19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 10 AĞUSTOS 2013 CUMARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Sevr’de Ölüm... Kurtarıcı Yurtsever GELMİŞ, Memleket kötüye gidiyor, bir şeyler yapmamız lazım, diyor; partinize üye olmaya geldim. Partide bir sevinç, telaşlı bir koşuşma; galiba büyüyoruz, yurtseverler bilinçlenmeye başladı. Hemen kaydını yapın, bilmem ne ilçesine 1 numaralı üyemiz olarak. Böyle mi başlatacaksınız, daha iyi bir kayıt yapamaz mısınız? Öyle yanlış olur, hiç siyaset deneyiminiz yok, önce sizin gibi başvurmuş birkaç arkadaş daha var, onlarla bir araya gelip bilmem ne ilçesini kurun, sonrası kendiliğinden gelir, yükselirsiniz. Peki, platform, oluşum, cephe falan gibi bir şey kurup öyle başlasak? Yok, öyle olmaz, kanunda yeri yok; öyle başlayıp zora gelince pırrr diye gidiverenler çok oldu. Siyaset kararlılık ve süreklilik ister. Her şeyden önce doğru dürüst örgütlenme gerek. anki gizli örgüt kuracakmış gibi siyasete başlamak isteyenler de var. Utanıyorlar mı acaba, ayıp, kirli bir şey yapmaktalarmış gibi, “kötüye gidiyor” dedikleri memleketi kurtarmak uğruna ilk adımı atarken bunca utangaçlık, çekingenlik neden? Belki siyasetin yasayla yasaklandığı, çünkü partizanlığın, kayırmacılığın kol gezdiği, “senden, benden, ondan” kavgalarının yapıldığı bir ortamda kamu hizmetine girmek isteyenlerin bu ölçüde ürkütülmüş olması, bunca kuşkuyla işe alınması doğru mu? Kamu hizmetinde nasıl nesnel davranılacağını bilemeyenlerin, o hizmetin etiğine uyamayacak kadar zayıf olanların böyle zor bir işe soyunmayacaklarını bilerek düşünce özgürlüğünün kendi etiğini de birlikte getireceğine inanıp yurtseverlik iddiasını taşıyanlarımıza biraz daha hoşörülü bakamaz mıyız? iyaset ki özde ülkeyi yönetmek için yetki kazanma mücadelesi demektir, onu bunca güçleştirmek gerçek yurtseverliğin aleyhine olmuyor mu? Her şeyi tarih ve yurt bilinciyle değerlendiren Türk halkı, bu oyunları boşa çıkaracak güce ve kabiliyete sahip bulunmaktadır. Vicdanların karartıldığı, hayatların söndürüldüğü, Cumhuriyet rejiminin değiştirilmeye çalışıldığı karanlık günler mutlaka tarihe gömülecektir. Prof. Dr. Metin KALE Osmangazi Üniv. Tıp Fakültesi “Siyasi, adli, iktisadi ve mali bağımsızlığımızı, sonuç olarak da yaşam hakkımızı yadsıyan ve yok saymayı amaçlayan Sevr Antlaşması bizce yoktur.” Atatürk “Barbar bir ulus olan Türklerin Avrupa’dan kovma fırsatının kaçırılmaması gerektiği”ni ileri sürüyordu. Sevr’de Anadolu’nun doğusu, Bağımsız Ermeni Cumhuriyeti adıyla Ermenilere veriliyor, Fırat’ın doğusundaki topraklar Özerk Kürdistan haline getiriliyordu. Yunanlılar, Fransızlar ve İngilizler de ganimetten paylarına düşen büyük lokmalara iştahla bakıyorlardı. Boğazlar, uluslararası komisyonun denetimine bırakılıyor, Türkiye’ye sadece 120.000 km2’lik ekonomik varlığı bulunmayan bir toprak kalıyordu. Türkiye, Yunanistan ve Ermenistan arasında paylaşılacağı günü bekleyen adeta bir kurban gibi duruyordu. Lime lime olan Türkiye artık yağmalanıyordu. ne giydirilen Sevr kefeninden daha kötü olamayacağını Türk halkı net bir şekilde gördü.” ürk ulusu için ölüm fermanı Mustafa Kemal, anlaşmanın imzalandığını Pozantı dönüşünde Ziraat Mektebi’ndeki karargâhında akşamın geç saatlerinde haber aldı. Türkiye’yi ve Türk ulusunu yabancı boyunduruğundan kurtarmak, bağımsız ve özgür bir devlet ve ulus yaratma düşüncesindeki Mustafa Kemal Paşa, “Halkın ve ülkenin kaderi yabancıların insafına terk edilemez” diyor ve millete olan inancıyla “Yaşamı ve bağımsızlığı için fedakârlık yapan bir millet başarısız olamaz, yenilgi demek milletin ölümü demektir” diyordu. Mustafa Kemal bir kez daha haklı çıktı ve halktaki mücadele gücünü yepyeni bir şevkle şaha kaldırmasını bildi. Basit bir yenilgi belgesinden çok, Türk ulusu hakkında gerçek bir “ölüm fermanı” olan bu anlaşmanın imzalanması Ankara’da TBMM’yi ayağa kaldırdı. TBMM Hükümeti, “Misakımilliye aykırılığı ortada olan Sevr Antlaşması’nı” reddetti, onaylayanlar ve imzalayanları doğal olarak vatana ihanetle suçladı. Sevr, Mustafa Kemal’in önderliğindeki Kurtuluş Savaşı’yla geçersiz kılınmış ve uygulama alanı bulamamıştır. Sevr, Türk ulusunda bir yeis ve teslimiyet yaratmamış, aksine ulusun vicdanında Milli Mücadele ruhunu besleyen bir itici güç olarak direnme ruhu T B S S irinci Dünya Savaşı’nın galipleri 10 Ağusto s 1 92 0 ’d e Paris’in Sevr banliyösünde toplanarak Osmanlı İmparatorluğu’na fiilen son verdiler. Böylece “Doğu Sorunu” da çözülmüş olacaktı. Onlara göre Osmanlı, 19. yüzyıldan beri paylaşılması gereken bir devletti. Sevr’de, “savaşın en değerli ganimeti” sayılan Türkiye’nin paylaşılmasına karar verildi. Sözde “barışı” kabul ettirmek için 1920 MayısHaziran aylarında müttefiklerin teşvikiyle Yunan ordusu Anadolu’da saldırıya geçti. Neredeyse savaşın tek suçlusu kabul edilen Türkiye cezalandırılmalı hatta Anadolu’dan da kovulmalıydı. İngiltere Başbakanı L. George asıl amacını “Türkiye artık yoktur” sözleriyle özetliyor ve Türklerin İstanbul’dan çıkarılmasını istiyordu. Dışişleri Bakanı Lord Curzon ise “Türkler için, askerlik mesleği tümüyle kapanmıştır. Artık Türkler Fransız lejyonuna gidebilirler… Onları Avrupa kıtasından tamamen süpürüp Asya’ya, geldikleri yere atmak gerekir” derken, ABD Başkanı W. Wilson da geri kalmıyor. “İstanbul’un Türklerin elinden alınmasını” ve ustafa Kemal’in mücadele azmi İstanbul’un işgali, İzmir’in Yunanlıların eline geçmesi ve Ermeni saldırılarından sarsılan ve onuru iyice zedelenen Türk halkı, Sevr’in imzalanmasıyla derin bir öfke seline kapıldı. Artık İstanbul hükümetinin ve padişahın bir gölgeden ibaret olduğu görüldü. İngilizlerden insaf ve atıfet beklemenin boş olduğu, esaretten ancak Mustafa Kemal’in mücadele ve azmi ile çıkılacağı ve tek çıkış yolunun bu olduğu iyice anlaşıldı. O günleri Norbert Bischoff şöyle anlatıyor: “Düştüğü felaket karşısında ve yalnız kalmanın dehşeti içinde, kendine gelmeye ve silahlı mücadelenin doğuracağı hiçbir zararın, kendisi M nu kamçılamıştır. Sevr’den çıkarılacak ciddi dersler vardır. Çünkü, şimdi Sevr’i geri getirmek isteyenlerle, buna karşı çıkan, Cumhuriyete kanat gerenlerin mücadelesini yeniden yaşamaktayız. Özellikle gençler, Lozan kadar Sevr’i de bilmeli ve öğrenmelidirler. Türkiye için Sevr “kapanmış bir dosya” değildir. Birçok hükmü, 19. yüzyılda uluslararası siyasetin kavgalarına yön vermiştir. Özellikle Ortadoğu’nun bugünkü tehlikelerle dolu coğrafyası bu anlaşma hükümlerinden kaynaklanmıştır denilebilir. Türkiye, misakımilli ve Lozan ile Sevr’in kendisine dayatılan hükümlerini reddetmiş ve karşı taraflara da bunları kabul ettirmiştir. Batı, Türkiye üzerindeki ezeli emel ve niyetlerinden vaz mı geçmiştir? Sevr’in Türkiye hakkındaki hükümleri Batılılarca unutulmuş veya vazgeçilmiş hükümler midir? Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice 7 Ağustos 2003 tarihinde Washington Post’ta yayımlanan yazısında BOP bağlamında bölgede bulunan 22 devletin rejiminin, sınır ve haritalarının değiştirileceğini, Türkiye’nin de bunların içinde olduğunu anlatıyordu. Bu proje modern zamanların yeni bir Sevr uyarlaması olamaz mı? Her şeyi tarih ve yurt bilinciyle değerlendiren Türk halkı, bu oyunları boşa çıkaracak güce ve kabiliyete sahip bulunmaktadır. Vicdanların karartıldığı, hayatların söndürüldüğü, Cumhuriyet rejiminin değiştirilmeye çalışıldığı karanlık günler mutlaka tarihe gömülecektir. Tarihin hiçbir döneminde esir olmayan, bağımsızlığa ve özgürlüğü âşık, bin yıldır Anadolu’nun egemeni olan Türk halkına esaret ve utanç zinciri takmak olanaksızdır. ‘Atipik Bir Örgüt’ AKP sözcüsü, Silivri mahkemesinin “var” dediği (bana göre yoktan var ettiği) ve buna dayanarak cezalar yağdırdığı “Ergenekon Terör Örgütü”nün, “atipik” olduğunu belirtmiş ve mahkemenin kararını gerekçelendirmiş. HHH Buna karşılık, Silivri mahkemelerinde bir süre başkanlık yaptıktan sonra görevden alınan Köksal Şengün, Sözcü Gazetesi Ankara Temsilcisi Saygı Öztürk’le yaptığı, t24 haber sitesinde yayımlanan konuşmada şöyle diyor: “…Mahkeme örgütü tespit etmez. Silahlı terör örgütü olup olmadığını tespit etmek devletin işidir. Devlet bunu tespit eder, mahkemeye bildirir. Hiçbir kurumun arşivinde, bilgi dağarcığında olmayan bir örgütü siz nasıl silahlı terör örgütü olarak kabul edersiniz...” HHH Silivri mahkemesinin kararlarına bakıldığında da gerçekten “atipik” bir örgüt ortaya çıkıyor: 1) Örgütün lideri belli değildir. 2) Örgütün yapısı, işleyişi, üyeleri belli değildir. 3) Ama Genelkurmay Başkanı ve pek çok komutan örgüt yöneticisi ve üyesidir. 4) Bu anlamda örgüt, Türk Silahlı Kuvvetleri’yle neredeyse özdeş hale gelmiştir. 5) Örgüt yöneticisi olduğu kabul edilen Genelkurmay Başkanı’nı AKP iktidarı atamış ve yıllarca birlikte çalışmıştır; bu anlamda Cumhurbaşkanı, Başbakan ve bakanlar, kendilerini zorla iktidardan atmak isteyen örgüte “yardım ve yataklık” yapmış duruma düşmektedir. 6) Örgüt üyesi olduklarına karar verilenler arasında birbirlerini tanımayanlar, hiç görmemiş olanlar ve birbirlerine düşman olanlar vardır. 7) Hiç kimse böyle bir örgütün varlığını ve kendisinin örgüt üyesi olduğunu kabul etmemiştir. 8) Örgütün yaptığı iddia edilen iki terör eylemi vardır: Cumhuriyet gazetesine bomba atmak ve Danıştay’a saldırarak cinayet işlemek; ama bu eylemleri yapan kişilerin “liderim” dediği ve Ankara mahkemesinde 10 yıla mahkum edilen sanık ile “şeyhim” dediği sanık beraat etmişlerdir. 9) Örgüt üyeleri olduğu iddia edilenler arasında gazeteciler, yazarlar, ögretim üyeleri de vardır, ama bunların hangi eylemleri ile hükümeti düşürmek için zora başvurdukları belli değildir. 10) En önemlisi, bu örgütü devletin hiçbir kurumu görmemiş ve duymamıştır. HHH Eh, kaldırıldığı halde yargılamaya devam eden “atipik” mahkemenin saptadığı örgüt de “atipik” olur elbette! Hiroşima, Nagazaki ve Barış Sahtecilikleri… A Ertuğrul KAZANCI EğitimciHukukçu kayıp olarak ardında bırakır. Alman yayılmacı politikasının peşindeki Osmanlı devleti de milyonu aşan sayıdaki Anadolu evladını, Galiçya’dan Süveyş’e kadar emperyalizmin bir başka cephesi olan “İtilaf” kuvvetleri karşısında heder eder. 1919’larda “Megali İdea” senaryosuyla anayurdumuzu işgal eden Yunan ordusu serüvenine, kendi halkının çoğunlukla katılmadığı gerçektir. Yenilgiyi izleyen günlerde Yunanlılar, siyasal çığırtkanlardan hesap sorarlar. Savaştan sonra Atatürk ve Venizelos tarafından sağlanan dostluk, halkların yakınlaşması anlamında değerlendirilmelidir. “Yurtta barış dünyada barış” ilkesinin Yunan devlet adamlarının bilincinde yer ettirilmesi de etkili bir gelişmedir. “Versay” ve “Sevr” antlaşmalarının ağır hükümleri 1922’den itibaren Avrupa’da faşist karakterli gelişmelere yol açar. Alman Nazilerinin 1939’da yaktığı ateş, genişleyerek Hiroşima ve Nagazaki’deki nükleer kıyımlara uzanır. Uzakdoğu’daki ABDJapon sömürgecilik yarışı, savaşın ayrı bir bölümüdür. “Tanrısal kudret” görülen imparator adına Japonya, Asya ve Okyanusya’da toprak isteklerine girer. Filipinler’den Küba’daki Guantanamo’ya kadar ada ve bölgeler kapan ABD, statüyü kollama peşindedir. “Pearl harbour” baskını yapan Japon kamikazelerle, atom bombaları fırlatan ABD’nin amaçlarda farklılıkları yoktur. Emperyalizm, iki yanlı işbaşı etmiştir. “Birleşmiş Milletler” örgütü 1945’te evrensel barışı gerçekleştirmek amacıyla kurulmuştur. Ama o tarihten beri emperyalist ülkelerin ağırlıklı denetiminde olmamış mıdır? Ayrıca sözde “barış sağlamak için savunma güvenliği” savına sığınan saldırgan “NATO” gücü, Afrika kıyılarından Asya içlerine doğru siyasal ve ekonomik gasp seferlerinde değil midir? Önemsenen ama niteliği bilinmeyen “Nobel Vakfı, barış ödülleri dağıtır. Mayın, dumansız barut ve dinamitin mucidi İsveçli Alfred Nobel’in ölüm saçan buluşları, gelir kaynağıdır. Kız kardeşini deneyde öldüren Nobel, siperlerde katledilenler nedeniyle kınanır. Fransa’ya gittiğinde de kovulur. tatürk: “Mazlumlar, zalimleri yok ederek ortadan kaldıracaklardır” der; “emperyalizmin çekememezlik, açgözlülük ve kinle yoğrulduğuna” işaret eder. Gerçekten de kapitalist kaynaklı ve gericifaşist karakterli emperyalist rejimler, insanlığı ilgilendiren acıların bilinen failleridir. Latin atasözündeki “İnsan, insanın kurdudur” boşuna söylenmemiştir. Sözdeki bireyselliği aşan toplumsal yön önemlidir. Ama insanoğlu, 20. yüzyıl boyunca yaşadığı savaşlardaki korkunç boyutları aklından çıkarmış veya unutmuştur. Yekdiğerini yiyerek tüketmiştir. Birinci ve İkinci Dünya savaşlarının dehşetli anıları belleğinden silinmiştir. “Vietnam” sendromu da artık eskide kalmıştır. Yeni maceralar söz konusu olduğu anlarda emperyalizm asla zaman yitirmemiştir. “Kitle imha silahları var” yalanıyla Irak’a aralıklarla düzenlenen petrol amaçlı saldırılar, 21. yüzyıl başlangıcının insafsız safhasıdır. Altın yüklü Afganistan ve yeraltı zengini Libya trajik konular olarak sürmektedir. Dinsel faşizm olan Siyonizm, İsrail eliyle Filistin’i kana bulamaktadır. Emperyalizmin el değdirdiği her alan, başta Suriye olmak üzere Ortadoğu ülkelerinden Afrika içlerine veya Güneydoğu Asya’dan Antarktika ve Pasifik’e kadar dünyanın dört yanı çatışmalarla doludur. 1945 yılının 6 ve 9 Ağustos günlerinde Japonya’da yaşananlar, insan eliyle işlenen cinayetlerdeki tarihsel doruktur. Patlayan atom bombaları en az 245 bin insanı katletmiş ve yayılan radyasyon 25 yıl etkinliğini sürdürmüştür. Bu kertedeki dehşet, 19391945 yılları arasında saptanmıştır. 52 milyon can ve 35 milyon yaralıya mal olan boğuşmanın feci yanı, nükleer silahın ilk kez kullanımıdır. Türkiye, İnönü’nün öngörülü yönetiminde 6 yıl süren savaş faciasından uzak kalmıştır. Nükleer felaketin esasında 19141918 yıllarını kapsayan Birinci Dünya Savaşı’nın hesaplaşması yatar. Sömürgeci ihtiras, iki blok olarak çarpışan ülkelerin 38 milyon insanını ölü, yaralı ve “Öncelikle barışa olan hizmetlerle fizik, kimya, edebiyat, tıp, ekonomi alanlarındaki katkıları ödüllendirdiğini” duyuran kurum, başta İsveç’te olmak üzere dünyadaki ağır silah ve savaş uçakları fabrikalarına ortak olmakta hiç sakınca görmez. Vakfın ödüllendirdiklerinde ilginç isimler vardır. Biri, NATO ve İsrail’in kuruluşunda görevli olan General Marshall’dır. ABD adına yardım planı stratejisi uygulayan Marshall, Türkiye’ye para gönderme koşulunu, karayolları yapımına bağlar. Çünkü araç satışlarında, ülke alıcı olacaktır. Anadolu’da askeri üsler elde edilmesinden, üretimden çok montaj yeri olmasına kadar plan gerçekleşir. Marshall’ın çıkarcı yöntemi, çok ülkeyi de Washington’a bağlar. Kurum, Sovyetler’i yok eden, Balkanlar ve Kafkasya’da kanlı olaylarla ülkeler parçalatan sonra da ABD kentlerinde paralı konferanslar veren Gorbaçov’u da barış modeli seçer. Faşist Guatemala’nın “tek destekçisi” unvanıyla tüm işbirlikçi ve savaşçı yönetimlere lojistik dost kesilen “fıstık tüccarı” ABD Başkanı Carter’e ve Kıbrıs’ı Yunanistan için armağan sayan BM Genel Sekreteri Annan’a barış ödülleri sunar. Türkiye’den çıkıp kendi halkının geçmişini “jenositle” suçlayan kalemi bile barışın dili olan edebiyat dalında ödüllendirir. Yaşamsal temelin esenlik gereği olan barış kavramını ödüllendirmede yanlı ve önyargılı olan bir vakfın, diğer dallardaki ödül ölçütleri de araştırılmalıdır. Hiroşima ve Nagazaki’deki katliamlara akıl erdirmesi gereken dünya kamuoyu, her yıl hazin törenler izler. Ama silahlanma, savaşlar ve güya barışçıl (!) ödüller emperyalizm eliyle yine sürdürülür. Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın ise “Bura Hiroşima” başlıklı şiirinde şöyle der: “Sarı bir ışıkla / Yeşil bir ışıkla /Kara bir ışıkla, sessiz / Uçtu gövdeleri 245 bin kişinin / 90 bin yapıdan 62 bini artık masal / Ötesi; bir baca, bir duvar, bir direk / Yalnız beş yapı ayakta / Ta içi kavruldu 245 bin kişinin / Bura Hiroşima’dır, bu ilk atom bombasıdır / Resmi çıktı; / Kulelerin, atlarını kamçılayan arabacının taşa, toprağa / Çınladı canı 245 bin kişinin…” Sonuç İrdeleme
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle