14 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 2 EYLÜL 2012 PAZAR [email protected] 14 KÜLTÜR Spike Lee ve Amos Gitai yarışma dışı sunulan belgesel filmleriyle Venedik Film Festivali’nin konuğu Belgesel sinemanın farklı sesleri ? Spike Lee, çok sevdiği Michael Jackson’un enerji dolu sıcak kişiliği gerisindeki manyetik cazibeyi, çalışma arkadaşlarının ve dostlarının ağzından anlatıyor. Amos Gitai’nin biçemi ve anlattıkları ise Spike Lee’den çok farklı. Dili şiirsel, kamerası mesafeli ama temelde yine insan sevgisi var. MEHMET BASUTÇU VENEDİK Michael Jackson’un müziğini iyi tanıyor musunuz? Yakın çalışma arkadaşları kimlerdi, biliyor musunuz? Birlikte en iyiyi, kusursuzu yakalamaya çabalayan, dostluk bağlarıyla kenetlenmiş sağlam bir ekip oluşturduklarını duymuş muydunuz? Bir şarkının güftesi, bestesi, koreografisi, stüdyodaki kaydına kadar her aşamada imzası olan yetenekli deha Michael Jackson hangi sanatçılardan etkilenmişti? Yüzünü değiştirmek, derisini beyazlaştırmak istemesinin gerisindeki acılar, dürtüler neydi?... Bu soruların hepsine ezberden yanıt veriyor olsanız bile, Afroamerikan yönetmen Spike Lee’nin (1957) Venedik’te yarışma dışı sunulan belgesel filmi “Bad 25”i izlemelisiniz. Gençliğinde şarkıcı olma düşleri kuran Spike Lee, çok sevdiği Michael Jackson’un enerji dolu, sıcak kişiliği gerisindeki manyetik cazibeyi, çalışma arkadaşlarının, meslektaşlarının ve dostlarının ağzından anlatıyor. Turnelerde ya da ses kayıt stüdyolarında çekilmiş belgesel görüntüler eşliğinde öylesine içtenlikle anlatıyor ki, Michael Jackson’un o tükenmek bilmeyen enerjisi beyazperdeden taşıyor; katlanarak, dalga dalga izleyicileri kucaklıyor... Amos Gitai de (Hayfa, 1950), yarışma dışı sunu lan iki belgesel filmiyle katılıyor festivale. Biçemi, Spike Lee’den çok farklı; anlattıkları da... Dili şiirsel, kamerası mesafeli, kurgusu dingin ama temelde yine insan sevgisi var. Uzun yıllar Fransa’da yaşamış olan İsrailli yönetmen, “Carmel” ve “Babama Ninni” (Lullaby to My Father) adlı belgesellerinde anne ve babasının izini sürüyor. Kişisel öyküler gerisinde, yaşadıkları fırtınalı dönemin toplumsal ve siyasal gerçeklerini de irdeliyor. 1970’te, genç yaşta kaybettiği mimar babasının nasıl toplama kamplarına gönderilmekten kurtularak İsviçre’ye kaçtığını, savaşın ardından da İsrail’e giderek yeni kentleşme projelerine katıldığını, yeni bir insan ve çevre oluşturma ideali peşinde koştuğunu, yer yer Jeanne Moreau’nun sesi eşliğinde, duyarlı, minimalist bir sinema diliyle anlatıyor... Amos Gitai, gösterim sonrası karşılaştığımızda, Venedik’ten doğru Hayfa’ya, babası için kurduğu müzenin tanıtımını yapmaya gideceğini söylüyor... Üç yıl önce Avignon’dan sonra İstanbul’da, Rumeli Hisarı’nda da sahneye koyduğu “Işığın Oğulları ile Karanlığın Oğullarının Savaşı” adlı oyunda Jeanne Moreau ile birlikte sahneye çıkan Cüneyt Türel’in tam dört ay önce aramızdan ayrıldığını benden öğreniyor. Hüzünleniyor; sevenlerine, yakınlarına başsağlığı diliyor... Kötülükleri Kovduk Üç Saat Boyunca… Bir gün önce buluştuğumuzda demişti ki: “Ben müziğimle, pan flütümle çevremden kötülükleri uzaklaştırırım; en yalın, en duru, en temiz, en özgür sesi vermeye çalışarak, kötülükleri kovarım olduğum yerden, yöreden ve gezegenden…” Sakın şaşmayın, aynen dediği gibi oldu! Bodrum Kalesi’ndeki Zamfir konserinden söz ediyorum… Sahnede 14 kişilik orkestra, önde Gheorghe Zamfir ve Aydın Yavaş ellerinde pan flütleri… Çalmaya, üflemeye başladılar… Önce tüm doğa pür dikkat kesildi; Bodrum’un tüm mandalina ve zeytin ağaçları, havadaki kuş, sudaki balık, topraktaki karınca saygıyla kulak verdi. Mendireğe vuran dalgalar seslerini kıstı. Kalenin çevresindeki ahşap tekneler köklerini anımsadı… Sanki keçi ayaklı yarı tanrı yarı insan olan çoban Pan yeryüzüne inmiş “Tanrının çalgısı pan flütü” üflüyordu… Rodos şövalyeleri bile derin uykularından uyanıp yeniden şaraba sarıldılar duydukları sesle… Konser Zamfir’in en ünlü eşsiz sololarıyla başladı. O minicik borulardan böylesi etkileyici seslerin çıkabilmesi inanılacak gibi değildi. Derken tuhaf bir şey oldu: Kanun ve utla iki pan flüt kucaklaştı; simbal, akordeon, keman, gitar ve piyanoyla iki pan flüt aşk yaşadı; perküsyonlar, darbuka , klarinet ve pan flüt vuslata erdi… Türkiye’den esen rüzgâr Romen ovalarına bayırlarına ulaştı; Romanya’nın ezgileri Anadolu’yu sardı. Tamburi Cemil Bey’in şarkılarıyla Puccini aryaları; Romen halk danslarıyla “Üsküdar’a gider iken” ve “Sen çok yaşa Ayşem” , “Memleketim” öyle bir kaynaştı ki sanki bir daha hiç ayrılmayacaklar… Hele Nihavent Longa’da başta Zamfir ve sonra tek tek tüm müzisyenlerin yaptıkları doğaçlamalar yaşanacak bir şeydi! Ama asıl görülecek şey Aydın Yavaş’ın “Ustam, hocam” dediği Zamfir’le ilişkisiydi. Zamfir’in “müthiş öğrencim” dediği Aydın Yavaş’a sevgi, hayranlık dolu yaklaşımıydı… İkisi arasında o sımsıcak ilişki, tüm Türk ve Romen müzisyenleri sarıp sarmalamış bize de geçiyordu. (Konserin konsepti ve sahnedeki duruşuyla da Aydın Yavaş’a hayran oldum!) Kâh hüzünlendik, kâh sevinçle coştuk… Sık sık sahnedeki sevince katıldık. Alkışlarımızın sonu gelmedi. Unutulmaz bir gece yaşadık. Biz dediğim, 1500 kişilik Bodrum Kalesi’ndeki 500 kişi… (Evet mekânın üçte ikisi boştu. Dünyanın başka bir ülkesinde olsa kapılar yıkılırdı böyle bir konser için! Bodrum’a sadece tüketmeye gelenler utansın!) Az ama öz dinleyici kitlesi, öyle bir bütünleştik ki sahnedeki müzikle, sanki Zamfir’le birlikte tüm kötülükleri kovduk yaşamımızdan üç saat boyunca.… 14 yaşındaki kız çocuğuna tecavüz eden o hasta yaratıkları kovduk. Onları serbest bırakan savcıları, hâkimleri kovduk… İliklerine tecavüzcülük işlemiş, tecavüzü içselleştirmiş iğrenç yandaşları kovduk… Sanki benim ülkem tecavüzcüleri ödüllendirip, düşünenleri hapse tıkan bir ülke değil… Tecavüzcüye yandaş olup, eğitim özgürlüğü, parasız eğitim isteyen öğrenciyi cezalandıran zihniyeti kovduk… Sanki benim ülkemde gazeteciler, yazarlar, öğrenciler hapiste değil… Sanki Kürt oldukları, Kürt medyasında çalıştıkları, sadece haber peşinde koştukları için hapse tıkılmış gazeteci yok… Sahte belgelerle, virüs yüklemelerle, muhalifleri yok etmeye çalışan zihniyeti kovduk. Her muhalifi Silivri’ye sokup yargılamadan cezalandıran zihniyeti kovduk… Silahları, mayınları, bombaları kovduk… Parkta oynayan çocuğa kenetlenen maganda kurşununu, asker ya da dağdaki çobanı bin parçaya ayıran mayını, komşuya ya da kendi vatandaşına yönelttiğimiz bombaları kovduk… Sanki savaş yoktu. Sanki bir hırs uğruna ülkeyi kana bulamak yoktu… O müzikle kötülükleri kovduk, aynen Zamfir’in dediği gibi. Dün akşam aynı konser İzmir’deydi. Bu akşam (2 Eylül) Bursa Açıkhava’da; 4 Eylül’de Antalya Konyaaltı’nda. Oradaysanız sakın kaçırmayın! Kötülükleri kovmaya el verin! Bir bellek kapısı: Gül Palas AYŞEGÜL ÖZBEK Sinop’un simgesi Tarihi Sinop Cezaevi’ne komşu, hafızasında en az onun kadar anı biriktirmiş bir mekân SİNOP Bir sanat ortamının yanı sıra, Sinop için bir düşünce ve bellek alanı da yaratmayı hedefleyen Sinop Bienali, bu hedefini kentin geleceğinin konuşulup tartışıldığı forumlarla da destekliyor. Tarihi Sinop Cezaevi de kentin belleğinde yer etmiş en önemli simgelerin başında geliyor. Şehrin tam ortasında kalakalmış cezaevinin hâlâ neye dönüştürüleceği tartışıladursun, bu belleği paylaşan önemli bir mekândan söz edelim; Otel Gül Palas. Tarihi cezaevine bitişik duvarlarıyla, içi hâlâ ilk günkü gibi bir otel burası... Gökyüzüne açık bir koridordan geçerek avluya çıkıyorsunuz. “Otel Yazıhanesi” yazan kapının ardında eski sandalye ve koltuklar ve bir çay ocağı... Belli ki zamanında konukların çay içip televizyon izledikleri ortak alan. Yukarıdaki katlarda üç veya dört karyolalı odalar, zamanın çok gerisinde gibi. Bakmayın, bahçesinde coşmuş çiçek ve ağaçların olduğuna... Otelin sahibi Sami Gül, 1969’da devraldığı otelde başkalarının hüzünlerini biriktirmiş... Ana sergisi 12 Eylül’e kadar devam edecek, Sinop’a dair pek çok yapıt üreten Sinopale’nin sanatçıları için gelecek bienallerde de kullanılabilecek bir bellek kapısı Gül Palas. Malum Sinop Cezaevi sürgün yeri diye bilinir. Ünlü sürgünleri arasında kimler yok ki... Sabahattin Ali, Zekeriya Sertel, Mustafa Suphi, Refik Halit Karay... “Türkiye’nin dört bir yanındaki cezaevlerinde ‘zapt olmayan’ mahkum, doğru Sinop’a geliyordu. Burada melâke gibi olacak başka çaresi yok.” Sami Gül’ün hafızasında Sinop’ta yatan daha çok yeraltı dünyasından isimler, 12 Eylül öncesi büyük yan gın sırasında mahkumların sevki, 1974’teki af ve firarlar var. Gül 1969’dan 1999’a cezaevinin şehrin dışına taşınmasına kadar geçen süreye ise “Alnımın akıyla cezaevini buradan oraya sevk ettim çok şükür” diyor. Mahkum ve aile ? Tarihi cezaevine bitişik duvarlarıyla, içi hâlâ ilk günkü gibi bir otel burası... Otelin sahibi Sami Gül, 1969’da devraldığı otelde başkalarının hüzünlerini biriktirmiş. “Mahkum içeride hayalle yaşar zaten. Biz de burada yakınlarının dertlerini dinlerdik” diyor. ler arasında köprü, aracı gibi çalışmış uzun yıllar Gül. Para, giysi ihtiyaçlarını özenle karşılamış. “30 yıl komşuluk yaptım cezaeviyle. İç içeydik. Hem ekmeğini yedik hem de üşenmedim mahkumların arzularını yerine getirdim. Gardinyanlarla yazılı olarak ihtiyaçlarını yollarlardı. Paraya ihtiyacı olurdu parasını idareye yatırırdım. Ta ki ailesi ziyarete gelip de geri ödeyene kadar.” Daha çok mahkum aileleri konaklamış cezaevi taşınmadan önce. Ana, teyze, amca, kardeş, eş... “Mahkum içeride hayalle yaşar zaten. Biz de burada yakınlarının dertlerini dinlerdik” diyor Gül. “Görüş zamanı buralarda oturulacak yer olmazdı. 1974 affında burası gece gündüz tahliye verdi. Hiç uyumadım. Bütün çıkan mahkumlar Gül Palas’ta kalıyordu o zaman. Bunları bir günlükte not tutsaydım çok iyi olacaktı. Tutmadım ya... O yıllardan fotoğraf da pek yok.” Ailelerin dertleri bir tarafa, sürgünlerin olduğu, disipliniyle nam salmış bir cezaeviyle dip dipe olmak, işkence seslerinin dibinde olmak da bu uzun ve zor yılları iyice katmerlendirmiş. “Rahmetli annem derdi ki ‘Oğlum bu oteli ben sana sebep oldum aldırdım. Bu kadar üzüleceğimi bilseydim aldırmazdım’. Mahkumların anası ablası burada ağlar ağlar rahmetli anam da üzülürdü böyle. En sonunda annem isyan etti, keşke aldırmasaydım yüreğim parçalandı diye”. Yeni E tipi cezaevi uzağa taşınınca o eski ziyaretçiler de kalmamış. Şimdilerde daha çok meraklı turistler, ticaret yapanların uğrak yeri Gül Palas. “Cezaevi uzağa taşınınca bu meşakkatler bitti. Cezaevi ziyaretçileri de dağıldı. Artık yaşım da ilerledi. Kendime hayret ediyorum bunu senelerce nasıl başarmışım diye.” Gül Palas, Sinop’a dair işlerin üretildiği Sinopale için de bir bellek kapısı... Fotoğraflar: YUSUF EMRE YALÇIN Türkiye’nin en önemli kültür sanat dergisi Reggae müziğinin ülkemizdeki cemaat lideri Sattas. Ülkemizin ilk rootreggae topluluğu. Hepsi tarzına kendini adamış, tutkusunu dışarıya iyi yansıtmış üyelerden oluşuyor. Hal böyle iken, “Reggaeband”da memleketin ilk reggae albümü sıfatına sahip oluyor. Yönetmen Ted Bafaloukos’un reggae hakkında yapılmış en güzel işlerden biri olan 1978 tarihli “Rockers” filminin günümüzde ve İstanbul’da çekilmiş versiyonunun soundtrack’i gibi “Reggaeband”. Topluluğun ismi de bu filmden esinlenmiş; “boşver”, “ittiret” anlamına gelen Satta sözcüğünden. Hepsi gerçek birer Satta Man. Hikâyeleri de müziklerinin sınıfına uygun başlamış; bundan sekiz yıl önce bir evin salonunda elleri kaşınan kafadarlar tarafından kurulmuş. Sattas, onlar için diploma hırsı ve kariyer kaygı Sattas ‘Reggaeband’ (Esen) [email protected] www.zulalkalkandelen.com C MY B C MY B sı olmayan bir okul. Eğitimi, ödülü iyi bir rasta olmak; özgürlükçü, eşitlikçi, söz için kavga eden, eğlenmeyi de ihmal etmeyen bir yaşam tarzı. Tozunu yutmadığı, ayağını basmadığı sahne bırakmayan Sattas, yıllarca cover çalmış, ancak özgün bestelerini de ihmal etmemiş; tartışmalı bir “İstanbul regisi” kavramı üzerine ayak basmış. İşin raconuna uygun olarak, iğnenin plağa değiş sesiyle başlıyor albüm. Bir ruhu yaşatarak, bir yaşam tarzının ayak izlerine basarak ilerliyor; rahat dinlenen, keyifli ve pozitif bir müzik. Müziğin durkalkları, solist Orçun’un karık ve ıslak sesi, bir de “Eskitilmiş”, “Irie”, “Ne Oldu?” adlı şarkılar; Sattas’ın alametifarikaları. 12 parçadan beşi Türkçe. Kök reggae müziğinin sosları caz, ska, dub ve poprock. Swans ‘The Seer’ (Young God) Deneysel rock’ın usta gruplarından Swans, teması ve soundu bütünlüklü, çok iyi kurgulanıp yorumlanmış şarkılarla dolu, başarılı bir albümle geri döndü. 2010’da yeniden bir araya geldikten sonra yayımladıkları bu ikinci albüm, aslında 1982’den beri müzik yapan grubun 12. çalışması. Bu kez de heavy metalden country’ye, drone’dan postrock’a, black metal’den ambient’a farklı etkileri kaynaştırıp müthiş bir ses deneyimine girişmişler. Hiçbir zaman düz aşk şarkıları yapıp iyiliklerden söz etmedi Swans. Hep anlatılmayan, gizlenen konulara, dünyadaki tuhaflıklara işaret etti; sesleri ajite ederken duygusal algıları da en uç noktalara sürükledi. Bu albüm de aynı çabayı en yetkin şekliyle sürdürüyor. Geleceğe dair kehanetlerini sıralarken, aslında içinde bulunduğumuz anda görülmek istenmeyenleri de aktarıp bir çe şit yaşanan anın kâşifi de olmuş Michael Gira. Vokalde grubun kurucusu Gira ve Jarboe’nun yanı sıra, Low grubundan Alan Sparhawk ve Mimi Parker, Yeah Yeah Yeahs’den Karen O, deneysel folkrock grubu Akron/Family’nin de seslerini duyuyoruz. Ben Frost’un akustik ve elektronik ekipmanla yarattığı sesler ile Mercury Rev’den Grasshopper’ın mandolin ve klarnetteki katkısı da anılmaya değer. Tüm şarkıları dinleyince olan biten bunca savaştan, şiddetten sonra delirmeyip de ne yapacaktık diyor insan. Albümün son bir dakikasının ritmik olmayan perküsyon seslerine ve haykırışlara ayrılması ise işte o an geldi çattı diyor. 21. yüzyılda modern toplumun delirme sürecini kayda almış Swans. Milliyet Sanat 40 yaşında! Kültür Servisi İlk sayısı 29 Eylül 1972’de yayımlanan ve Türkiye’nin 40 yıldır aralıksız çıkan tek kültür sanat dergisi Milliyet Sanat’ın 184 sayfalık 40. yıl özel sayısı, derginin 40 yılını anlatan kapsamlı bir dosyayla raflardaki yerini aldı. Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın kutlama mesajıyla açılan dergide, 1970’lerden 2000’lere kadar gelen arşivinden yapılan bir seçki yer alıyor. Ardından, derginin kurucularından, gazetemiz yazarı Zeynep Oral ile yapılan bir söyleşiye yer veriliyor. Zeynep Oral’ın derginin kuruluş günleri ile ilk yıllarını ayrıntılı bir şekilde anlattığı söyleşide şu ifadeleri dikkat çekiyor: “Anadolu’nun neresine gitsem ‘Ben Milliyet Sanat’la büyüdüm’ sözünü hâlâ duyuyorum. Bunu söyleyenler özellikle Anadolu’daki öğretmenler. Anadolu’nun birçok yerinde sanatın evrensel değerleriyle haşır neşir olan bir kitle yetişmesini sağladığımıza inanıyorum.” Dergide 2001’de Milliyet Sanat’ı yenileyen Tuğrul Eryılmaz’la yapılan söyleşide ise şu ifadeler yer alıyor: “Tarkan’ı kapak yaptık diye kıyamet koptu. Ne işi varmış Tarkan’ın... Allah’ınızı severseniz, bütün Türkiye’deki gençliğin bayıldığı bir fenomen var orta yerde. Ve bu adam, bir sanat dalı olan müzikle uğraşıyor, şarkılar söylüyor. Sen bunu görmeyeceksin. Niye? Sabah akşam Nuri Bilge Ceylan ve Fazıl Say sayfalarıyla çıkamazsınız ki...” Milliyet Sanat’ın özel sayısında ayrıca, okurlardan gelen ve içinde “Milliyet Sanat” olan fotoğraf kareleri, 40. yıl mesajlarıyla birlikte paylaşılıyor.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle