27 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 21 OCAK 2013 PAZARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER ‘Bizden Olsun da...’ Küme Düşmek KABUL edelim ki başlıktaki terim daha çok futbol âlemindekilerin anlayıp sonuçlarını tam kavrayabilecekleri türden kavramlardan oluşuyor. Ayrıntılarına girmeden kısaca söylemek gerekir ki bu ülkenin en yaygın sportif oyunu olan futboldaki deyimler ülkenin devletler arası arenadaki durumunu basitçe anlatmaya da çok uygun düşüyor. Kulüplerin futbol takımlarının yıllar öncesinde “küme” adıyla dilimize giren ve şimdi “lig” denen gruplara ayrılarak az çok belirli ölçütlere yaklaşık nitelikteki takımlar arasındaki yarışma, üç kümeli basamaklar olarak ortaya konmuştur. Birinci küme, adları dillerden kolay düşmeyen Beşiktaş, Fenerbahçe, Galatasaray başta olmak üzere eskiden beri genellikle üst nitelikli takımlardan oluşur ama her yıl mevsim sonunda düşük puanlı birkaç takım bu kümeden bir alt kümeye düşer ve sistem öyle işler. Kısacası, “küme düşmek”, belirli bir sürede bir kalite grubundan alt bir gruba düşmek demektir. Gruptan gruba yükselmek de çok zordur. Devletler arası sıralanma bundan pek farklı sayılmaz. on birkaç yıla gelinceye kadarki dönemde Türkiye’yi yönetenler ya da daha açık bir anlatımla AKP iktidarının sahipleri ve yandaşları, biraz zorlamayla da olsa, bu ülkeyi çoğu zaman “birinci küme” devletleri arasında saymaktan ya da saydırmaktan zevk almaktaydı. Ama son aylarda bunu artık aynı özgüvenle yapamıyorlar. Çünkü, kendileri de duyuyor, görüyor ve biliyorlar ki Türkiye Cumhuriyeti küme düşmüştür. Bir ara gayri safi ulusal hasılat, dışsatımda ve kişi başına gelir rakamlarındaki artış hızları zikredilerek yapılan kıyaslamalarla Türkiye “sağlam ve yükselen ekonomiler” arasına sokulmaya çalışıldı ama gelir dağılımı, sosyal güvenlik, eğitim düzeyi, hukuk düzeni, yaşam kalitesi, ileri teknoloji yaratma ve üretimde kullanma gibi daha çok sosyal türden birtakım ölçütler devreye sokulunca bu çabalar yalnız başarısız çıkmakla kalmayıp kötü tabloyu iyi göstermeye yönelik yanıltıcı bir israfa da dönüştü. zücü olan şu: Tıpkı futbolda olduğu gibi, küme düşmek öncekinden aşağı bir düzeyde uzun süre çabalamaya mecbur olmak yüzünden kalite düşüklüğüne alışmak ve hatta onu yeterli bulmak gibi yeni bir zayıflık yaratır ki düşüşün en kötü yanı da zaten budur. Kamu yönetiminde “bizden olsunlar da...” dönemi sona ererken, bizden olmayanların karşı görüş ve eleştirileri ağırlık kazanıyor. Sonuç olarak, kamuoyuna duyarlı yönelişler, bizden olanlardan çok, bizden olmayan öteki sese kulak vermeye başlıyor, denebilir. Bu bir umut ışığıdır, dikkatle izlenmeli. Bozkurt GÜVENÇ S S eçimle iktidara gelenler ve gitmek istemeyenler atanacak adayın “bizden olması”na özen gösterirler. Bizden olanlar, sadık olurlur, velinimetlerine ihanet etmezler. Onun için “Bizden olsun da kim olursa olsun” derler. Oysa “Sen de mi Brütüs” örneğinde görüldüğü gibi, davadan dönenler, bazen vefa borcu altında ezilen yandaşlar arasından çıkar, ihanet ederek ödeşirler. Siyaset ve insan ilişkileri tarihi bu kuralın örnekleriyle doludur. Niyetim 18 Mart Üniversitesi Rektörü’nün sözlerini eleştirmek değil. Değişen çağlar, çağdışı kalmış inançları değiştiremiyor. Akademik unvanlar, çağdışılığın ayıbını örtemiyor. Akıl ve mizan düşkünlerinin ahrete sığınmaktan, erkek cennetine bakire huriler dağıtmaktan başka umarları kalmamış gibidir. Oysa böyle kişileri bulan, aday gösteren ve akademilere başkan atayan kurum ve kişilerin, yaptıkları hatalardan alacakları dersler vardır. “At sahibine göre kişner”, “Şeyh uçmaz müritleri uçurur” derler. Çağdışı inanç ve davranışlar sergileyen valilerin, akademi ve belediye başkanlarının adı sanı unutulur da, atayanların taksiratı kolay kolay bağışlanmaz. İlahiyatçıların uyarısı Columbia Üniversitesi’nin kapı komşusu Yüksek Dinbilimleri Kurumu’nun ilahiyat tarihi ve felsefesi Profesörü, İslamiyetin kitaplı dinlere üstünlüğünü, “Allah ile kulun arasına kimsenin giremeyeceği” ilkesi olarak açıkladı ve şöyle uyardı: “İmam hatipli ruhbanların yakın gelecekte İslamiyetin bu üstünlüğüne nasıl son verdiğini göreceksiniz.” Tam anlamadan sormuştum: “İslamiyet bu kadar üstün de sizin programınızda neden yok?” Bilgece yanıtladı: “Kendi aramızdaki mezhep kavgalarına bir son verebilsek, İslama sıra gelebilir.” Kitaplara dayalı araştırma ve yorumlarıyla tanınan Yaşar Nuri Öztürk çoktandır söylüyordu. Son olarak Profesör Mümtazer Türköne de imam hatiplerin misyonunu tamamladığını yazmış. Yani, “Yeterli sayıda aydın imam yetiştirdik de şimdi sıra üniversite hocalarına geldi” mi demek istemiş, bilemiyorum. raldan çok kralcılık...’ Machiavelli, ‘Hükümdar’ (Prens) eserinde, bir sosyalbilimci olarak, dünyayı uyarmıştı: “Gaye vasıtaları meşru kılar.” Halk dilinde “kraldan çok kralcılık” deyimi vardır: Atanmışlar atayanlardan daha cesur, beslemeler besleyenlerden daha sadık, varlıklılar yoksullardan daha girişken olur; birlikte kurulu düzeni savunurlar. Kıyamet korkusu, gelecek kaygısı çarpılan düzeni ayakta tutar. Göktürk2’nin atılış töreninde ODTÜ’de yaşanan olaylarda kimi rektörler, kendilerinden beklendiği ‘K gibi davrandılar. Maksadı aşan savunmalar inandırıcı değil komik oldu, yapanlar düzeltmek hatta geri çekilmek zorunda kaldılar. Sessiz çoğunluk yine suskunluğu seçti. Bir dengeye varıncaya değin bu tür iniş çıkışların, dalgalanmaların sürmesi beklenebilir. Medya üzerinden kamuoyu yaratmaya yönelik baskıların uzun sürede başarılı olmadığı, olamayacağı anlaşılıyor. Bireysel kıpırdanmalar, “Ben hep söylemişimdir” kıvırtmaları başladı. Teknoloji devrimi belki bir bilgi toplumu yaratamadı ama yandaş bir medya ile kamuoyu oluşmasına da izin vermiyor. Kamu yönetiminde “bizden olsunlar da...” dönemi sona ererken, bizden olmayanların karşı görüş ve eleştirileri ağırlık kazanıyor. Sonuç olarak, kamuoyuna duyarlı yönelişler, bizden olanlardan çok, bizden olmayan öteki sese kulak vermeye başlıyor, denebilir. Bu bir umut ışığıdır, dikkatle izlenmeli. Karakuş Hükmü (Hükmi Karakuşi) İbrahim TÜRKEŞ Hukukçu, Felsefeci Mahkemelerin gerekçeli kararları, bir ispat amacı güder. Verilen kararın doğru olduğunu ispat! Bu amacın gerçekleşmesi, iki koşulun yerine getirilmesine bağlıdır: Delillerin (kanıtların) güvenli/güvenilir olması ve o kanıtların böyle bir sonucu zorunlu kılması! Bu koşulları gerçekleyemeyen hiçbir karar, artık ne bir ispat, ne bir doğrulama olmayıp, olsa olsa birtakım önyargıları haklı çıkarma gayreti olabilir. Gerekçenin kuvvetini meydana getiren mantıki zorunluluğu içinde taşımayan, delilleri zihinlerde mevcut önyargılar lehine feda eden bir mahkeme kararı da artık hukuki olmaktan çıkmış, bir “hükmi karakuşi”ye (hesaba kitaba gelmeyen, abuk sabuk karar) dönüşmüştür. “Balyoz” davasının açıklanan gerekçesinin zihinlerde uyandırdığı ilk izlenim bu olmuştur. incelemeleri, Balyoz davasındaki CD’lerde 2003 yılında kullanılmayan “Office 2007” programına işaret etmektedir. O halde sahte delil üreten bir “çete” ortalıkta kol mu gezmektedir sorusu gündemdedir. İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi’nin gerekçeli kararı, bir “kozmik oda”dan üretildiği kuvvetle muhtemel olan bu delillerin hukuka uygunluğu konusunda yeterli inceleme ve araştırma yapılmadan oluşturulmuş, belki “dar hukuk”a (ius strictum) uygun, fakat “hukukun hukuku” (quaetio juris) meselesi olan “adalet” ve “hakkaniyet”e aykırı bir karardır. O kadar ki, Türk Silahlı Kuvvetleri dışında, dışarıdan sisteme girip suç oluşturduğu iddia edilen dijital verilerin kullanıcısı durumundaki ASD kimdir? CD’lerin imajları ile kopyaları arasındaki farkın sebebi nedir? Kimi o tarihte akademik eğitim için İngiltere’de, kimi askeri ataşe olarak Roma’da bulunduğunu kanıtlayan askerlerin hangi eylemleri ile isnat edilen fiil arasında “nedensel” bağ kurulmuştur? Davanın savunma avukatları ve Cumhuriyet gazetesinde Sayın Orhan Bursalı, bütün bu konuları didik didik etmiş, fakat gerekçenin bu konularda uskutu tutulmuştur (uskutu tutulmak yerel bir halk ağzı olup, sesi sedası kesilmek anlamına gelir). Adalet, hâkimlerin keyfiliğine ve kanunların tesadüfiliğine terk edilemez. Ünlü Fransız yazar Alain, “Söyleşiler”inde “Ortalığa korku salmak isteyen yargıç aramızda dolaşıyor, yargıcı ne zaman yargılayacağız?” diye sorar. Türk toplumu bir süredir bu soruyu sorar hale gelmiştir. Hukuk devletinde hâkim ve savcılar da dahil hiç kimse, hukuka aykırı, keyfi işlem ve kararları nedeniyle sorumsuz değildir. (Sağ olsun bizim hukuk devletimiz bunun da önlemini almış, Sayın Haberal lehine verilen bir karar nedeniyle hâkimlerin keyfi gerekçelerinden şahsi sorumluluklarını bir yasa ile kaldırmıştır.) Bu ülkede, üniversitelerin, kimi baroların, kimi yargı mensuplarının, bertaraf olmak yerine bitaraf olmayı yeğleyen kimi işadamlarının, nice büyük (!) gazetecinin uskutu tutulmuşsa da, vicdanı kararmayan Türk toplumu, “Hâkimdir, ne yapsa yeridir” deyip keyfiliği sineye çekecek kadar çaresiz, sinik ve adalet duygusunu yitirmiş değildir. “hüküm” değil, olsa olsa bir “hükmi karakuşi”dir. Vaktiyle Çetin Altan bir yazısında, “Birkaç yüz kelimeye sığıyorsa dünyanız, Matisse’nin balıklarına bakmayın, anlamazsınız” demişti. Temel sorun budur. Ülkemizin, “düşünce dinamikleri” zengin, bütün dünyası “haciz”, “döviz”, “faiz” ya da “tahliye”, “tutuklama”, “infaz” gibi, sınırlı sayıda ve üstelik Justinyanus’tan bu yana değişmeyen kavramlardan ibaret olmayan, bakınca Matisse’nin ya da Picasso’nun balıklarına, dibine kadar “anlayan”, “ama bunlar balık değil ki, bir ucube(!)” demeyen yargıç, savcı ve avukat varlığına ihtiyacı vardır. Prof. Ragıp Sarıca’nın ifadesi ile “ünlü bir ressamın tablosuna içi titreyerek bakmamış, heykel denilince İstanbul Üniversitesi binasının önündeki heykel aklına gelen” gene hocam Prof. Aydın Aybay’ın ifadesi ile, “Kafka’yı belki de Çek milli takımının kalecisi, İbsen’i de bir ihtimal İsveç’in milli güreşçisi zanneden” bir kültür birikimi ile hukukun “kanun”la iltibas edilmesinin (birinin öteki sanılmasının) önüne geçilemeyeceği gibi, hukukun muhteva gerçekliğini “formül” ve “formalite” düzenciliğine indirgeyen o yargıçtan adını “özgürlük hâkimi” koysanız bile “tutuklama”nın dışında bir karar alamazsınız. Nitekim bu güne kadar alınamamıştır da. Çünkü düşünce dinamikleri kaynağını kültürün geniş insani bilinç ve duyuncundan (vicdanı) değil, bilinçaltının görünmeyen derinliklerinde gizli kimi duygulardan ve “ceberut devlet” bekçiliğinden almaktadır. Bu yüzden, görelilik (relativite) kuramı, atom ve kuantum fiziği ile bilimin ve felsefenin kavram yapısının köklü değişikliklere uğradığı bir dünyada, 19. yy’dan kalma düşünce kadroları ve gene 19. yy’dan kalma “skolastik” ve “kazvistik” hukuk yöntemleriyle “hukuk eylemek”, ancak bizdeki kadar olur. “Yasa”lar değil, “kafa”lar değişmelidir. Gerisi “lafügüzaf”tır. Temel sorun Ü Eksik inceleme Gerekçenin mantığı Mahkeme, “Eğer bir A olayı varsa, bu, B’nin de gerçekleşeceğini içerir” gibi bir nedensellikten hareket etmiştir. Bu muhakeme (akıl yürütme) de B’ye ait iddia, “eğer A varsa” koşulu ile korunmaktadır. Bilim felsefecisi Hans Reichenbach ünlü “Nedensellik ve Endüksiyon” adlı makalesinde “Eğer böyle değilse, olaylar arasındaki sıkı nedensel bağ, yerini ihtimaliyet (olasılık) bağına bırakır” der. Olasılıkta her zaman bir “şüpheli” taraf vardır ve “şüpheden sanık yararlanır” ilkesi hukukun evrensel ilkesidir. Bu davadaki dijital kanıtların, bu içermenin geçerli olabilmesi için “şart” diye kabul edilen A kategorisine kesinlikle sokulabilecek derecede “tam” ve “kesin” olmadığı ortada olduğu halde, mahkemece A şartı gerçekleşmiş varsayılmıştır. Savunmanın davanın esasını etkileyecek nitelikteki bu hususun dikkate alınması yönündeki ısrarlı talepleri, konjonktürün (içinde bulunulan siyasal toplu durumun) bu davanın kestirmeden ve çabuk bitirilmesi için uygun olduğu konusunda mahkemede de bir kanaat hâsıl etmiş olmalı ki, sürekli reddedilmiştir. Yargının tarafsızlığı, “siyasal konjonktür”e feda edilmiştir. İddiayı ispat edecek yerde, yargılama sürecine egemen olduğu “ağır usul ihlalleri” ile daha başından belli olan “önyargı”ları haklı çıkarmaya yönelik bir gerekçe, artık yasal bir Sevgili kardeşimiz EGE KURBAN’ı kaybetmenin derin üzüntüsü içerisindeyiz. Biricik kardeşimiz seni hiç unutmayacağız. Ailesine ve tüm sevenlerine başsağlığı ve Allah’tan sabır dileriz. Yiğitcan Yıldız, Ece Oğuzkan, Kerem Özgen, Irmak Aktan, Yiğit Dikilitaş, Cansu Serindağ elil güvenliği ve güvenilirliği Günümüzün teknolojik gelişmeleri karşısında “dijital” verilerin ceza yargılaması açısından “delil güvenliği” (delillerin korunması) ve “güvenilirliği” (delillerin hukuka uygun olarak elde edilmiş ve maniple edilmemiş olması) taşıyıp taşımadığı tartışmalı hale gelmiştir. Bu iki emredici kural, “adil yargılanma” hakkının da güvencesidir. CHP Genel Başkan Yardımcısı Umut Oran’ın bu konu ile ilgili soru önergesine Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz tarafından verilen yanıtta, öz olarak, “Balyoz davasının temelini oluşturan CD ile Kafes Eylem Planı olduğu iddia edilen DVD’nin kullanıcı adının ASD olduğu, Türk Silahlı Kuvvetleri’nde bu adda bir kullanıcı olmadığı” ve devamla, “dijital verilerdeki yazı karakterinin 2003 yılında Silahlı Kuvvetler’de kullanılmadığı” açıkça ifade edilmiştir. Ayrıca gerek davanın savunma avukatları, gerekse mahkeme tarafından yaptırılan bilirkişi D
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle