14 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
28 EYLÜL 2012 CUMA CUMHURİYET SAYFA [email protected] KÜLTÜR ANTROPOLOG MÜGE TUZCUOĞLU 19 ‘Sorularımın cevabı cezaevi olmamalı’ Müge Tuzcuoğlu. 1983 doğumlu. Faşist askeri darbenin izlerini ailesinde yaşayan çocuklardan... Hopa’da doğdu, Ankara’da okula gitti, Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nde Antropoloji’yi bitirdi. 20022007 yıllarında Evrensel gazetesinde gazetecilik yaptı. Gazeteciliği bırakıp antropolog olarak Diyarbakır’da çocuklarla çalıştı; yoksullukla ilgili çalışmalar yürüten Sarmaşık Derneği’nde yöneticilik yaptı. Onu en çok, Diyarbakır’da çocuklarla yaptığı derinlemesine röportajları içeren “Ben Bir Taşım” adlı kitabından tanıdık. Müge Tuzcuoğlu 7 aydır Diyarbakır Cezaevi’ndeydi. KCK davası kapsamında tutuklu yargılanıyordu. Önceki gün 27 kişinin yargılandığı davada antropolog Müge Tuzcuoğlu ve dokuz kişi tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı. Tuzcuoğlu’nun savunmasının her satırı genç bir bilim insanının akılcı ve duyarlı dünyasını ortaya koyuyor. Yerim sınırlı, özetleyerek sizle paylaşıyorum. (Kaynak: Evrensel gazetesi ve BiaNet.) belirlenen kadın olmaktı. Ve akrabalarım, memleketim ile Karadenizli, Laz olmaktı. Karadenizli olmam, muhteşem bir coğrafyadan olmam sebebiyle bir kıskançlık yarattıysa da, kadın olmanın ise ne yazık ki daha ağır sonuçlarını yaşadım. Yıllar geçtikçe, kimliklerim de çoğaldı; Ankara’da büyüdüm, şehirli oldum. Okula başladım, öğrenci oldum. Çalışmaya başladım, gazeteci oldum. Üniversiteli, sosyal bilimci, yazar, antropolog... Ama her zaman sorguladım bu kimlikleri: Babamın kızı, erkek kardeşimin ablası, okulun öğrencisi, gazetenin muhabiri... Ankara’nın en iyi semtinde otururken, yoksul mahallelerindeki gecekondulara gittim. Oradaki insanları dinledim... Onlarca, yüzlerce insan hikâyesi dinledim. Hayatları yazdım. Patron, müsteşar, işçi, şarkıcı, fahişe, mülteci, hukukçu olmadan önce insan olarak yazdım hepsini. Nasıl ki kendimi sorgulayıp, kimliklerim dışındaki ben ile var olmak istediysem; onların da kimliklerinin ötesindeki insan olmalarıyla ilgilendim. Anlamak İstedim: Gerçekleri yazmak, insanlara anlatmaya çalışmak kadar kutsal bir şey olamaz. Ama ben bunu artık akademik yöntemlerle yapmayı tercih ettim. Ve sonra Diyarbakır başladı. Anlamak istedim burada yaşananları. Ve sonra yazmak! Kimliklerim: 28 yaşımdayım ve bu zamana kadar birçok kimliğim oldu. İlk kimliğim, genetik kodlamayla Ben, silahların olduğu bir yere kalemimle geldim. Kalemimle, beynimle ve kalbimle geldim. En güçlü çalışmam çocuklarla oldu. Diyarbakır’ın çocuklarıyla. Göçertilen, yoksullaşan, kaybeden ve hepsinin sonunda kazanan, kazanmayı öğrenen ve öğreten çocuklarla. Çok yazdım onlarla ilgili, o yüzden burada anlatmayacağım ve bu şekilde, onları bu salondan uzak tutacağım. Yoksul kadınlarla çalıştım. Hiçbir geliri olmadan, onurlu bir hayat örmeye çalışan kadınlarla. Bir yandan yoksulluğa dair bir kez daha tezler üretirken, akşamki sofralarının doldurulması için de pratik olarak çalıştım. Diyarbakır sokaklarında refüjlere beraber çiçek ektik, onlar nasıl yoksullaştıklarını anlatırken. Hem dinledim, hem dokunarak ben de yaşadım. Ve bir sosyal bilimci olarak, hem top lumsal travmanın nasıl çözülebileceğine dair fikir üretirken, hem de kadınların, çocukların bir telefonuyla yanlarına koştum. Diyarbakır’da yaşananları, yaşayarak öğrendim. Bu öğrenmişlik üzerine birçok makale ve bir kitap yazdım; birçok panele, toplantıya davet edildim. Yedi ay önce elinde, belinde silahlı insanlar tarafından gözaltına alındım. Bu tutuklama bir sosyal bilimci, bir polis veya bir hukukçunun, yoksul bir mahalleye bakarken ne gördüğü ile ilgilidir. Orası, suça meyilli bir yaşam alanı mı, yoksa sefalete sürüklenmeye direnen insanların bize karmaşık gelen yaşamları mı? Bu tutuklama; elinde bir taş olan bir çocuğa, bir sosyal bilimcinin, bir polisin veya bir hukukçunun nasıl baktığıyla ilgili. O çocuk, suç işlemeye meyilli bir eylemci mi, yoksa o anından itibaren önceki yaşamı sorgulaması, anlaşılması, çözülmesi gereken bir çocuk mu? Bir travmatik olay sonrasında gerçekleştirilen herhangi bir eylem karşısında, hukuk nerede, sosyal bilimciler nerede olmalı? Bütün sorularımın cevab kesinlikle cezaevi olmamalı diye düşünüyorum. Peki mahkeme heyeti ne istiyor? BDP’nin siyaset akademisinde dört günlük uygarlık tarihi eğitimine katıldığım için ki bu konu zaten antropoloji eğitiminde fakültede bize okutulmuş bu bilgiden kaynaklı çağrıldım eğitimden yargılanmamı ve cezalandırılmamı istiyor. Ben artık ülkemde, düşünce üretti, söz söyledi, tartışmaya katıldı diye insanlar yargılanmasın istiyorum. En aykırı görüşler bile sözle aktarıldığı müddetçe, şiddeti uzak tutar. Yedi aydır yaşadığım Diyarbakır Cezaevi dünyadaki en ağır insan hakkı ihlallerinin yaşandığı 19 cezaevinden birisi olarak tanımlanıyor. Bu cezaevinin bir gün müze olacağına inanıyorum. Ve bu süreçte, hukukçularla beraber, yaşanan tüm travmaları atlatmak için ortak çalışmalar yapmak istiyorum. Bu ülkenin bir genci olarak kaygısızca yazmak istiyorum. Ben memleketime gitmek, denize girmek istiyorum. Ben çocuklarımın yanına gitmek istiyorum. 27 kişinin yargılandığı davanın bir sonraki duruşması 14 Aralık’ta. İçeride daha nice “Müge”ler var! Dil Devrimi ve Sonrası... Yazıma başlarken önce Dil Derneği Başkanı Sayın Sevgi Özel’in dün gazetemizin 2. sayfasında yayımlanan “Dil Devrimi 80.Yıla Erişti” başlıklı yazısının girişini alıntılamak istiyorum: “Atatürk’ün öncülüğünde, Samih Rifat’ın ‘reis’liğini, Ruşen Eşref’in ‘umumi kâtip’liğini üstlendiği, Celal Sahir’in ‘aza ve veznedar’ı, Yakup Kadri’nin ‘aza’sı olduğu dernek 12 Temmuz 1932’de kuruldu. ‘Türk Dili Tetkik Cemiyeti’ adını, Ata’nın sağlığında Türk Dil Kurumu olarak Türkçeleştirdi. Ondan bir yıl önce çalışmaya başlayan Tarih Kurumu gibi ‘devlet dairesi’ değildi. Atatürk bu iki kurumu özellikle ‘dernek’ olarak kurmuş, böyle kalmaları için de kalıtından pay ayırmıştır. 12 Eylül’cüler, Atatürk’ün eliyle yazdığı ‘vasiyetname’yi çiğneyerek bu iki derneği yasa zoruyla kapatmıştır. Bugün var olan Türk Dil Kurumu Kenan Evren’le ona destek olan hukuk tanımazların ürünüdür. Başbakanlık’a bağlı Türk Dil Kurumu Atatürk’ün değil, Kenan Evren’in kurumudur. 12 Eylül’le hesaplaşacağını söyleyenler, nedense 12 Eylül ürünü olan Atatürk kurumlarından ve Atatürk’ün kalıtından hiç söz etmezler. Dahası adının önünde akademik san olanlar, 29 yıldır bir hukuk lekesinin üstünde oturmaktan hiç utanç ve üzüntü duymaz; Atatürk’ün dilde devrimden caydığı gibi gerçekdışı masallarla kendilerini aklamaya çalışırlar …” Evet, Sevgi Özel’in bu satırları, 29 yıldır bu ülkede “hukukçu” sıfatını taşıyan hemen herkesin görmezlikten geldiği bir hukuk ayıbını, dahası tam anlamıyla bir hukuk rezaletini bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermektedir. Çünkü Kenan Evren’in de kenarından kıyısından bir madde sıkıştırarak kendini cumhurbaşkanı seçtirdiği 12 Eylül Anayasası, Türk Dil Kurumu ile Türk Tarih Kurumu’nun özerk yapılarına son vermekle, Mustafa Kemal Atatürk’ü de her Türk vatandaşının Türk Medeni Kanunu gereğince sahip bulunduğu bir haktan, özgür iradesi ürünü bir vasiyetname düzenleyerek mirasını istediği gibi yönlendirme hakkından yoksun bırakmıştır. Bu arada İstanbul Üniversitesi Senatosu, bu girişimin yaratıcısı olan Kenan Evren’i, hem de “hukuka yaptığı üstün hizmetleri”gerekçe göstererek, fahri doktora payesi ile ödüllendirmiştir! Böylece Mustafa Kemal Atatürk, Cumhuriyet tarihimizde vasiyetname yapma hakkı elinden yasa ile alınan ilk ve son Türk vatandaşı olmaktadır! Benim merak ettiğim nokta ise 12 Eylül’ün, yargı makamları önüne taşınmaya başlandığı günümüzde, Türkiye’nin en eski üniversitesi olan İstanbul Üniversitesi’nin bu ödüllendirmeyi gerçekleştiren o zamanki ve içinde hiç kuşkusuz üniversite profesörlerinin de yer aldıkları! senatosundan da hesap sorulup sorulmayacağıdır! Günümüzde “Kemalizmi tasfiye” sloganıyla harekete geçen, ama asıl amaçları Atatürk dönemini bütünüyle karalamak olan bir aydın(!) kesiminin böyle bir hesap sormaya sıcak bakmayacağı kesindir. Hele aynı kesimin, “dindar gençlik” modeli ile bir zamanlarki Köy Enstitülerinin yetiştirmeyi amaçladığı “cumhuriyet insanı” modelini bir tutmak gibi bir gaflete düştüğü göz önünde tutulursa! Mustafa Kemal, adı geçen her iki kurumu kendi mirasından pay ayırarak parasal açıdan bağımsız kılmakla ve özel hukuk statüsünde birer dernek olarak düzenlemekle, bu kurumları gelecekte her türlü siyasal dalgalanmanın dışında tutmayı amaçlamıştı. Bundan ötürü bugün, yani Dil Devrimi’nin 80. yıldönümünde aynı zamanda bu devrimin kalesi olan Türk Dil Kurumu’nun kapatılışının 29. yıldönümünü düşünmek zorunda kalışımız, çok acı bir yazgıdır! Kurulduğu 1987 yılından bu yana bu yazgıya karşı koymaya çalışan Dil Derneği’ni bugüne kadarki bütün çabalarından ötürü Mustafa Kemal’in Türk Dil Kurumu’nun eski bir üyesi olarak içtenlikle kutluyorum. KADİFE SESLİ ŞARKICI ANDY WILLIAMS 84 YAŞINDA YAŞAMA VEDA ETTİ ‘(E) MERGING KOREAN ARTISTS 1’ ‘Moon River’ ile hatırlanacak Kore sanatı İstanbul’da ? Bir yıldır savaştığı mesane kanserine yenik düşen Andy Williams, 1968 başkanlık seçimi kampanyasında Robert F. Kennedy’yi desteklemişti. Pek çok ünlünün söylediği “Moon River”, Williams’ın simge şarkısı olmuştu. Kültür Servisi 1960’larda kadife sesi ve belleklerde yer eden “Moon River” şarkısıyla ünlenen Amerikalı şarkıcı Andy Williams, geçen salı gecesi, bir yıldır savaştığı mesane kanserine yenik düştü. NBC’de 1962’de başlayarak 9 yıl süren “Andy Williams Show” ve 1970’ler ve 1980’lerde Grammy ve Altın Küre ödüllerini kazanan sanatçıları konuk ettiği TV programıyla da çok geniş bir hayran kitlesi kazanan Williams 84 yaşındaydı. Williams, kansere yakalandığını 2011 Kasım’ında açıklamış; her yıl düzenlediği Noel gösterisinde sahneye çıktığında ise ayakta alkışlanmıştı. “Evet, kansere yakalandım, ama fany’s’de Kahvaltı” adlı film ile En İyi Özgün Şarkı Oscar’ını kazanmış ama Andy Williams parçayı Oscar ödül töreninde seslendirerek büyük övgü toplamıştı. “Moon River” Aretha Franklin, Eartha Kitt, Paul Anka, Frank Sinatra, Sarah Vaughan gibi pek çok ünlü şarkıcı tarafından yorumlanmasına karşın Andy Williams’ın “simge şarkı”sı olmuştu. John. F. Kennedy’nin kardeşi Robert F. Kennedy ve eşi Ethel Kennedy’nin yakın dostu olan Williams, 1968’deki başkanlık seçimi kampanyasında Kennedy’ye destek vermişti. Robert F. Kennedy Los Angeles’ta Sirhan Sirhan tarafından vurulduğunda da Williams orada bulunuyordu. Andy Williams ilk eşi Claudine Longet’ten 1975’te ayrıldıktan bir yıl sonra Longet, kayakçı sevgilisi Spider Sabich’i ağır yaralamakla suçlanmış, Williams yargılama boyunca eski eşinin yanında yer almıştı. çağdaş sanat ile geleneksel Kültür Servisi Portakal sanatın bağını görmenin Sanat ve Kültür Evi, dün mümkün olacağını söylüaçılan “(E)merging Koyor. rean Artists 1” sergisi Dört ayrı bölümünü ile Kore sanatını İstandört ayrı sanatçıya ayıbul’a taşıyor. Kurulduğu ran Portakal Sanat ve günden bu yana tanınmış Kültür Evi’nde, Airan ve markalaşmış isimlerin Kang, Yosang Ji, Doyapıtlarına ev sahipliği rothy Miyeon Yoon ve yapmış olan Portakal SaHyesook Byun’un 23 nat ve Kültür Evi, bu yapıtı yer alıyor. sergiyle hem ilk kez kaSergi sanatçılarından riyerinin başındaki, tanınDorothy Miyeon Yoon, 2 mamış sanatçıların yapıtlaEkim’e kadar galeride burına yer veriyor, hem de lunarak, eserleri hakkınyine ilk kez kapılarını da bilgiler verecek ve ziKore sanatına açıyor. yaretçilerle beraber olaSon yıllarda, uluslarcak. Ayrıca 2 Ekim Salı arası galeriler, müzeler ve günü saat 16.00’da, Portakoleksiyonerler başta olkal Sanat ve Kültür mak üzere dünya sanat orEvi’nde, Jeongae Im (Jay tamının Koreli sanatçılara Yosang Ji Im) (Londra, Somerset Houyoğun bir ilgi gösterdiğini se’un içinde yer alan IMYU belirten Portakal Sanat ve Projects’in kurucularından) Kore Kültür Evi Yönetim Kurulu Başsanatını anlatan bir konferans vekan Yardımcısı Maya Portakal, recek. Eserler 11 Ekim’e kadar bu sergide yapıtları yer alan genç görülebilir. Koreli sanatçıların yapıtlarında artık insanlar kanseri her geçen yıl biraz daha yeniyorlar” diye seslenmişti seyircilere. Müzik dünyasında sayısız ödüle değer görülen ve pek çok parçası listelerde birinci sıraya yükselen Williams, en çok “Moon River” şarkısına getirdiği kendine özgü yorumla ünlenmişti. 1961’de sözlerini Johnny Mercer’ın yazdığı, bestesini Henry Mancini’nin yaptığı “Moon River”, Audrey Hepburn’ün oynadığı “Tif Pembe Panter’in yıldızı hayatını kaybetti ? Kültür Servisi “Pembe Panter” filmlerinde Müfettiş Clouseau’nun amiri rolüyle tanınan Herbert Lom 95 yaşında hayatını kaybetti. Aralarında “Spartacus”, “El Cid” ve “The Ladykillers”ın da bulunduğu yüzden fazla filmde rol alan Çek Cumhuriyeti doğumlu aktörün “Enter A Spy” ve “Dr Guillotine” isimli iki kitabı da bulunuyor. Herbert Lom’un ailesi, aktörün uykusunda hayatını kaybettiğini açıkladı. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle