16 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 25 HAZİRAN 2013 SALI 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Kente Sahip Çıkma Bilinci Gençlik Devrimin Bekçisidir Halk bir sürü müdür? Özür dilerim. Ama zaman zaman içime bir kuşku giriyor. Türk halkı tam anlamıyla ne zaman uyanacak, diyorum. Yetmiş altı milyon insanız. Görünüşte Mustafa Kemal Atatürk’ün çizgisindeyiz. Gelip giden iktidarlar bunu önceleri sık sık söylerlerdi. İnansalar da inanmasalar da. Hiç değilse Atatürk’ün kurduğu bu devletin eski yolunda yürüdüğü kanısını duyurmak isterlerdi. Şimdi o da yok. Ne Tayyip Bey, ne de onlardan birinin ağzından böyle bir övgü ya da güzel bir söz çıkarmaz. Sıkılmasalar 29 Ekim’i değil, Osmanlı günlerinin bayramlarını gerçekleştirmeye kalkacaklar! Ama altı oklu devrimci Türkiye’nin yeniden gerçek yoluna dönmesi her gün biraz daha aranıyor. Sanki bir değerimizi yitirmek üzereyiz, onu bulmak, yeniden yaşama geçirmek çabasındayız. “Türk genci devrimlerin ve Cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir.” Bu söz milyonlarca insanımızın temel ülküsü mü? Yoksa anlayışsız politikacıların eliyle bambaşka bir yere mi sürükleniyor? “Bursa Söylevi”ni yeniden okumalıyız. Bu söylevi toplumda her atılımın öncüsü olarak bilmeliyiz. Mustafa Kemal Atatürk, Bursa’da ne demişti, anımsatmak istiyorum: “Elle, taşla, sopa ve silahla, nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır. Polis gelecek, asıl suçluları bırakıp suçlu diye onu yakalayacaktır. ‘Genç polis henüz devrimin ve Cumhuriyetin polisi değildir’ diye düşünecek, ama hiçbir zaman yalvarmayacaktır. Mahkeme onu yargılayacaktır. Yine düşünecek ‘Demek adalet örgütünü de düzeltmek, yönetim biçimine göre düzenlemek gerek’ diyecektir.” Gele gele AKP’lilerin, Tayyip beylerin yönettiği bir toplumda, insanların biraz da Atatürk’ün vasiyetindeki bu ilkeleri bir kez daha hatırlamaları gerekir. “Ben inanç ve kanaatimin gereğini yaptım” diyebilmeli. Mustafa Kemal’in gençliğe seslenişi unutulmadı. Hem de yeni bir kanla canlanıyor. Günümüz gençliğinin son günlerdeki coşkulu tartışmaları ve toplantılara katılan yüz binlerin varlığı devrim karşıtlarına bir uyarı dersi olmalı. “Seçimde üstün çıktım her şeyi yaparım, altı oklu devrim ilkelerini umursamam, ben kendi gericilik çizgimde tüm ulusu yanıma alırım” diye direnenler de er geç halkımızdan hak ettikleri yanıtı alacaklardır. Direniş sırasında Başbakan kışla konusunda mahkemenin yürütmeyi durdurma kararına uymaya razı olduğunu, gerekirse daha sonra referandum yapılacağını belirtti. Sormak gerekir: Mahkeme kararına herkes, her kurum uymak zorunda değil midir? Referanduma gelince, uzmanlık gerektiren bilimsel konularda halkoylaması yapılamaz. Doğan HASOL T ürkiye’nin çalkantılı beş gününde Europa Nostra Genel Kurulu için Atina’daydım. Europa Nostra, Avrupa’daki kültürel ve doğal mirasın korunması için çaba gösteren bir kuruluş. 250 üye kurumun yanı sıra 1500 bireysel üyesi var. Başkanı ünlü tenor Plácido Domingo. Kendisini “Avrupa Kültürel Mirası’nın Sesi” olarak tanımlayan kuruluş, koruma alanında lobi etkinlikleri yapıyor; çeşitli ülkelerde tehlike altındaki mirasın korunması yolunda çaba sarf ediyor ve başarılı koruma çalışmalarını AB Kültür Ödülleri ile ödüllendiriyor. Avrupa’nın her yanından gelmiş üyeler kongre süresince hep İstanbul’u sordular. Barışçıl gösterilerin polis şiddetiyle, basınçlı suyla, kimyasal gazlarla bastırılmasını anlamakta zorlanıyorlardı. TV’lerde bütün haberler Türkiye ile başlıyor, ilk haberleri sulugazlı Türkiye görüntüleri oluşturuyordu. Avrupa, “Taksim Gezi Parkı” adını İngilizce olarak ezberlemişti artık. İstanbullular kentlerine ve haklarına sahip çıkıp yeşili korumak isterken baskılarla sindirilmeye çalışılmaktaydı. Biz son zamanlarda ülke olarak bayramları kutlamak yerine zehir etmek girişimlerine alışmıştık. Ne var ki bu kez kent/kentli hakkı mücadelesi, öteki temel hak arayışlarının da eklenmesiyle bir toplumsal patlamaya dönüşmüştü. Olan biteni biz anlayabiliyorduk, ama yabancılara anlatmakta aciz kalıyorduk. Bu yıl ödül alan ülkeler arasında Türkiye yoktu. İçinde bulunduğumuz koşullarda bu durumun yadırganmaması gerekir. Biz neyi koruyoruz ki?.. Tartışılmaz bir değer olan Emek Sineması devletin himayesi altında daha geçenlerde yıkılıverdi. Korunması en kolay olan yeşili bile koruyamıyoruz. İşte Gezi Parkı… Başbakan Taksim Gezi Parkı’nı yıkıp yerine eski Topçu Kışlası görünümünde başka işlevli bir bina yapmakta ısrarlı. Yapılacak bina o kışlanın kopyası (replikası) bile olamayacak. Elde, yapım için gerekli bilgi ve belge yok. Ayrıca içi başka dışı başka uydurma bir yapı söz konusu. 1/1 ölçekte Miniatürk maketi gibi bir şey… Böyle bir uygulamanın mimarlıkta yeri olamaz. Halkoylaması yapılamaz Direniş sırasında Başbakan kışla konusunda mahkemenin yürütmeyi durdurma kararına uymaya razı olduğunu, gerekirse daha sonra referandum yapılacağını belirtti. Sormak gerekir: Mahkeme kararına herkes, her kurum uymak zorunda değil midir? Referanduma gelince, uzmanlık gerektiren bilimsel konularda halkoylaması yapılamaz. Zaten yasal olarak da yapılamayacağı anlaşıldı. Yine Başbakan, dört yıldan beri onarımı savsaklanan İstanbul AKM’nin yıkılacağını, yerine Barok tarzda da ha görkemli bir opera binası yapılacağını söyledi. AKM, yapıldığı dönemin mimarlık anlayışını ve yapım teknolojisini yansıtan önemli simgesel yapılarından biridir; korunması gerekir. Zaten ilgili Koruma Kurulu’nca da “Birinci dereceden korunması gerekli anıtsal yapı” olarak tescil edilmiştir. “O yapı çirkin, yıkılsın” diyenler bunu hangi yetkiyle söyleyebiliyorlar acaba? Sanatta ve mimarlıkta yapıtlar artık, “güzel” ya da “çirkin” diye değerlendirilmiyor. Bunlar göreceli kavramlardır; bugünün estetik değerlendirmesinde geçerlilikleri kalmamıştır. Barok mimarlığa gelince… Yaratıcısı olan ülkeler bile 19. yüzyıldan bu yana Barok mimariyi rafa kaldırdılar. Bugün Barok’u diriltmeye çalışmak boş bir çaba olur; tıpkı, SelçukluOsmanlı tarzı yapılar yapmaya özenmek gibi… Vaat edilen görkemli opera konusunda ise şu söylenebilir: Son zamanlarda benzer işlevli iki örnek gerçekleştirildi: Harbiye ve Haliç Kongre Merkezleri. Her iki yapının da mimarlık adına övünülecek yanı yok. Özetlersek, AKM yıkılamaz; korunarak, Milano’daki La Scala örneğinde olduğu gibi yenilenebilir; gerekirse mimari duyarlılıkla eklemeler bile yapılabilir. Taksim için üzerinde durulması gereken asıl konu şudur: İstanbul’un en önemli meydanı dayatmalarla düzenlenemez. En azından, kurallarına uygun bir mimari proje yarışması gerekir. İstanbul’un yeşil alanları Gezi Parkı örneğinde olduğu gibi yapılaşmaya açılarak tüketiliyor. Gerçekte kültürel ve tarihsel miras gibi, doğal değerlerin, kısaca “doğa”nın da korunması gerekir: Başta insan olmak üzere çevrenin, hayvanların, toprağın, yeşilin, suyun, havanın… AKP’nin Büyük Başarısı! Hiç kuşkusuz benim gibi muhaliflerin çok şikâyet ettiği, çok eleştirdiği Adalet ve Kalkınma Partisi içinde de kişilikli, akıllı ve dürüst insanlar var… Ama yapıyı gittikçe “Tek adam partisi” haline getiren iktidar sarhoşluğu, bireysel iradeleri baskıladığı için onları görmüyoruz, duymuyoruz! AKP içindeki değerli insanlardan biri de Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı gibi görünüyor. “Gibi görünüyor” diyorum, çünkü kendisini hiç tanımam… Ama bakanlığa geleli beri yaptığı düzeltmeler, insanı, hele benim gibi iflah olmaz bir iyimseri, biraz da olsa umutlandırıyor… Elbette şimdi “F klavye” konusundaki uygulamalarını da bekliyoruz! Bu girişi, Avcı’nın Gezi Parkı Direnişi’nin ilk günlerindeki değerlendirmesine dikkat çekmek için yaptım: “Muhalefetin senelerce uğraşsa da başaramayacağı bir şeyi 5 günde başardık. Normal koşullarda bir araya gelmesi düşünülemeyecek, birbirinden çok farklı kesimleri, grupları, fraksiyonları toz duman içerisinde birbirleriyle buluşturduk. Yalnız bu gösterilere katılan özellikle gençlere şunu da söyleme ihtiyacı duyuyorum: Bu toz duman dağıldıktan sonra, yanlarında yürüyen bazılarının kimler olduğunu gördüklerinde çok şaşırabilirler. Çünkü medyadan da takip ettiğimiz kadarıyla ve gelen bilgilere göre, birbiriyle imtizaç etmesi, birlikte davranması, birbirleriyle aynı yoldan yürümesi düşünülemeyecek olan farklı kesimlerin bir araya geldiği bir süreç... Yani bu gaz bulutları dağıldığı zaman, koltuğunun altında Orhan Pamuk’un kitabını taşıyan, Açık Radyo dinleyicileri, yanlarında koltuğunun altında ulusal gazeteler taşıyan beyaz bereli çocukları görürlerse hiç şaşırmasınlar.” HHH Avcı’nın teşhisi doğru, uyarısı gereksizdir: Çünkü oradakiler, Atatürk resmiyle Öcalan posterinin yan yana asıldığı bir meydanı bizzat kendileri ürettikleri için, nerede ve kimlerle birlikte olduklarını çok iyi görüyor ve çok iyi biliyorlardı. AKP yöneticileri, bu mucizevi birlikteliğe, Avcı’nın sözleriyle, “birbiriyle imtizaç etmesi, birlikte davranması, birbirleriyle aynı yoldan yürümesi düşünülemeyecek olan farklı kesimlerin bir araya geldiği bir süreç”e nasıl yol açtıklarını, onu hangi ceberut kibirleriyle gerçekleştirdiklerini sorguluyor mu acaba… Tepeden baktıkları için, polise sıktırdıkları su ve gaz bulutları arasında kaybolan meydandaki gerçekleri göremeyenler gençler değil de, onlar olmasın! Çamlıca Tepesi’ne cami Yeşili yok edecek başka bir tasarı da Çamlıca Tepesi’ne yapılmak istenen camidir. Söz konusu 30 bin kişilik caminin doğru yeri Çamlıca Tepesi midir acaba? Hangi plan bunu öngörüyor? Ayrıca, şunu belirtmekte yarar var: Cami gösteriş için değil, bir ihtiyacın karşılığı olarak yapılır. Camideki anlayış tapınaktan farklıdır. Bilindiği gibi, Yunan tapınağı şehrin hâkim tepesinde yer alır. İşte Atina’daki Akropolis… Parthenon her yerden görünecek şekilde oradadır. Camiyi tapınak haline getirmeye mi özeniyoruz? Kadıköy’deki tarihi Kuşdili Çayırı, Göztepe Parkı, Maslak’taki Fatih Ormanı da topun ağzında. Boğaz’a 3. köprü, kuzeyde yapılacak yeni havalimanı ve Kanal İstanbul ise çevrelerini ranta dönük yapılaşmaya açacak, İstanbul’un akciğerleri konumundaki ormanlık alanları ve su havzalarını yok ederek belki de İstanbul’a indirilecek en büyük darbeyi oluşturacak. İstanbul için planlama süreçlerinde öteden beri kabul edilen temel ilke, şehrin hiçbir şekilde kuzeye doğru yayılmamasıydı. 3. havalimanı ve 3. köprü bu temel ilkelere tümüyle aykırı. İstanbul, plansızlıkla ve bilim dışı tutarsız kararlarla tam bir azman şehir haline geldi. İstanbullular, artık şehirlerine ve demokratik haklarına sahip çıkmak istiyorlar. Taksim direnişi bunun ilk adımı oldu. Ergenekon Davası ve Savunma Bitkinliği K Celal ÜLGEN Avukat ent merkezinden 74 kilometre uzakta, Silivri Cezaevi yerleşkesi içinde kurulan duruşma salonu. Ergenekon adı verilen davada toplam 289 sanık ve bu sanıkların avukatları, yakınları ve de “açıklık ilkesi” gereğince bu davayı izlemeye gelenler... Haftada, çarşamba, cumartesi ve pazar hariç 4 gün sabahtan akşama dek duruşma. Bilinçli bir yer seçimi. Hukuksuzlukları gözden ırak tutma, sanıkların ve ailelerin dayanma gücünü tüketme, avukatların başka iş alma olanağını etkileme ereği için başka ne yapılabilirdi ki... Geliş ve gidiş sırasındaki trafik, bu mahkemeye ulaşımı ve dönüşü bazen 2, bazen ise 4 saate çıkarabiliyor. Hele Anadolu yakasından gelenler için tam bir işkence... Bütün bunlar kabul edilebilir, engeller aşılabilirdi. Ancak bir konu vardı ki, bu engel asla aşılamazdı. Sanıkların avukatla temsili sorunu... Hangi sanık haftada 4 gün sabahtan akşama dek duruşma için avukat görevlendirebilirdi. Hem kimin gücü yeterdi bir avukatın çarşamba hariç tüm hafta mesaisini kendisine yöneltmesine? Ya da bir başka yönü ile hangi avukat başka bir iş almadan tek bir dava ile yaşantısını sürdürebilirdi... Ve amaçlanan da buydu... Savunma bitkinliği yaratmak.. Duruşma başladıktan kısa bir süre sonra sanıklar avukatsız kalmaya başladılar. Duruşma tutanaklarını incelediğiniz zaman göreceksiniz bazı duruşmalarda 500’e ulaşan avukat sayısının nasıl bire, ikiye düştüğünü... Böyle bir dava olabilir mi? Zorunlu müdafinin bulunması gerekli olan davalarda salt karar anında değil, duruşmasının her aşamasında sanıkların yanında avukatlarının olması bir zorunluluktur. Bu gerek görmezden gelindi... Kaba saba bir yargılama, özel yetkili mahkemelere yakışan bir süreçle işin sonundayız. 5 Ağustos’ta yargılamanın esas unsuru olarak değil, salt figüranı olarak algılanan avukatları bir usulü yerine getirmek, yüzlerine karşı kararı sıvamak için çağırıyorlar. Gelmeyenler için suç duyurusunda bulunulacak tehdidiyle... Mahkeme ne yazık ki bütün uygu lamaları sırasında savunma makamını görmezden gelmiş, onun mesleğini yapma koşullarını güçleştirmiş hatta olanaksızlaştırmış ve şimdi de merasim bölüğünü çağırır gibi 5 Ağustos’ta yapılacak duruşmada hazır olmalarını istiyordu. Bu gereksinimi önce neden anımsamadın ey mahkeme? Bir traktörün tarlaya vurulması gibi sürdün gittin... Bazı sanıklar için bir saat, bazı sanıklar için ise 2 saat süre tanıdın. Sana göre bu eşitlik sağlamaydı. Ancak bazı zamanlarda eşitlik eşitsizliğin ta kendisiydi, bunu göremedin... bir kısım sanıklar için 1 saatlik savunma süresi çok, bir kısım sanıklar için ise 2 saatlik savunma süresi çok az bir süre sayılıyordu. Bu gerçeği göremedin. Matematiksel bir şablonla yargılamayı bir an önce bitirme telaşına girdin. Bu uygulamalar sonucu en çok dikkat çeken bir konu vardı. Bazı sanıklar ki sayıları 100’ü aşıyor, “Eski ifademi tekrar ediyorum” tarzında bir savunma ile işi bitirdi. Bir kısım sanıklar ise zorunlu avukatlık kapsamına girmediği için avukatları olmadan, bir iki sözle savunmalarını yaptı. Bu sanıkların çoğu, göreceksiniz genel bir mantıkla ya da mantıksızlıkla mahkum edilecek... Bir mahkeme bu durumu nasıl görmezden gelebilir? Bu durum çifte katmanlı bir “savunmansızlık” yaratmıştı. Yani savunma bitkinliği vardı. Birçok tutuksuz sanık avukat görevlendirme olanağına sahip olamamış, güle oynaya bir eğlenceye gider gibi iki satırlık savunmalarla yetinmişti. Gerçi sayfalar dolusu savunma yapsan ne olacaktı? Sonuç belli değil miydi? Ama ne olursa olsun, bir mahkeme asla sanıkları savunma bitkinliği (zafiyeti) içine düşürmeyecekti...
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle