25 Kasım 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 26 MART 2013 SALI 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER İki Çanakkale, Bir Hitabe! Kitaplıklarda baş yeri alacak bir yapıt... İşte Emekli Albay İkrami Özturan’un “Elveda”sı... Kime bu “elveda”? Size bize hepimize. Yaşamın kendisine mi, yaşamın güzelliklerine mi, yoksa acılarına mı? “Elveda” bugünden geleceğe bir sesleniş, daha doğrusu bir çığlık, bir feryat. “Esarete giden yol” diye başlamış! Ardından “Esaret”, “Esarete giden yol”, “Esirler kampı”, “Hasdal Cezaevi”, “Balyoz davası”, “Esirlerin aileleri” diye sürdürüyor. Tarihten de bir örnek veriyor. Yalan suçlamalarla, ithamlarla ağır hapislere mahkum edilen insanları anlatıyor. Bir örnek de Fransa’dan, ünlü Dreyfus olayı. Düşmanca bir suçlama ile ordu dışına atılıp sürgünlerde yıllar geçiren bir askerin serüveni... Ya bizde olup bitenler, belki daha da olacaklar? Yalnız askerleri saymak uzun bir listedir. Generalden albaya, yüzbaşıya kadar Türk ordusunun önde gelen değerleri bugün işsiz güçsüz hapislerdedir! Beş sene oldu! Adalet nerde, ara da bul bulabilirsen? Tutturmuşlar Balyoz da balyoz... Kimin tepesine inecek demişler, Kemalistler hedef olmuş. Mahkemeler bile etkilenmiş yanlış yorumlarla... Amaç Türk ordusunun saygınlığını bozmak! Düşünün bir ülkenin genelkurmay başkanı bile yakalanmış, içeri atılmış!.. Sayıları ne kadar mı hapisteki askerlerin? Akıl almayacak kadar!.. “Balyoz davasında ihmalleriyle, kasıtlarıyla, korkaklığıyla, önyargılarıyla, neme lazımcılığıyla, gafletleriyle, dalaletleriyle, hıyanetleriyle suçlananların kimler olduğunu zaman ortaya koyacaktır.” Sizler, bizler yurdumuzda işlenen bir çeşit cinayetin tanıklarıyız. Milyonlarca insanımız belli amaçların elinde bir kukla haline getirilmiştir. Niye yaşıyoruz gözümüzün önünde bu korkunç çirkinliği diyenlerimiz o kadar az mı, yoksa hiç mi yok? Ne yapılıyorsa hepsine bizler de katılıyor muyuz? Ne dersem diyeyim, ne yazarsam yazayım, toplumun acısı bitecek gibi değil. Her şeyden önce bir barış havası yaratmak gerek. Ama bu vahşet uygulamaları böyle bir insanca duyarlığa izin vermiyor. Okuyun “Elveda”yı, bugün de yarın da sağlam bir belge olarak kuşaklara kalacak. Gelecek kuşakların geçmişte bu ülkede ne korkunçluklar yaşandığını bilmeleri için? Belki daha da ne biçim işler olabileceğini anımsatmak için! Kime ‘Elveda’ u Hitabe, gençliği, yalnızca Mondros Ateşkes Sözleşmesi’yle yüz yüze getirmekle yetinmiyor, Conkbayırı’nda babalarının, dedelerinin döktüğü ve kendilerine can verdiği kandan kan aldıklarını da çığlıklanıyor. Muzaffer İlhan ERDOST TİHAK / Türkiye İnsan Hakları Kurumu Başkanı Ateşkes sözleşmesinin yürürlüğe girMondros Ateşkes Sözleşmesi’nin birinci maddesinde ifadesini bulan “Ça diği saatte, 31 Ekim 1918’de, Yıldırım nakkale Yenilgisi”, Kemal Atatürk’ün Orduları Grubu Komutasını alan Musgözlerinden akan yaş olur, tarih tunç tafa Kemal Paşa, İngiliz ve Fransızların İskenderun’u ve Kilikya’yı doğrulaşır: “Gençliğe Hitabe” olur. Gençliğe Hitabe’nin, ülkeyi düşman dan işgale hazırlandığını iletecek, Geişgalinden kurtaranlara, Cumhuriyeti nelkurmay Başkanlığı şifreli telgrafınkuranlara kin duyanların dilinde kirle da, “İskenderun’un işgaline dair mütilmeye çalışıldığı günlerde Cumhuri tarekede bir kayıt ve şart olmadığınyet Gazetesi Kültür Merkezi’nde din dan engel olunması gerekir. Şayet ısleyenlerle paylaşılmıştı bu metin. Din rar ve cebirle girmeye kıyam edermez, dindirilemez acımız Barışta’nın lerse, üzerinize ateş etseler dahi tayaşam savaşı verdiği günlerin bo rafımızdan katiyen ateş edilmeyecek, ğuntusunda kıyıda kaldı. Karşıyaka şehre girmelerine izin verilecek” yaMezarlığı’nda, Barışta’nın İlhan’la ku nıtını verecek, 9 Kasım 1918’de tek kurcaklaştığı günün, Çanakkale yengi şun atılmadan 15 kişilik bir İngiliz kıtasinin doksan sekizinci yılı olduğunu sı tarafından İskenderun işgal edilecekti. okuyacaktım Cumhuriyet’te. Yalnızşgaller ca yurdumuzun ve ulusumuzun değil, “mazlum milletler”in kurtuluşunu, yüz İngilizler, 1 Ocak 1919’da Antep’i, 22 binlerin alınmış canında simgeleyen Şubat’ta Maraş’ı, 24 Mart’ta Urfa’yı işbu büyük yengiyi, ecdadımızın “ec gal edecek, 15 Eylül 1919 günlü İngilizdadı”, bin yıl sonra değil, bir yıl son Fransız anlaşmasıyla, Fransızlar, Sykesra; bir orduyla değil, bir imzayla ye Picot Anlaşması’yla Fransızlara bırakınilgiyle “taçlandıracak”tı. Bu neden lan Musul üzerindeki haklarını İngilizle bu metin, “İki Çanakkale, Bir Hita lere devredecek, İngilizler de ateşkesbe!” başlığıyla yayımlansın istedim. ten sonra işgal ettiği Urfa, Antep ve MaH raş sancaklarını, Fransızlara bırakacaktı. 27 Ekim 1918 günü saat 9.30’da, MondAteşkes sözleşmesinin 16. maddesi ros Limanı’na demirlenmiş İngiliz Aga uyarınca Türk askeri Kilikya’dan çekimemnon savaş gemisinde başlayan top lecek, İngiliz Amiral Calthorpe’un “Kilantıya, Akdeniz Bölgesi İngiliz Başko likya ile Adana’yı amaçladıklarını ve mutanı Oramiral Calthorpe, daha ön Adana’yı işgal etmeyeceklerini” Osce hazırladıkları 24 maddelik sözleşme manlı heyetine sözle iletmesine karşın taslağını Osmanlı heyetinin önüne koy 11 Aralık 1919’da Fransız subayların muş, görüşmelere başlamadan, ilk dört idaresinde 400 yerli Ermeniden oluşan maddenin virgülünün bile değiştirilme bir Fransız taburu Dörtyol’a gelecek, 12 yeceğini dayatmıştı. 28 Ekim akşamına Türk evi basılacak ve soyulacak, jandarkadar yapılan üç oturumda toplantı so ma ve memurlar kasabadan sürülecekti. na erecek, Osmanlı heyeti, “mütareke 17 Aralık 1918’de çoğu Ermeni olmak şartlarının gayet ağır ve durumun son üzere 1500 Fransız askeri Mersin’e çıkaderece elim” olduğunu saraya iletmesi cak, müfrezeler halinde Tarsus, Adana, ne karşın “Mütarekename”nin imzalan Misis, Mısırİngiliz kuvvetleri komutaması buyurulmuştu. nının emriyle işgal edilecekti. Irak cephesinde durum farklı değildi. teşkes sonrası Ateşkes sözleşmesi imzalandığı zaman Mondros Ateşkes Sözleşmesi’nin ilk Musul Türklerin elindeydi. İngiliz gemaddesine göre Çanakkale ve İstanbul neral, 1917 tarihli bir Alman askeri haboğazları İtilaf gemilerine açılacak, Ça ritasında, Mezopotamya’nın (Osmanlınakkale ve İstanbul kaleleri işgal edile ca metinde Irak’ın) Fırat ve Dicle’nin cekti. Türk ordusu derhal terhis edilecek akım yolları arasında kalan bölge oldu(m.2); Türk karasularında ve Türkiye’nin ğunu belirterek Mezopotamya sınırı içinişgalindeki sularda bulunan bütün sa de kalan Musul’da bulunan 6. Ordu’nun vaş gemileri İtilaf devletlerine teslim teslim olmasını dayatıyordu ve 6. Ordu, edilecek (m.6); Müttefiklerin güvenli sarayın buyruğuyla, 15 Kasım 1918’e ğini tehdit edecek bir durumda herhan kadar Musul’u bırakarak Diyarbakır’a gi bir stratejik noktayı işgal hakkı ola çekilecekti. Ve, Mondros Mütarekesi ve cak (m.7); Türk işgali altında bütün limanlar ve demirleme yerlerini İtilaf ge Tatbikatı’nda şunları okuyacaktık: Önce denizden (18 Mart 1915), sonra mileri özgürce kullanacak (m.8); Bütün Türk limanlarına ve tersanelerine İtilaf karadan (25 Nisan 1915 9 Ocak 1916) gemileri girecek (m.9); Toros tünel sis büyük kuvvetlerle yaptıkları taarruz ve temi İtilaf kuvvetleri tarafından işgal çıkarmalarla Çanakkale Boğazı’na gireedilecek (m. 10); Bütün telsiz, telgraf ve meyen İtilaf devletleri, mütarekenin imkablo istasyonları müttefiklerce denetim zalandığı sırada boğazın her iki yakasınaltına alınacak (m.12); Bütün demiryol da bulunan çeşitli çapta 273 top, 11 maları üzerine Müttefik denetleme görev yın hattı ve kirletilmiş sahada 403 malileri yerleştirilecek (m.15); Hicaz’da, yın, 2 denizaltı ağı, üç kovanlı bir torpiAsir’de, Yemen’de, Suriye’de ve Irak’ta to bataryası ve 16 ışıldak teslim alacak, bütün garnizonlar en yakın müttefik ko boğazın savunulması için tahsis edilmiş mutanına teslim olacak, bütün birlikler olan 49, 55 ve 60’ıncı tümenler Gelibolu Yarımadası içinde ve civarında, 61’inci Kilikya’dan çekilecekti (m.16). Ateşkes Sözleşmesi’nin dördüncü mad Tümen Anadolu yakasında olmak üzedesine göre Müttefik savaş tutsakları ile re dört tümenlik bir kuvvet çekilecek ve gözaltındaki ya da tutsak Ermenilerin tü 9 Kasım 1918 günü İngilizler 200 kişimü İstanbul’da toplanarak hiçbir koşu lik bir kuvveti Seddülbahir’e, 400 kişila bağlı olmaksızın Müttefiklere teslim lik bir kuvveti de Kumkapı’ya çıkararak edilecek; yirmi ikinci maddesine göre de Çanakkale Boğazı’nı işgal edeceklerdi. 912 Kasım 1918 günleri arasında İtiTürk tutsaklar Müttefik devletler buyrulaf harp gemilerinin İstanbul’a doğru Çağunda tutulacaktı. İ nakkale Boğazı’ndan geçişleri devam edecek, 12 Kasım akşamına kadar boğazdan İstanbul’a doğru İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan harp gemileri 15 muharebe gemisi, 11 kruvazör, 20 muhrip ve 6 denizaltı geçecek, 15 Kasım 1918 gününe kadar İtilaf harp gemilerinin sayısı 167’ye yükselecek, 13 Kasım 1918 günü akşamına kadar çoğu piyade, bir kısmı süvari ve topçu olmak üzere İstanbul’a 3 bin 500 kişilik bir kuvvet çıkarılacaktı. İtilaf bayrakları, özellikle Yunan bayrağı çeşitli binalara asılıyor, Türk subayları sokak ortalarında tevkif edilerek götürülüyor, Türk evlerine giriliyor, İngiliz üniformalı Ermeni ve Rum erler, Türklerin onurlarını zedeleyen davranışlar sergiliyordu. Millet yoksulluk ve çaresizlik içinde harap ve bitkin düşmüştü. Bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili düşmanlar, memleketin her köşesini fiilen işgal etmiş, cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmıştı. Bütün bu şartlardan daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde iktidara sahip olanlar gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içindeydiler. Hatta iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini, çıkarlarını, müstevlilerin, yurdumuzu işgal edenlerin siyasi emelleriyle birleştirmişti. Mustafa Kemal, hitabeye başlamadan önce, “birtakım şeyhlerin, dedelerin, seyitlerin, çelebilerin, babaların, emirlerin arkasından sürüklenen, kaderlerini ve hayatlarını falcılara, büyücülere, üfürükçülere, muskacıların ellerine bırakan insanlardan meydana gelmiş bir topluluğa bir millet gözüyle bakılabilir mi?” diyor, “Milletimizin kendisine has niteliğini yanlış şekilde gösterebilen ve yüzyıllarca göstermiş olan bu gibi unsurlar ve kuruluşlar, yeni Türk devletinde Türkiye Cumhuriyet’inde varlıklarını sürdürebilmeli miydi” diye soruyordu. Zamanın Ruhu: Nesimi ve Bruno? Medyada entelektüellik iddiasında olanlar arasında bir “Zamanın ruhu” muhabbetidir gidiyor… “Zamanın ruhunu iyi okumak”, “Zamanın ruhuna uymak” söylemleri egemen! İktidar şakşakçılığının yeni ve entel bir biçimi: İktidarın yaptıklarını sorgulayanlar, hele hele eleştirenler, sadece “kan içiciler”, “hainler” olarak değil, aynı zamanda çağını yakalayamayan cahiller ve aptallar olarak da niteleniyor! HHH Zamanın ruhu bir hayalettir… Gece gündüz, sürekli sizinle olan, zihninize, yüreğinize sızmış, hiçbir yerde sizi yalnız bırakmayan, en yalnız, en mahrem anlarınızda bile dürtükleyen, içinize işlemiş, çok güçlü bir hayalet: Kimi zaman iktidardır… Kimi zaman çıkarlarınızdır… Kimi zaman sevdikleriniz, inandıklarınız. Kimi zaman bireysel yaşamınızdır… Kimi zaman toplum. Kimi zaman baskıdır, cezadır, hapistir, derisi yüzülmektir, yakılmaktır, giyotindir… Kimi zaman ödül. Kimi zaman yasadır, gelenek görenektir… Kimi zaman vicdan! HHH Zamanın ruhu, adı üstünde, zamana göre değişir… Tekçi, tekilci, tekdüze bir yapıdan, zaten içinde barındırdığı, çokçu, çoğulcu, zıtlıklarla dolu diyalektik bir yapıya dönüşür: İlk zamanlarda totemdir… Büyücüdür, şamandır, aydır, güneştir… Yiyecek, içecek, barınaktır… Ailedir, soydur, soptur, aşirettir. Orta zamanlarda dindir, mezheptir… Topraktır, tarımdır… Papadır, piskopostur, engizisyondur, halifedir, şeyhülislamdır, kadıdır, hahamdır, rahiptir, imamdır… İmparatordur, sultandır, senyördür, beydir, ağadır. Yakın zamanlarda, millettir, vatandır… Fabrikadır, üretimdir, hammaddedir, pazardır… Politikacıdır, meclistir, kabinedir, başbakandır. Günümüzde insan haklarıdır, demokrasidir… Barıştır, refahtır, güvenliktir... Birlikte yaşamaktır, eşitliktir, hoşgörüdür… Terördür, savaştır, işgaldir, kandır… Irk ve milliyet, din ve mezhep mücadelesidir… Petroldür, madendir, bitkidir, hayvandır, sudur… Dünya egemenliğine, bölge liderliğine oynamak, birleştirerek ya da bölerek yönetmektir! HHH Zamanın ruhu neden değişir, niçin aynı kalamaz? Nasıl değişir, eski tekil, tekçi niteliğinden, zamanımızdaki çokçu, diyalektik niteliğe nasıl dönüşür? Bu soruları, diri diri derisi yüzülen Nesimi’ye ya da diri diri yakılan Bruno’ya sorun! A Mustafa Kemal’in gözyaşları Daily Telgraph’ın (22 Ekim 1927 günlü) manşeti şöyleydi: “Mustafa Kemal en Larmes (Mustafa Kemal gözyaşları içinde). Metin, ‘Ey Türk Gençliği’ diye başlamıştı. Okudukça sesi buğulanıyor; sözcükler dudaklarından dökülürken gözyaşları da yanaklarından süzülüyordu…” Mustafa Kemal, gençliğe seslenirken niçin gözyaşlarını tutamamıştı? Bana öyle geliyor ki, 18 Mart 1915’te denizden, 25 Nisan 1915’te karadan başlayan saldırılar karşısında, Mehmet Akif’in dizesiyle, “Tek dişi kalmış canavar” karşısında “Size ölmeyi emrediyorum!” komutunda, binlerin, on binlerin, vurulmuş bedenlerinden vatan için ördükleri kalelerden akan kan, yalnızca ve yalnızca saltanat ve hilafet makamının muhafazası uğruna ve tek bir imzayla, tek tek düşerken Mustafa Kemal’in gözünden akan yaş olacaktı. Hitabe, gençliği, yalnızca Mondros Ateşkes Sözleşmesi’yle yüz yüze getirmekle yetinmiyor, Conkbayırı’nda babalarının, dedelerinin döktüğü ve kendilerine can verdiği kandan kan aldıklarını da çığlıklanıyor. Çünkü o kan, öz yurdunu, saltanat ve hilafet için sebil edecek “soylu” ecdadının soysuzlaşan kanı değil, yurdunu koruyarak dinini, dilini, evini, ırzını korumak için can veren Mehmet’in kanıydı. 12 Mart 2012, Ankara Bir sözcük, bir kişinin özeti olur çıkar. O artık onun kimliği gibidir. Yakasına yapışır. Kolay kolay değişmez. Kimisi “melek” diye anılır, kimisi kötülükle özdeşleşir. Yeni Papa 1. Francis (1937), felsefe, psikoloji ve edebiyat eğitimi almış. 1958’de kiliseye katılmış. 1969’da papaz olmuş. Yakın yıllara değin işine belediye otobüsüyle gider gelirmiş. Papa’nın bu kısa özgeçmişi bize şunları düşündürüyor: 1. Dinsel kimlik almadan üç önemli fakültede öğrenim görmüş. 2. Belli bir yaşa ve belli bir bilgi birikimine ulaşınca, kendi özgür iradesiyle dinsel mesleğe yönelmiş. Bizde nasıl oluyor bu işler? Orasını hiç sormayın! Kuran kursları anaokuluna indiğine, denetimsiz kurslar her yanı sardığına göre… Ülkesi hapishane olmuş sayısız şair, yazar sa Anılmanın Aracı Nusret ERTÜRK yabiliriz. Sanat eserlerinin büyük bir kısmı hapishanede çimlenmiştir. Yüzyıllardır elimizden düşmeyen Cervantes’in Don Kişot’u da böyle bir ortamın ürünüdür. Hapishane, sanatın okulu olmuştur. Mustafa Balbay, dört yıldır şu ana değintutukluluğunda altı kitap yazmış! Namık Kemal denince aklıma Kıbrıs’ın zindanları gelir, haksız sürgün edilme gelir. Mithat Paşa’nın önce Taif’e sürgünü, sonra kafasının kesilip padişaha sunulması… O dönemden akla başka ne gelir? Aydınlarına göz açtırmayan, soluk aldırmayan yansız tarih kitaplarının “Kızıl Sultan” diye yazdığı 2. Abdülhamit gelir… Anılmanın aracı, kişinin kimliğidir. Bizi masaya buyur eden, çay ocağına seslendi: “Eşek Osman, çaylar dört oldu.” Çaycının yüzüne baktım, en küçük bir tepki yoktu. Sonra anlatıldı. Meğer çaycı bu adla anılıyormuş. O da kendisini zaten “Eşek Osman” diye tanıtıyormuş. “Osman” diyenlerin eksiğini tamamlıyormuş: “Eşek Osman!” Nedenini soranlara, “Bize bu ad bile çok” diyormuş. “Acıyı bal eyledik” diyor ozan. Ozanın acıyı algılamasına bakınız. Bu sözü söyleyenden korkulur. Deli Dumrul oyunu, 1989 yılında Ankara Küçük Tiyatro’da kapalı gişe oynuyordu. Yücel Erten’in sahneye koyduğu oyunun yıl sonunda genel değerlendirilmesi yapıldı. Oyunu iz leyenler, eleştirmenler gelmişti. Bir izleyici, yönetmen Yücel Erten’e sordu: “Oyunda Azrail rolündeki bir kadındı. Kadın, anadır. Kadın, kandan uzaktır. Bunu açıklar mısınız?” Yücel Erten, izleyiciye teşekkür etti. Savını doğru buldu. Şunu ekledi: “O günlerde, Azrail’i oynayan erkek oyuncumuz hastalandı. Onun görevini bir kadına verdik. Yanlışımızı anladım. Özür dilerim.” Nerde bir tabancalı kadın (polis) görsem, Deli Dumrul oyununu anımsarım. “Kadın, anadır. Kadın, kandan uzaktır.” Erkek polislerin, kent içinde tüfeklerle, tabancalarla dolaşmaları hoş mu karşılanıyor? Kişinin, yaşamın sonrasına bırakacağı tek güzel şeyin iyi anılması isteğini biliriz. Güzel bir ad, az değildir. Bazen, tam tersi oluyor. Bir insan, neyle anılıyor? Önce ona bakınız…
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle