de tesis sayısı arttı, yetişmiş personel çoğaldı. Turizm okulları ve yabancı dil eğitiminde önemli adımlar attık. Yılda 100 milyon dolar turizm gelirinden şimdi 25 milyar dolara çıkmayı bekliyoruz. Ancak hep birlikte unuttuğumuz bir nokta var. O da Türkiye’deki fiyatlar. Türkiye artık eskisi gibi ucuz bir ülke değil. Aksine çok pahalı bir yer. Hele hizmet sektörü gerçekten çok pahalı. İstanbul’da deniz gören bir ufak mekânda kahvaltı etseniz kişi başı 35 TL’nizi alıyorlar. Alaçatı’da derme çatma bir plaja giriş 30 TL. Bodrum’da bir tost 30 TL. Su 10 TL’ye satılıyor. Yıllardır, bazı tatil mekânları gözde olur, oraya medya ve bir sürü de ünlü akın eder. Bizim işletmecilik tarzımız vurguna dönük olduğu için 23 ayda ne kazanırsak kâr deyip, herkesi bir güzel inceltmek moda olmuştur. Tabii, vücutlarını değil. O sağlıklı olanı. Cüzdanlarını inceltiyoruz... Bir ABD Doları’nı 2 TL diye bile hesaplasak Türkiye’deki bazı fiyatlar Avrupa ve ABD’den daha pahalı. Hele üç tarafı denizle çevrili olan ve dünyanın en lezzetli balıklarının çıktığı bu ülkede kaza ile bir balık yiyin. Hele yanına bir alkol ekledin mi öyle bir fatura geliyor ki... Şimdi de vatandaşa balık yeme yasağı gelecek herhalde. Avrupa ve ABD’ye göre iki misli para ödüyorsunuz. Rakı, balık, Ayvalık sloganı umarım değişmez. Türkiye’de balık pahalı da et ucuz mu? Artık lokantalarda en pahalı yiyecek et haline geldi. İyi bir et yemek için en az 20 dolar ayıracaksınız. Sofra şarapları bile pahalı. Sigara da öyle. Türkiye’de hesapsız işletmecilik anlayışı, ülkeyi yönetenlere de sıçramış. Bir yerin niteliğini yükseltmek için fiyatları artırırım anlayışı o mekânın niteliğini yükseltmiyor. Çünkü para her zaman nitelikli insanların elinde değil. Türkiye’de içki, sigara içilmesinin önlemek için fiyatları artırırsanız kaçakların önünü açıyorsunuz. Yine bir kaçak cennetine dönüyoruz. Türkiye’nin her tarafı dolu. Hani vergi toplayacaktınız? Gecede 200 TL deyip otelde yer ayırtanların ayrılırken, 300 TL ödedikleri butik oteller artık her yana yayılmış... Akşam sekizden sonra çay veremeyen, kahve başına 10 TL alan Çeşme ve Alaçatı’nın kahveleri ise tam turistlere göre. Zaten orada bir tane yabancı turist yok. İstikrarlı olmak, devamlılığı sağlamak için ne yapmak gerekiyor?. Dünyanın en fazla turist geliri olan ülkesi ABD. Her halde bu işin de bir formülü var. İşletmeler yüksek rekabet içinde niteliklerini koruyorlar, kaliteden taviz veremiyorlar. Nitelikli personel çalıştırıp bol bahşiş toplamalarına sağlıyorlar. Fiyatlar genel düzeyini ise mutlaka koruyorlar. Güney’deki turizm merkezlerimizin başında Antalya geliyor. Anlaşılıyor ki, Antalya ve civarındaki tesislerimiz epeyce eskidi. 20 yılda yıprandı. Şimdi ciddi bir yenileme süreci ve 10 milyarlarca dolar gerekiyor. Ege sahilleri ise epeyce güncel oldu. Ancak yanlış yapıyorlar. Kısa vadede yatırımlarının geriye dönmesini istiyorlar. Aynı Antalya ve civa rı gibi, buraların da modası geçecek ve yine belirli bir orta sınıf ile karşı karşıya kalacaklar. Onun için makul bir orta sınıf gelir düzeyine hizmet vermek anlayışını ön plana çıkarmalılar. Aslında bir ülkede turizmin yaşamasının başlıca unsuru yerli turisttir. Yabancı ise döviz kazandırır. Bunun için ise artık aklı başında aile işletmelerine ihtiyaç var. Ayrıca hemşerilik bilinci beldesini, yöresini korumak işte böyle öne çıkıyor. Bu arada önemli görev yerel yönetimlere düşüyor. Onlar da epeyce zor durumda. Yaz ayları 100 binleri barındıran bu yörelerin kışın nüfusları 4.5 bin. Altyapıları bile ona göre. İstanbul’un dibindeki adalarda kışın yaşayan nüfus 10 bini geçmiyor. Orada bile altyapı sorunu var. En önemlisi, doğru dürüst okul yok, hastane yok. Her gün çocuklar karşı kıyıya taşınıyorlar. Biz bile bir akşam deniz taksimize bir hastayı almıştık. İşin son boyutu ise hem siyasi hem de toplumsal... Bir ülkedeki siyasi ve ekonomik istikrar turizmin ve turistin bir numaraları güvencesidir. Asayişin berkemal olduğu bir beldede, bazen hafif kazık bile yeseniz, idare ediyorsunuz. Ancak can ve mal güvenliğiniz yoksa, sağlık sorunlarınız çözülmüyorsa işler ciddi demektir. Bizim hem Güney hem de Ege’deki sağlık hizmetlerimiz ise yaz aylarında yetersiz kalıyor. Büyük kenetlerden ve üniversite hastanelerinden bir program dahilinde o bölgeleri takviye etmek gerekiyor. Türkiye gerçekten doğası zengin bir ülke. Biz de doğayı yıllardır bütün gayretimize rağmen şükür ki bitiremiyoruz. Yangınlar bile Türkiye’nin güzelliği bozmuyor. Bir de düşünseniz, bir gayret etsek de çözülmeyecek gibi olan bütün sorunlarımızı halletsek Türkiye nasıl bir ülke olur, turizm ne düzeylere gelir. Sağlıklı ve mutlu nice bayramalar dileğiyle...
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle