28 Aralık 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 8 NİSAN 2013 PAZARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER ‘Zamanın Ruhu’ Yatırımlı Tehlike BOĞAZİÇİ üzerinde hayra alamet sayılamayacak bulutlar gezinmeye başladı: Milliyet’in önceki günkü haberine göre “Entertainment Development Partner” adlı bir “konsorsiyum” üç milyar dolarlık bir yatırım önerisiyle kapıda. Adından da anlaşıldığı gibi, eğlence kesimi ağırlıklı bir gelişme tasarımına ortak aramak için oluşturulmuş bir sermaye topluluğu bu. Kapısı çalınan Ekonomi Bakanı Sayın Zafer Çağlayan öneriden çok etkilendiğini söylüyor. Danışmanlık şirketi Pricewaterhouse Coopers’a yaptırdığı araştırmada 2016 Türkiyesi’nin filmcilikte dünyadaki ilk 10’a gireceği müjdelenmiş. Yatırım Konsorsiyumu’nun da vurgulandığını söyleyen Bakan, Los Angeles’ta muhabir Kadife Şahin’e “Onlar Türkiye, Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Balkanlar’da bu yüzden her türlü yatırımı yapmaya hazırlar” demiş. Yazıldığına göre, Boğaz’ın Avrupa yakasına film stüdyoları, tema parklar, oteller falan yapılacakmış... ayın Bakan’ın Türkçesi düzgündür ama onun açısından hayırlara vesile olması gereken bir konuyu açıklarken “bunun için, bundan dolayı” gibi olumlu deyişler yerine nasıl olup da olanca olumsuzluğuyla “bu yüzden” demiş olması endişe verici sayılmaz mı? Üstelik “her türlü” deyimi de “en iyiden en kötüye kadar” her çeşit olasılığı ister istemez akla getirmiyor mu? “Bu yüzden üzüldüm” dersiniz ama “Bu yüzden sevindim” demezsiniz herhalde. Belki, sadece bir dil sürçmesidir. Yoksa, pek hayırlara vesile olacakmış gibi gözükmeyen bir dev yatırımın söz konusu edilmesinden ileri gelen bilinçaltı bir sinsi isteksizlikten, hatta korkudan ileri gelen şaşırma mı? ünkü baksanıza, yer ve şirket adlarına, kavramlara, para miktarına: Boğaziçi, Hollywood, eğlence, yatırım, üç milyar dolar… Elbet, şom ağızlı olmanın sırası değil. İnşallah, yatırım gelir, istihdam artar. Ama Boğaziçi? Tepeler, koylar. korular, hisarlar, saraylar, yalılar? Okyanus ötesinden gelen bu muazzam çullanışa karşı tek çare, Montreux Sözleşmesi’yle kaldırılan askersizleşmiş Boğazlar bölgesinin sınırlarını yeniden çizmek ve o bölgede hiçbir şeyin değiştirilemeyeceğini, değiştirilmesinin önerilemeyeceğini ilan ederek anayasa hukukunda yapamadığımızı hiç değilse tarih ve doğa güzelliği konusunda yapabildiğimizi göstermek mi olabilir acaba? Bu yüzyılın başında, zamanın ruhu, “küreselleşen dünya” idi. Ne olduğunu tam anlamadan o ruha sarıldık, şimdi ondan sıyrılmakta zorlanıyoruz. “Barış için savaş ruhu”na kapılan insan, çıkış yolunu bulamıyor. Gerçekler karşıtlarıyla geçerlidir; dillerdeki her atasözünün tam zıtları vardır. Yerine göre, karşıtının geçerliliği öne çıkabiliyor. Bozkurt GÜVENÇ G eç saatlerin “Neler oluyor/ Türkiye nereye gidiyor?” programlarını izlerken yorulmuş olmalıyım. Söz, “zamanın ruhu”na gelince ekranı kapattım. Sabah, dilimin ucundaki “zamanın ruhu” ile uyandım. Türkçe sözlüklerde “zamanın ruhu” kavramı yok ama son günlerde “zamanın ruhu” söylemi, dillerden düşmüyor. Ne olduğu, nereye varacağı şimdilik belirsiz görünen bir ruh! Almanca zeit ve geist sözcüklerinden türetilen zeitgeist, Batı dillerinden Türkçeye “zamanın ruhu” (aklın fikri, ortak eğilimi, sesi soluğu) olarak aktarılmış. Zihinlerde yarattığımız zeit (zaman), geist (ruh) ile yan yana gelince, “sanalın sanalı” oluyor. Sonsuz ya da sıfırın karesi, eksi sayıların karekökü gibi, yazılan, çizilen, ancak sayıya, hesaba kitaba gelmeyen soyut, gerçeküstü bir kavram. Tarihçi Hegel, Almanca geist kavramını , “medeniyet” adı verilen tarihi varlık alanında, “zaman ve mekânda olup bitenlerden bağımsız olarak ken Zamanın ruhu dini gerçekleştiren, mistik bir güç” anlamında kullanmıştı; sosyal bilimcilerin karmaşık “yapı”, insanbilimcilerin “kültür”, tarihçilerin “medeniyet”, psikologların “ruh”, ilahiyatçıların “kutsal ruh” ya da “vahiy” dediği bir varlık veya onu yöneten, yönlendiren güç... Osmanlıca “zemin”; beş duyumuzla tutulur, görülür, duyulur, koklanır ve tadılır bir varlık alanı; “zaman” ise duyularımızla algılayamadığımız sanal bir kavramdır. Fransızca roman türü için kullanılan “zaman kurgusu” ile konjonktür (uygun veya geçerli durum), Almanca zeitgeist’a yakın kavramlardır. Halk dilinde, “geçti Bor’un pazarı”, denir ve Niğde yolu gösterilir… Pazarlar, mekânlar döngüseldir, gecegündüz, mevsimler geçer gider, iklimler yinelenir. Zamanın ruhu ise tarih gibidir; yenilenmez, yinelenmez. Şair, “Hiçbiri bir yere gitmiyor, geçip giden biziz” diyor. Tarih tekerrürdür sözü, evrensel değilse bile yaygın bir yanılgıdır. Mehmet Akif uyarmıştı: “Ders alsaydık tarih tekrarlar mıy dı hiç?” Zamanın ruhu deyimi “eski hamamın eski taslarıyla” karıştırılınca, türlü sorunlara yol açar. Bu yüzyılın başında, zamanın ruhu, “küreselleşen dünya” idi. Ne olduğunu tam anlamadan o ruha sarıldık, şimdi ondan sıyrılmakta zorlanıyoruz. “Barış için savaş ruhu”na kapılan insan, çıkış yolunu bulamıyor. Gerçekler karşıtlarıyla geçerlidir; dillerdeki her atasözünün tam zıtları vardır. Yerine göre, karşıtının geçerliği öne çıkabiliyor. David Fromkin, 191422 yıllarında Ortadoğu barışını ve Osmanlı’nın çöküşünü incelediği eserinin adını, Mareşal Wavel’in “Barışa Son Veren Barış” tanımlamasını koymuştu (Türkçesi, Epsilon Yayınları). Birinci Savaş sonrasında, zamanın ruhu “barış” istiyordu. Wavel’e göre, barış yapmak için Paris’te toplanan diplomatlar, barış yerine İkinci Dünya Savaşı’nın tohumlarını ektiler. İkinci Savaş da Birleşmiş Milletler’in barış özlemleriyle sonuçlandı; ama yorgun dünyamız, medeniyetin sonu demek olan nükleer bir savaşın eşiğinden döndü. Süper güçler, nükleer gücün tekelini korumak istiyor. “Zamanın ruhu” zaman zaman “BARIŞ” diyor ama sömürüye son verip huzurun ve devletin temeli olan adil düzeni kuramıyor; kurulanı yaşatamıyor. Sorun söylemde değil, eylemde. Herkes barış istiyor ama barışa son vermeyen bir barış! Harem’e Olimpiyat Stadı Doğan HASOL imdi bu da nereden çıktı?” demeyin. Hani Türkçede “Olmaz olmaz!” diye bir söz vardır. Çok doğru… Bakarsınız bu da oluverir. Bugüne kadar neler olmadı ki?.. 2020 Yaz Olimpiyatları’nı ve Engelli Olimpiyatları’nı İstanbul’a almak için girişilen tanıtım kampanyasının adımlarından biri bu. Harem’de limanın ve şehirlerarası otogarın bulunduğu yere 70 bin kişilik bir stadyum yapılacakmış; olimpiyat oyunları sonrasında da bir bölümü sökülerek 20 bin kişilik hale getirilecekmiş. Stadın adı bile hazır: Boğaziçi Stadı! Bizim bildiğimiz kadarıyla bu tür işler şehir planı, hatta bölge planı kapsamında yapılır. Bu stat acaba İstanbul’un hangi imar planında görülüyor? Kararı kim, hangi araştırmalara göre vermiş? Anlaşılıyor ki Uluslararası Olimpiyat Komitesi’nin (IOC) Değerlendirme Komisyonu üyeleri, verecekleri şehir seçimi kararının ön araştırmaları için İstanbul’da karşılanırken, bizim yetkililer Harem’e böyle bir stat yapılmasına ya da yapılacakmış gibi gösterilmesine yönelivermişler. Zaten stadın gazetelerde çıkan canlandırma resimleri de alelacele çırpıştırılmış izlenimi veren kaba saba görüntüler. Bizde olimpiyat işiyle ilgilenenler ve ilgili bakanu Bizim bildiğimiz lıklar IOC’yi göz kadarıyla bu tür boyama yoluyla işler şehir planı, kandıracaklarını hatta bölge planı sanıyorlarsa çok yazık! IOC yökapsamında yapılır. neticileri konulaBu stat acaba rını çok iyi bilirİstanbul’un hangi ler; onları tutarsız projelerle ikna etimar planında mek kolay değilgörülüyor? dir. Önerilen staKararı kim, hangi dın İstanbul’a zarar vereceğini bile araştırmalara göre düşünüp kötü puvermiş? an verebilirler. Olimpiyatların İstanbul’da yapılmasından yana olduğumu belirteyim; bunu defalarca yazdım. Ne var ki bu isteğimizin gerçekleşmesi ciddi olmamıza çok bağlı. Gelelim ülkemizde bu tür konuların ele alınış biçimine… Bugünlerde, kentsel planlamayı etkileyebilecek en önemli kararlar, başta İstanbul olmak üzere bütün şehirler için, var olan planlar ve yerel yönetimler aşılarak Ankara’dan verilir oldu. Bu durum bölgesel plan kapsamında bir ölçüde kabul edilebilir; ancak plan varsa ve onun kurallarına uyulması kaydıyla… Yoksa “ben yaptım oldu” anlayışıyla değil! Ne yazık ki son zamanlarda alınan pek çok karar o anlayışın izlerini taşıyor. İşte inatla sürdürülen Taksim Meydanı düzenlemesi; Taksim Gezi Parkı’na yapılmak istenen, dışı başka içi başka tarihi kışla görünümlü rant tesisleri, Çamlıca’ya, Göztepe Parkı’na cami, Haydarpaşa Garı ve çevresi, Boğaz’a üçüncü köprü, Avrasya Tüneli, Galataport Projesi vb… Yıkılmak istenen Emek Sineması, İnönü Stadı vb… Yok edilen Taksim Gezi Parkı… Üzerinde önemle durulması gereken başka bir nokta da şudur: Geçici kaydıyla yapılan kimi yapılar zaman içinde süreklilik kazanıyor. İşte örneği: Galata’daki antrepolar ve transit ambarları. Bu tesisler 1950’li yılların ikinci yarısında Adnan Menderes’in başbakanlığı döneminde, imar planında yer almadığı halde kendisinin kararıyla “geçici” kaydıyla yapılmıştı. Bu tesisler, yapılacak planlara göre İstanbul yakınında daha uygun başka bir yere taşınacaktı. Ne var ki bu durum gerçekleşmedi, liman işlevi başka yerlere taşındıysa da Galata’daki o geçici tesisler kalıcılık kazandı. Şimdi onların “geçici”likleri bir yana bırakılıyor ve yerlerine, ranta dönük, çok daha yoğun yepyeni binalar yapılmaya çalışılıyor. Yıkılıp yeniden yapılması istenen İnönü Stadı’nda da benzer bir durum söz konusu. Aslında baştan yanlış yere yapılmış olan makul ölçüdeki stat yıkılarak yerine çok daha büyüğü yapılacakmış. Bu hangi planda var? Birisi lütfen açıklayabilir mi? Defalarca yazdık, Dolmabahçe böyle bir yükü kaldıramaz. Üstelik, mimarisi nedeniyle mevcut yapı yasal koruma altında… Harem Stadı konusunun da benzer bir statüye geleceğinden korkulur. Yapılır mı bilemem ama, yapılırsa korkarım ki o da kalıcılık kazanır. Hemen şunu da anımsayalım: İstanbul’da bizim 80 bin kişilik bir Olimpiyat Stadımız yok mu? O stat ne yazık ki Amerikalıların ölü yatırımlar için kullandıkları deyişle, bir “beyaz fil” oldu; bugün hiçbir işe yaramıyor. Şimdi ondan vazgeçip yenisini yapmayı IOC yetkililerine vaat ediyoruz. Bir yandan İstanbul’u, bir yandan da kaynaklarımızı tüketiyoruz. İstanbul tek… Kaynaklarımız da o kadar bol değil. Sürekli savurup duruyoruz. Aslında, kaynaklar kıtsa bunları daha özenli, daha akıllıca kullanmak gerekmez mi? Bu soru dünyanın incisi İstanbul için de geçerli. “Ş ‘Barışa Son Veren Barış’ Mekânın ruhu S Türk’ü, Türkçeyi Dışlayarak Demokratikleşmek Türkçeye ve Türk’e savaş açmak, hak aramaksa demokrasiye, hak ve özgürlüklere inanan hiç kimse, kendisi dışındakileri karalayarak, yok sayarak hak aramaz. Dönülmez yola girmeden herkes aklını başına almalıdır! Sevgi ÖZEL ve bilim için Arapça, sanat için de Farsça öğrenme gereği duymuş; Batılıların, “Türk, Allahı’na Arapça, sevgilisine Farsça, ailesine ise Türkçe seslenir” nitelemesine uygun olarak üç dilli bir duruma düşmüştü. Bugün bu dillere İngilizceyi de ekledi. XIV. yüzyılın ünlü şairi Âşık Paşa, “Türk diline kimse bakmaz idi/ Türklere hergiz gönül akmaz idi” dizeleriyle yakınmıştı. Osmanlı aydınları da Arap abecesiyle Osmanlıcadan kurtulmak için türlü öneriler geliştirmişti. 90 yıl sonra yüzyıllar öncesine yürür olduk. Türk demek, Türkçe demek adeta suç! maya hız verdiler; bu hesaplaşma, demokratikleşme diye yutturuluyor; uzaktan dolma akıllılara göre, 90 yıllık baskı dönemiyle yüzleşiyoruz. Yüzleşmenin önündeki tek engel Türk ve Türkçe… Başka ülkelerde olduğu gibi bizde de yurttaşların bir kısmı iki dillidir; iki dillilik bir ayrıcalık değildir, varsıllıktır. Ortak dille eğitim temel gereksinimdir; eğitim, sağlık ve adalet kurumlarında ortak çıkarlar için ortak dille akıl üretilir; iki dilli yurttaşın hakları da gözetilir. Ulusu bir arada tutan dildir; iktidarın bastırdığı, iki dilli yurttaşların da sarıldığı gibi din öğesi değildir. Bizleri yüzyıllarca bir arada yaşatan da çatı dil Türkçe olmuş; her insan inancını yaşamış, kendi dilini kullanmış ancak her türlü iletişimi ve alışverişi, Osmanlıcaya karşın Türkçeyle sağlamıştır. Kitaplıklarımız gibi belleklerimiz de her inanç ve kökenden insanın ürünleriyle, şarkı türküleriyle doludur. Çözüm yolu bir güçlüğü ortadan kaldıracak düşünce, eylem üretmektir; çözülmeye çanak tutmak değil. Türkçeye ve Türk’e savaş açmak, hak aramaksa demokrasiye, hak ve özgürlüklere inanan hiç kimse, kendisi dışındakileri karalayarak, yok sayarak hak aramaz. Dönülmez yola girmeden herkes aklını başına almalıdır! Ç M EB, ders kitapları hazırlanırken “Atatürk ilke ve inkılaplarına, laik, sosyal, hukuk devletine uygun olma” ölçütü aramıyor; bakanlıklar, valilikler, kaymakamlıklar, TV’ler Atatürk’ün adını, sözlerini, imzasını siliyor. Devlet televizyonuyla özellerde gece gündüz “90 yıllık karanlığın bitmek üzere olduğunu, 90 yıllık baskı, asimilasyon” yüzünden “halklar”ın “zulüm” gördüğünü anlatan sözde tarihçiler, bilgi fukarası siyasetçilerle gazeteciler yarışıyor. Yakın tarih öylesine çarpıtılıyor, öylesine suçlanıyor ki, yoksulluğu, umarsızlığı, bilgi eksiği hiç bu denli derinleşmemiş olan halk Cumhuriyetten, kurucularından “nefret”e koşullandırılıyor. Bizler Kurtuluş Savaşı’nı yapanları, devrimlerin coşkusunu yaşayanları tanıdık; dedeler nineler savaşın nasıl kazanıldığını biliyorlardı; hem yayılmacıyla hem doğuda batıda yayılmacıyla işbirliği yapan, “din” öğesini kullanan isyancılarla savaşmışlardı. Bu halk, dili din için kullanan kara sakallıdan kurtulunca, kılık kıyafetini, ölçüsünü takvimini yenileştirmiş; devlet “dinsel” kimliğini soyunarak eğitimde birlik sağlanmış; kadınlar toplumsal yaşama katılmış; Cumhuriyetin ortak dili Türkçeyle bilim, sanat ve uygulayımbilimde çağdaş dünyayla yarışa hazırlanmıştı. Cumhuriyetin kurucu çoğunluğunun dili Türkçenin ortak dil olması, öteki dillerin yadsınması anlamına gelmiyordu. İnancına ve kökenine bakmadan herkesi yok edecek bir savaştan çıkan, kendi üretimiyle geçinen bireylere Cumhuriyet, yurttaşlık kimliği kazandırmıştı. Şimdi yadsınan, horlanan bu kimliktir. Günümüzde olay ve oluşumlara yurttaşlık penceresinden bakamayan siyasal iktidar öteden beri Cumhuriyetin değerleriyle kavgalı olanların ardılıdır ve kavgayı tehlikeli bir noktaya taşımıştır. Milliyetçi muhafazakârlar, Türkçeyi hiç sevmezler; çünkü muhafazakârlığı Arap’ın ve Arapçanın üstünlüğüne dayandırırlar. Yüzyıllar önce Müslüman Türk, tapınma ğitim dinselleştirildi Cumhuriyetten önce yayılmacı, özellikle doğu bölgemizde onlarca okul açmış; dilini öğretmeye girişmişti. Artık okul açmıyor; tüm okullar yayılmacının diliyle eğitim yapıyor. Bu duruma milliyetçi muhafazakârlar hiçbir zaman tepki vermediler. AKP iktidarıyla İngilizce eğitime Arapça, eski yazı ve dil de eklendi. Eğitim kurum ve kuralları dinselleştirildi. Üniversite susturuldu. İnanç ve köken farkı siyasanın karıştırıcısı olup Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları inanç, köken ve dil kavgasına başlayınca, yayılmacının ağzına bakanlar, Atatürk ve Türk devrimiyle hesaplaş E Eğitimde Karmaşa ve Uyumsuzluk E İ. Gürşen KAFKAS Eğitimci Yazar ğun habercisidir. Eğitimde yaşananlar, Cumhuriyete, demokrasiye ve laikliğe karşı bir sivil darbedir. Oysa ki eğitim işi bir tutkudur. Eğitimdeki bu kabuk değişimi, dinselliğe çağrıdır. Bu yaklaşımla, Umur Talu’nun özlü sözüyle “Bireyler sadece kul değil, pul oldular”. Getirilen bu eğitimle, bireyler pul gibi değersizleştiriliyor. Sorgusuz, uyumlu bir nesil istenmektedir. Eğitimde bu yozlaşmaya karşı, yürekli duruş kaçınılmazdır. Çünkü eğitim emek ister. Okullarda kılık ve kıyafet serbestliği ile çağdaş bir yapı söylemi aldatıcıdır. Kıyafet serbestliği, kızların başörtüsü ve kapanma sorununa kılıf hazırlamadır. Ergen çağdaki gençlerin giyim yarışına yönelişinin ailelere getireceği yük, ebeveynle ergen çatışmasının kaçınılmazlığıdır. Dünya sorunlarının çözümünde laiklik, akılcılık ve bilimsellik öngörülmektedir. Dinin hakkı dine, devletin işlerliği devlette olmalıdır. Toplum; din, dil, ırk, mezhep vb. her tür farklılıklar düşünülmeden eşit, özgür, çağdaş ve düzeyli bir bütünlükte olmalıdır. Temel kavram “in n büyük zenginliğimiz olan 20 milyon dinamik ve yeniliğe açık genç nüfusumuzu bilimsel yöntemlerle eğitmek yerine, dinselliğe yönlendirmek gelecekte acı sonuçlar yaratacaktır. G. Jampbelli, “Haklı ve özgür tartışma, gençliğin en büyük dostudur” özdeyişiyle gençlerin nasıl bir eğitim istediklerini özgürce tartışmalarının hakları olduğunu belirtmektedir. Çünkü gelecek gençlerindir. Ülkemiz gençleri, umutsuz ve kaygılı bir bekleyiştedir. Yaratıcı, güncel, bilimsel, sorgulayıcı, çağdaş ve uygulayıcı eğitimden giderek uzaklaşıldığı görülmektedir. 4+4+4 sistemi eğitimde belirsizlik, dinselliğe dönüşüm, dini geliştirme ve yaygınlaştırmayı amaçlamaktadır. Uygulanan bu sistemle eğitimde dinselliğin yurdun her yanına yaygınlaştırılmasının amaçlandığı görülmektedir. Akıl ve bilim içerikli eğitim yerine, dinsel olgulu, ortaçağı hatırlatan eğitim, doludizgin uygulanmaktadır. Uygulanan 4+4+4 sistemiyle büyük bir karmaşa yaratılmaktadır. Eğitimdeki uyumsuzluk, toplumsal değerde karışıklığın ve uyumsuzlu san” olmalıdır. Dini, dili, mezhebi bireyin olsun. İnsanca davranışı, yaşamı, özgüveni, onuru ve huzuru ortak payda olmalı. Bendenondan olma yerine, tümüyle bütünsel olmalı. İnsanlarımızın, birbirleriyle barışık, akılcı ve verimli olacakken, güvensiz, ayrımcı, umutsuz, sevgisiz eğitilmeleri, bizleri ortaçağın karanlığına götürecektir. 600 yıl, karanlıklarda yaşam sürdüren halkımıza, çocuklarına, Cumhuriyetin kazanımlarına yazık oluyor. Çağdaş ülkeler bilimin doruklarında, bizler üzüm bağlarının koruklarında yol alıyoruz. Atatürkçü kazanımlar yok sayılıyor. Cumhuriyetin tüm değerleri öteleniyor. Toplum ayrışım noktasında. Eğitimdeki karmaşa, kaos ve bilimsel çöküş her yönüyle görülmektedir. Montaigne denemelerinde, “Bizi mutlu eden bir şeyi edinmek değil, onun tadına varmaktır” diyor. 4+4+4 eğitim sisteminin kimse tadına varamadı. Tadı yoktu da ondan! 4+4+4’le öğrenciler şaşkın, okullar yetersiz, öğretmenler huzursuz, veliler umutsuz bir bekleyiştedirler. “Çağdaşlık varken, bağnazlık niye? Barış varken, savaş niye? Sevgi varken, nefret niye? Bu karmaşa, bu uyumsuzluk niye?..”
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle