15 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 1 TEMMUZ 2013 PAZARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER HES ve Kabotaj KONU seçmek her zaman köşe yazarının keyfine bırakılmış bir lüks değildir; HES kavgalarının çoğaldığı bir mevsimde onlara yer ayırırken resmen “Denizcilik Bayramı” günü olarak kabul edilmiş “1 Temmuz”un hakkını yemek yazara yakışmaz. Peki, iki olayın yıldönümleri aynı tarihte güncellik kazanmışsa aklı ve bilimi birlikte imdada çağırmaktan başka çare olabilir mi? etrol zengini olmayan bir Türkiye, linyit, güneş, rüzgâr gibi başka kaynaklar yanında ve aynı zamanda akarsularının başıboş akıp gitmesine elbet seyirci kalmayacak veya doğal “debi”den, yani saniyede akan metreküp sudan ve barajlardan yararlanarak elektrik üretmeye çalışacaktır. Elbet bu uğurda derelerin, çağlayanlarla çavlanların güzelliğini bozmak ve tarım arazilerini bilinçsizce kuraklaştırmak gerekmez. İnşaat mühendislerini doğa bilgisi ve estetik titizliğiyle de donatarak iki tarafı bir araya getirip optimum sonucu gözden kaçırmadan bir barajı filanca yerde değil de falanca yerde kurmak gibi ortak çözümler bulunamaz mı? Bu konuda aynı hükümet yapısı içinde uyum ve eşgüdüm kuramamak gibi siyasal ve yönetsel yanlışlar hiç mi düzeltilemez? u 1968 Paris öğrenci eylemlerinin 2013 İstanbul Gezi Parkı eylemi ve Türkiye genelindeki destekleriyle karşılaştırılması belki bazı dersler alınmasını sağlayabilecektir. Türkiye’deki olaylar, belirli bir yaşam biçimini benimsemiş toplum kesiminin bu baskı ve dayatmalara karşı patlamasının bir sonucudur. Prof. Dr. Hüseyin PAZARCI 1968 Olaylarından Dersler engel ve sınırlamaya bağlı kalmaksızın radyodan naklen yayımlanıyor ve dakika dakika toplum bilgilendiriliyordu. Türkiye’deki gelişmelere tanık olanların kolay anlayamayacağı düzeydeki bu şeffaf haber akışı radyoyu anı anına takip edenlere olayların nasıl geliştiğini aktarıyordu. Radyodan muhabirin nefes nefese anlatımı ve halkın kulak kesilerek gelişmeleri takibi, herhangi bir yanlı aktarmayı aklımıza bile getirmememiz açısından o günlerin farkının bir başka yanıdır. Bugünden geriye baktığımda, bir başka izlenimim de bu tür organize olmayan başkaldırı hareketlerinin bir siyasal etki doğurabilmesi için olaylardan önce değilse bile, olayların ilerlemesi ile birlikte etkili bir siyasal değerlendirmeyi ve ona uygun siyasal örgütlenmeyi gerektirmesidir. Nitekim 11 Mayıs 1968 günü üç büyük işçi sendikasının genel grev kararı almasına ve 13 Mayıs günü Denfert Rochereau Meydanı’na kadar yüz binlerce kişinin öğrencilerle birlikte yürümesine rağmen bu yürüyüş de genel bir siyasal sonuç vermemiştir. Zira dönemin öğrenci lideri Cohn Bendit’in katılımcıları Meclis’e ve oradan da Başkanlık Sarayı’na yürümeye davet etmesi, sendikaların her birinin üyelerini farklı bir sokağın başında toplayarak bu çağrıya katılmaması sonunda yalnızca öğrencilerin itibar ettiği bu yürüyüş Seine Nehri kıyısına varınca erimiş ve polis tarafından engellenmiştir. 1968 Paris öğrenci eylemlerinin 2013 İstanbul Gezi Parkı eylemi ve Türkiye genelindeki destekleriyle karşılaştırılması belki bazı dersler alınmasını sağlayabilecektir. Kuşkusuz her iki eylem kendine özgü gerekçelerine sahiptir. 1968 Paris olayları çok genel biçimde değerlendirilirse, 1965’te ABD’de Vietnam Savaşı karşıtı eylemlerden etkilenip Fransız öğrencilerin öğrenim ve yaşam biçimi isteklerine kadar varan isteklere dayanmıştır. Gezi Parkı’nda ise çevrede yapılmak istenen değişime tepkiyle başlayan olaylar gençlerin diğer taleplerini açığa çıkarmıştır. Türkiye’deki hareket, AKP hükümetinin artarak gelişen otoriter, özel ve bireysel yaşama müdahaleci tutumu ve hak ve özgürlükleri hiçe sayan yaklaşımı nedeniyle, polisin de sert tutumunun katkısıyla genişlemiştir. Başka bir deyişle Türkiye’deki olaylar, belirli bir yaşam biçimini benimsemiş toplum kesiminin bu baskı ve dayatmalara karşı patlamasının bir sonucudur. İkinci olarak, 1968 Paris olayları büyük ölçüde öğrenci çevresinde gelişmesine karşılık, Türkiye’deki olaylar öğrencilerle sınırlı kalmayıp çok daha geniş kitlelerce benimsenmiştir. Nitekim, halihazır durumuyla kırsal kesimi kapsadığı kolayca ileri sürülemese de ve kentli bir toplum kesimiyle sınırlı kaldığı düşünülse bile, Türkiye’deki olaylar toplumun çok geniş kesimlerinde yankı uyandırmış görünmektedir. Beşiktaş Çarşı Grubu’ndan başlayarak bütün büyük spor kulüplerinin taraftarlarının bu eylemlere katılması ile kendini gösteren gelişme, bu katkının sürmesi durumunda, siyasal yapıyı çok etkileyebilecek yeni katmanların devreye girebileceğini de göstermektedir. 1968 Paris olaylarının özellikle AKP hükümetine öğreteceği en önemli unsur, yukarıda ifade ettiğim örnekten de anlaşılacağı üzere hükümetin ve onun emrindeki güçlerin anlayışlı, esnek yöntemleri benimsemesi gerekliliğidir. 1968 olaylarından bugüne çıkacak bir başka ders de Türkiye muhalefeti içindir. Etkili bir siyaset üretmek için toplumun belki kendilerinden de vazgeçerek gerçekleştirdiği başkaldırının gerekçelerini ciddi olarak saptamak muhalefet için de gereklidir. Gelişmelere uygun politikalar üreterek bunun temel unsurlarını toplum ile vakit geçirmeden paylaşmak muhalefet için kazanç olacaktır. 1968 Paris olayları ile 2013 Gezi Parkı olayları arasında çok önemli birtakım farklılıklar da vardır. Bunların birincisi 1968’de var olmayan Facebook ve Twitter gibi internet olanaklarının günümüzdeki varlığıdır. İkincisi ise 1968 olayları ortaya çıktığında Fransa’nın 1950’lerden bu yana yürürlükte olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne o tarihte taraf bulunmamasıdır. Oysa bugün Türkiye daha da genişletilmiş ve etkili kılınmış Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne taraftır. Dolayısıyla yalnızca ülke içi ile kalmayan enformasyonun kısa sürede yurtdışına da yayılması nedeniyle Türkiye’deki durumun 1968 Fransası’yla kıyaslanamayacak bir etki yaratmasıyla da karşı karşıya kalınmıştır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin çiğnenmesinin öncelikle Türk yargı organları ve daha sonra da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi önünde ileri sürülebilmesi ve hak aranabilmesi olasılığı, Türkiye’deki olaylara ilişkin hak aranması konusunda yeni ve çok etkili bir aracı devreye sokmaktadır. Türkiye barolarının bu konuda mücadelede kararlı olması bu aracı daha da etkili kılar niteliktedir. Bütün bu veriler çerçevesinde, hükümetin artık haklarını daha cesurca arama güvenini kazanmış ve sindirilmiş bir halk ile karşı karşıya bulunmadığını kavraması gerekmektedir. Bu anlayış ve görüşü paylaşmayan “Benim de taraftarım var” anlayışı ile hareket eden bir iktidar, zaten birtakım alanlarda ayrışma psikolojisine girmiş bir halkı daha kesin çizgilerle kutuplaştırma yolunda adım atmış olacaktır. Bugünkü bu gelişmeler bütün unsurlarıyla henüz tam belirginleşmiş değildir. Buna ayrıca Ortadoğu’nun genel durumu içinde Türkiye’deki gelişmeleri kendi çıkarları doğrultusunda değerlendirmeyi düşünebilecek başka devletlerin varlığını da ekleyebiliriz. Kendinden olmayana karşı katı bir tutum içinde olan ve gençlik hareketi olarak anılan bir hareketle yarışan iktidar anlayışı olumsuzlukların başlıca sorumlusu olacaktır. P 1 te yanda, kara yolculuğu ve taşımacılığı Ö ile aynı işlevlerin denizden yapılması durumları arasında ciddi maliyet karşılaştırmaları var mı? Aslında kolay ve ucuz sanılan sözde pratik tercihler için harcanan paralar ile “demir ve deniz yolu” işbirliği ve doğru gemilimanrıhtımbilgisayar işlekliğinin getirebileceği tasarruflar göz önünde bulundurulunca, denizin ekonomik elverişliliği kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Yeter ki, böyle bir karşılaştırma yapmak insanların içlerinden, yüreklerinden gelen bir istek olsun. Ülkemizde henüz bu yok; “denizci” bir halk sayılmıyoruz, halkımızın büyük çoğunluğu “denizsiz” olabiliyor. Denizi birçok etkinliğin, işlevin, taşımacılık ve yolculuk başta olmak üzere birçok işin içine sokmak bunun için gerekliyken, son yıllarda tersi yapılmakta: Artık, kısa “deniz hatları” olan birkaç kent dışında limanları ve iskeleleri arasında deniz yolculuğu yapılan yeri yok bu ülkenin. Ama bayramı var. 968 yılında Paris’te öğrenci olayları başladığında, o dönemdeki resmi adı Paris Üniversitesi olan, eski adıyla Sorbonne Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde 4. sınıf öğrencisiydim. Bir yandan da Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nde 2. sınıftaydım. Döneme damgasını vuran olaylar büyük ölçüde benim devam ettiğim fakültelerin bulunduğu Quartier Latin’deki Sorbonne civarında gelişiyordu. Bu nedenle o günlere yakından tanık oldum diyebilirim. Olaylar başladığından kısa bir süre sonra, başta Quartier Latin semti olmak üzere Paris’te bütün ulaşım ve kamu hizmetleri durmuştu. Otorite boşluğu ve büyük bir özgürlük ve dayanışma dalgası… Bu havada biz öğrenciler için en akıldan silinmeyen gelişme ise Odéon Tiyatrosu binasının bir özgür platforma dönüşmesi ve Jean Paul Sartre, Simone de Beauvoir gibi dönemin önemli entelektüelleri ve sanatçılarının bu toplantılara katılması ve görüşlerini serbestçe paylaşmasıydı. Bu özgürlük, dayanışma ve şenlik havasında polisin olaylara müdahale yönteminden hafızamda kalan bir başka şey de şudur: Polisin Sorbonne binasını ele geçiren beş yüz kadar öğrenciye müdahale biçimi… İsteyen öğrencilerin binadan çıkmasına olanak verecek şekilde bir kapının açık bırakılması ve müdahalenin ondan sonra yapılması… Sokaktaki çatışmalar kalabalık çekildikten sonra gece saat 23 civarı başlıyordu. Polis göz yaşartıcı gaz kullanıyordu fakat hiçbir can kaybı olmamıştı. Gelişen olaylar sözlü ve yazılı basında anında aktarılıyordu. Haberciliğin serbestliği ve saydamlığı bizdekiyle kıyaslanamayacak düzeydeydi. Olaylar hiçbir Gezi Parkı Olayları Direnişten Devrimeu Devletimizin İstanbul’un göbeğindeki Gezi Parkı’nda haklarını barışçıl yollardan savunmak için bir araya gelen aydın ve gençlerimize karşı giriştiği acımasız biber gazlı saldırıyı anlayışla karşılamak ve buna üzülmemek elbette mümkün değildir. Taner BAYTOK Büyükelçi (E) 1 915 Çanakkale Zaferi bir neslimizi oraya gömmek pahasına kazanılmıştır. Türkler orada sadece askeri bir başarı kazanmakla kalmamış, aynı zamanda bir insanlık destanı yaratmıştır. Aradan geçen bir asra yakın zamana rağmen her sene dünyanın öbür ucundan gelen devlet adamları ve halkın da katılımı ile törenlerle kutlanıyor olması, tarihe “Centilmenler Harbi” olarak geçen olayın bu insancıl niteliği yüzündendir. Alan Moorehead ölümsüz eseri “Gelibolu”da Çanakkale Harbi’ni şöyle anlatır(*): “Savaşın ve ölülerin toplanması için kararlaştırılan 9 saatlik ateşkesin en önemli sonucu, Anzakların o zamana kadar Türklere besledikleri nefret ve öç alma isteklerinin sönmüş olmasıdır. Anzakların öldürmeye kararlı oldukları düşman Türklere karşı hisleri onları tanıdıktan sonra saygıya dönüşmüştür. Anzak askerleri kendile rine dağıtılan gaz maskelerini kullanmayı reddederler. Nedeni sorulduğunda da ‘Türkler dürüst ve mert insanlardır, onlar gaz kullanmazlar’(**) yanıtını verirler. Anzaklar Enver Paşa’yı tanısalardı bu kadar emin konuşmazlardı. Aslında, politikacılar baştan itibaren görevlerini doğru dürüst yapsalardı savaşa lüzum kalmazdı.” Devletimizin İstanbul’un göbeğindeki Gezi Parkı’nda haklarını barışçıl yollardan savunmak için bir araya gelen aydın ve gençlerimize karşı giriştiği acımasız biber gazlı saldırıyı anlayışla karşılamak ve buna üzülmemek elbette mümkün değildir. Gezi Parkı’nda “ağacımı kestirmem” sloganı ile başlayan direnişçi eylem kısa zamanda ülkenin tamamına yayılmış ve bütün dünyanın desteğini arkasına alarak bir insan hakları ve demokrasi devrimine dönüşmüştür. Bu mücadele sırasında ölen ve yaralanan gençle rimiz insan hakları ve demokrasi şehit ve gazileri olarak anılacaklardır. Devrimin “haklarımı yedirmem” şeklinde formüle edilebilecek olan ana mesajı herkesçe açıkça anlaşılmış ve kabul edilmiştir. Devlet başkanımızdan hükümet yetkililerine, yerel idare yöneticilerine kadar gençlerimizin eylem ve barışçıl uygulama metodu takdirle karşılanmış, görüşlerinin dikkate alınacağı kamuoyu önünde kendilerine vaat edilmiştir. Başbakanımızın karşı söylemlerinin devrimin esası ile ilgisi yoktur. Muhatabı kendilerine oy veren zümredir. Amacı ise kalabalıkları arkasında tutabilmektir. Bu tavrından bir fırsatını bulup bir an önce dönmesi ülkemizin olduğu kadar kendi çıkarları açısından da önemlidir. Demokrasiye, insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne saygı gösterilmesi Batı’nın vazgeçilmez saydığı ilkelerdir. Batı, Türkiye’yi ortak olarak içine aldığı 60 seneden beri bu il kelere bizim de uymamızın bir zorunluluk olduğunu anlatmaya çalışmaktadır. Siyasi iktidarlarımızın bu konudaki vaat ve taahhütleri ise hep sözde kalmıştır. Her on senede bir karşılarına darbelerle çıkılmasından ve bu darbelerin amacının ülkemizde demokrasinin ve insan haklarının yerleştirilmesi olduğu yolundaki saçma ve çelişkili beyanlardan Batı artık bıkmıştır. Bu yüzden şimdi ülkemizde bu ilkeler doğrultusunda mücadele eden bir halk hareketinin kendiliğinden oluşmasının ABD ve AB’de destek görmesini, bunu şiddete başvurarak engellemeye çalışan hükümetin de tenkit edilmesini doğal karşılamak gerekir. Telekomünikasyon sistemlerindeki muzzam gelişmeler sayesinde bugün dünyanın her tarafında halkların uyanışına, haklarını elde edebilmek için yönetimlerle mücadelesine tanık olunmaktadır. Bu mücadelelerde başvurulan başlıca metodun şiddet ve terör olduğu, bunun da dünya barış ve huzurunu kökünden sarsan bir tehdit oluşturduğu görülmektedir. Gezi Parkı’nın kullandığı metot ise barışçıldır. Belki de dünyadaki barışçıl direniş ve devrimin ilk örneğidir. İşin sevindirici yanı, bunun benzeri bir ha (*) Gelibolu, Alan Moorehead Doğan Kitap, 7. Baskı, 2007, sahife: 167 (**) Çanakkale harplerinde gaz bombası kullanılmamıştır. reketin dünyanın öbür ucunda, Brezilya’da da uygulanmasına girişilmiş olmasıdır. Gezi Parkı girişimi artık bütün aydın genç neslin malı olmuştur. Onların kendilerine olan güvenlerinin artmasını sağlamış, ilerideki atılımları için moral vermiştir. Onların aile, çevre ve toplumdaki itibarlarını artırmıştır. Gezi Parkı’nda ateşleme görevi yerine getirilmiştir. Orada yakılan ateş kalplerde ve zihinlerde organize edilerek geliştirilerek ve yayılarak sürdürülmelidir. Devrimler kendi liderlerini yaratırlar. Hareketin doktrinini bilimsel düşünce ve araştırma ile kurumsallaştıracak bir yapıya ihtiyaç vardır. Gezi Parkı’nın bir köşesinin vatandaşın ve kurumların meşru görüş ve düşüncelerini açıkça dile getirebilecekleri bir konuşma köşesi Hyde Park corner gibi olarak düzenlenmesi ve bu geleneğin yaşatılması, isminin hatırlanması açısından olduğu kadar girişimin ruhuna da uygun bir davranış olabilir. “Duran adamlar”dan sonra devrimin “konuşan adamlara” da ihtiyacı olduğu unutulmamalıdır.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle