10 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
6 TEMMUZ 2012 CUMA CUMHURİYET SAYFA 15 Tatil, okumaya daha çok vakit ayırmaktır. En hoş okuma ise... Kimine göre, kısa kısa, ufak ufak, küçük küçük okumalardır. Zaten “küçük güzeldir” sözündeki hikmet de bundandır. Twitter’ın az zamanda sanal âlemi kaplaması, anlamının minik kuş olmasından, cik cik etmesinden ziyade lafı uzatmadan diyeceğinizi 140 harf ile söylemenizdendir. Yoksa milletin her lafı kâğıda dökülürse ağaçlara yazık olur diye düşündüğünden değil. Twitter, aklını fikrini bir tür pazarlama işidir. Ki getirisinin ne olduğunu, bu işin en gözü kara meraklısı Ankara Belediye Başkanı Melih Gökçek’e sormak gerekir. Yine ki, piyasası bakımından, Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ı bile sollamıştır. Ancak, Anadolu’da malum sözdür: “Çok sevişmekle çok çocuk olmaz!” Twitter ile ne belediye idare edilir ne de hükümet! Devrim de olmaz. Sadece deşarj olunur. Bir de bu işi profesyonelce yapan Ateş ilyas Başsoy’un dediği gibi... “Deşifre” olunur! (Bir hanımdan hafif eleştiri alınca Sayın Gökçek’in “Sen galiba çok kürtaj yaptırdın?” demesi buna en güzel örnektir!) ? Bu yaz tatili, ülkemizin gayri safi milli Twitter trafiğini nasıl etkileyecek, bilmek zor. Etkilesin diye Başsoy’dan bir Twitter * Faşizm: Düşünenlerin konuşamaması “Demokrasi”: Düşünmeyenlerin konuşması. * Boş insanları doldurmak kolaydır! * Faşizm gemisini görmemenin tek yolu, o gemiye binmiş olmak. * “Umut”, “selam” gibidir, bedavaya verirsiniz ve hemen karşılığını alırsınız. * Her başarılı bulutun arkasında, engellenmiş bir güneş vardır. * Bulutların üzerine çıkabilirsen, hava hep güneşlidir. * Düşünce suçunda devrim yapıldı: Siz sadece düşünün, gerisini biz düşünürüz. * ARAP... Tersten okursanız... ABD ve yanlılarının esas derdini öğrenebilirsiniz. * İlginç olan Serdar Ortaç’ın Âşık Veysel’den bin kat popüler olması değil; Serdar Ortaç olmanın Âşık Veysel olmaktan yüz bin kat kolay olmasıdır. * Düşünenin dostu olmaz. * Kötülerin en büyük başarısı, aklımızda yer işgal etmeleri. * Çevresini yalakalarla dolduran bir kişi başarılarının makul insanlarca takdir edilmesini engellemiş olur. * Soru: Siyasetin sefaleti neden? Neden olacak, yavşaklıktan!.. * Güçlülerin haklı çıktığı rejimlere faşizm denir. * Tevazu, kibrin bir türüdür. * Sosyalizm dünyayı ve akıp giden zamanı eşit ve kardeşçe bölüşme projesidir. * Kendin dahil, tüm insanlara “söyleyebildiklerin” kadar yakın olursun. * Yaygın kanının aksine; “kaide”yi sadece istisnalar bozar. * Zaman geçip, zamanımız azaldıkça sabrımızın artması ilginç değil mi? GÖRÜŞ RONA AYBAY Güney Dinç’ten Bir Barış Çığlığı: Lütfiye 19391945 yılları arasında, dünyanın neredeyse tamamını kana bulayan, milyonlarca insanın ölümle, açlıkla, zorunlu göçle boğuştuğu İkinci Dünya Savaşı’nın en karanlık, umutsuz günlerinde, İzmir’in Karşıyaka’sı savaştan uzak, sakin bir semt. Burada insanlar savaşın getirdiği kıtlıklar yüzünden kahve bulamayıp arpanohut kavurup içseler, şeker bulamayıp çaylarını pekmezle karıştırsalar da, imbat serinliğinde barış ortamının tadını çıkarıyorlar. Kadınlar, açık havada ertesi gün için mercimek, bulgur ayıklarken erkekler tavla, dama oynuyor; seyyar satıcılar sınırlı türdeki mallarını evlerin kapılarına kadar getiriyorlar… Değerli hukukçu Güney Dinç’in yayımlanmış ilk romanı “Lütfiye ve Komşusu”, (Cumhuriyet Kitapları, Nisan 2012) Karşıyaka’nın sıradan insanlarının, savaştan uzak dingin yaşamının betimlemesiyle başlıyor, ama sonrasında hemen her sayfada okuru, savaşın getirdiği zulümler, ölümler, yıkımlarla yüzleştiriyor. Roman, Balkan, Makedonya ve Birinci Dünya Savaşı yıllarına doğru geri dönüşlerle, bir dönemin panoramasını, sıradan insanlar açısından sergiliyor. Roman, 1912 yılında Yunan askerlerinin Midilli’yi işgale başlaması aşamasında, babaları Esat Bey’le adadan kaçıp Dikili kıyılarına çıkan kızlarından biri olan Lütfiye’nin yaşamı ekseninde gelişiyor. Lütfiye’nin, kısa yaşamı savaştan savaşa koşarak geçen ve sonunda Çanakkale’de şehit olan kocası Mehmet Nail’in mektupları birer tarih belgesi niteliği taşıyor. Güney Dinç, seçkin bir hukukçu titizliği ile sanatçı duyarlılığını harmanlamış ve romanına tarih, uluslararası ilişkiler, sosyoloji gibi çeşitli bilim dallarına ilişkin öğeleri de ustaca “yedirmiş”; önemli gözlemler, değerlendirmeler katmış. Özellikle yakın tarihi konusundaki bilgileri zayıf olan gençler için, çok öğretici sahneler var. Sadece bir tanesine değinmek bile yazarın “ev ödevini” nasıl titizlikle yaptığını göstermeye yeter: Yıl 1905. Resmen Osmanlı Devleti ülkesinin bir parçası olan Midilli Adası’na İngiliz, İtalyan, Fransız, Rus ve Avusturya silahlı kuvvetlerinden oluşan ‘İnsancıl Amaçlı Müdahale Gücü’ el koymuştur. Bu “insancıl” gücün komutanı olan Avusturyalı Amiral, çevirmen aracılığıyla halka şöyle der: “Burada yalnız benim dediklerim olacaktır. Toplanan bütün vergileri yaverime ödeyeceksiniz. Depolardan tek mal çıkmayacak. Emirlerime uymayanlar cezalandırılacaktır. Bu kadar!” Romanın merkezindeki kadın Lütfiye savaşı nasıl değerlendiriyordu: “Devleti Âliye”yi papatya falına bakar gibi bu kirli savaşa sokanların kimler olduğunu artık biliyordu Lütfiye. Bu savaş kendilerini çok fazla önemseyen, yüreklerinde insan sevgisi taşımayan hastalıklı kafaların işiydi. Sanki kumar masasında rulet çeviriyorlardı. Onlar, gerçekleşme olanağı bulunmayan beklentilerinin Osmanlı ülkesine ve bu topraklarda yaşayan halkların başına ne büyük felaketler getireceğinin ayırdındaydılar. Bunu bildikleri için, askerlerin dinsel inançlarını beklentileri doğrultusunda yönlendiriyor, Tanrı’yı kendilerinin suç ortağı gibi göstermeye çalışıyorlardı. Bunlar gerçek dışı aldatmacalardı. Savaşa katılan bütün ülkelerin insanları, görünürde aynı Tanrı’nın ardından gidiyorlardı. Tanrı, birbirine ölüm yağdıran savaşçılardan hangisinin yanında olacaktı? Güney Dinç, daha önce yayımladığı “Kartpostallarla Balkan Savaşı 191213”le, tarih konularına merakının amatörce bir ilginin çok ötesinde olduğunu ortaya koymuştu. O yapıtında, savaş Osmanlı ordusunun onur kırıcı yenilgisinin ardından esir düşen bir subayın açısından anlatılıyordu. “Lütfiye ve Komşusu” ise savaş konusuna çok daha geniş bir açıdan bakan; savaşı sıradan insanların yaşamı üzerindeki yıkıcı etkileri açısından değerlendiren bir barış çığlığı! Çok Sevişmekle Çok Çocuk Olur mu? seçkisi sunmak istedik. Ahvali siyaseti ve siyaset erbabını aklınıza getirmeden okunması. Bu seçkinin lafzına ve ruhuna daha uygun düşecektir. Buyrun, aşk ile... * Eskiden çalışan kazanırdı, şimdi yanaşan kazanıyor. * Gün batmadan, neler batar. * Her zalim sonunda korunmaya muhtaçtır. * Maddesi çok olanın, manası yok olur! * Bana dokunmayan yalan bin yaşasın! * Hüzün fanila, tebessüm kazak. * İlkelerimizden (ve ülkemizden) başka kaybedecek bir şeyimiz yok. * Ülkemizde her şey yolunda gitse, yollar daha da kalabalık olurdu. * Beş milyon kişi terörist olamaz. Ama “ülke” olabilir. * Ben yazmasam, sen yazmasan, biz yazmasak ne fark eder ki, okuma alışkanlığının yüzde yirmi olduğu bir ülkede? * Asıl cehalet cehaletin gücünü küçümsemektir.. * Bütün meslekler hızla kirleniyordu. Gazeteciliği atladılar. Birinciliği öğretmenlere verdiler. * Her şey mideni bulandırıyorsa, kurtuluş midesiz olmakta. * “Ben diktatöre diktatör demem, diktatör benim olursa.” ABD! * Ne kadar ünlem, o kadar nokta. * Recep oldun, Tayyip oldun, Erdoğan oldun... Ne zaman Faruk olacaksın? * Çirkin ve yaşlı erkek yoktur, az para vardır. * Yüzüne tükürülmeyi en çok hak edenler, genellikle yüzsüzlerdir. * “Bilmemek”: İnanan ve inanmayanın ortak paydası. * (Siyasette ve ticarette) Yükselmenin en hızlı yolu: Alçalmaktır. ‘Sayın Cumhurbaşkanı, Rahat Uyuyabiliyor musunuz?’Ali ÖzoğluMeriç Velidedeoğlu KİM KİME DUM DUMA BEHİÇ AK [email protected] Son iki yüzyıllık tarihimizde yer alan “rejim” değişikliklerine gidişte, yönelişte “payı” olan “alan”lardan ikisinin “hukuk” ve “eğitim” olduğu genelde paylaşılan bir görüştür. Osmanlı’da, II. Mahmut’un yeni bir “yönetim” anlayışıyla ilk adımlarını attığı, “değişim”in “uç” verdiği, somut olarak görüldüğü kurumlar “eğitim” ve “hukuk” olmuştu. Bu durum; gerek “Meşrutiyet” rejimine “gidiş”de gerekse “yönetim” sürecinde, bu iki bağlamda yapılan yeniliklerde, yeni düzenlemelerde açıkça görülür. Kuşkusuz bunlar, “Cumhuriyet” yönetiminde de temel direkler olmuşlardır. “Cumhuriyet”in ilanından “4 ay” sonra bu iki konunun “çağ”a uygun düzenlenmeleri için gereken adım “Devrim Yasası” olarak atılır (3 Mart 1924). Ayrıca bu düzenlemeyle “Cumhuriyet Rejimi”nin temel “nitelik”leri de belirecektir. Öyle görünüyor ki, bu iki yaşamsal alanda yapılan değişimler, yeni düzenlemeler bir rejim değişikliğinin “öncü”sü olabildikleri gibi “ulaşılmak” istenen “rejim”in “niteliği”ni de birlikte ortaya koyuyor. Şimdi biz, “89” yıllık “laik TC Devleti”; “2002” yılından bu yana “din”sel çıkışlı “AKP” iktidarıyla bu “iki alan”da da adım adım yapılan, yapılmakta olan “yeni düzenlemeler”le; varılmak istenen “hedef”in sindirme (hazmettirme) sürecini yaşıyoruz. Biliyorsunuz, “eğitim” alanındaki düzenlemelerle “ortaokul”lar, “imam hatip”leştirilerek “öğretim birliği” hiçe sayıldı. Kuran okuma, namaz dersleri için okullarda “abdest” alınacak “abdesthane”ler; bu gidişle belki de “guslhane”ler yapılacak; vö’ler sıraya girecek... “Eğitim”deki bu düzenlemeleri, Türkiye’de artık “İslami yönetim” şeriat isteyen ve “öğretim mesleği” elinden alınmış eski bir eğitimci Ömer Dinçer yapıyor, İmam Başbakan’ın yaptığı tam yerinde (!) bir seçimle... Ötekine, “hukuk” alanına gelince; bu konudaki kimi “sorun”ların nasıl çözüleceğini “Mecelle”den (kodlanmış şeriat yasaları) örnekler vererek; kimi “soru”ların da “Ulema”ya sorularak yanıtlanacağını; kimi durumlarda da “Münakehat”a (aile şeriatı) göre “dört kadın” alınabileceğini söyleyen, böylece “hukuk” görüşü bu “temel”de olan Başbakan’ın; Türkiye’nin laik, çağdaş bir “Hukuk Devleti” olarak kalmasına katlanması, izin vermesi düşünülemezdi. Bilindiği gibi “hukuk”u, dolaysiyle “adalet”i delikdeşik ettiler; “ÖYM”lerle “hukuk”u “maskaralaştırma”nın yanında “zulüm”ün inanılmaz örneklerini verdiler; veriyorlar. Bu “zulüm”ün bir boyutu olarak; insan “onur”unu da nasıl çiğnediklerini, Cumhurbaşkanı’na yazdığı bir mektupla bildiren Ergenekon tutuklusu Ali Özoğlu’nun, mektubunun bir bölümünü sizlere de ulaştırmak istedim. A. Özoğlu bu mektubu yazmasının nedenini: “Şayet, cezaevlerindeki insanlar feryatlarını duyurabilmek için ‘Devlet Başkanları’na Faks: 0216 355 31 78 “Resmi ilanlar: www.ilan.gov.tr’de” (Basın: 42693) C MY B C MY B mektuplar yazıp yolluyorsa, bu ‘ayıp’ mektup yazanlara ait değildir” diyerek belirtiyor. Ve şöyle devam ediyor: “1 Temmuz 2008’de, sabaha karşı evim örgüt evi basılır gibi ‘30’u aşkın polis tarafından basıldı. Onca polis arasında bir tek bayan polis yoktu ve eşimin, kızımın ‘iç çamaşırları’ bu polislerce tek tek ortaya saçılıp döküldü. Bu insanlık dışı davranışın ve ahlaksızlığın üzerini hangi ‘hukuk’ örtebilir? Maalesef bu ‘onur kırıcı’ ahlaksızlığı örten ‘savcı’yı da gördüm.” Ardından da: “Polislerin reva gördüğü bu ahlaksızca davranışlar karşısında eşimin ve kızımın nazarında hangi duruma düşürüldüğümü, onların da yaşadığı ‘utancı’ anlatacak kelime ‘bulamıyorum’!” “İnsan” gibi bir “insan”ın içini kanatan, kanırtan bu “muamele”nin ne denli “insanlık dışı” olduğunu da: “Sadece şunu belirtmeliyim ki, eşim ve kızım cezaevine ziyaretime her geldiklerinde, aylarca, konuşurken onların yüzüne bakamadım. Utandım! Utandım! Çaresizliğimle birlikte utancım da büyüdü!” diyerek dile getiriyor A. Özoğlu. İnsan; bu satırları Cumhurbaşkanı A. Gül okuduğunda, polislerin yarattığı bu “utanç” sahnesini kendi evlerinde eşi Hayrünnisa Hanım’la birlikte yaşamak, izlemek zorunda bırakıldıklarını “düşleyebilirse” bu “acı”yı çok daha iyi anlar, diye düşünmekten kendini alamıyor... Ne var ki, “insan” olana büyük bir “acı” veren bu “utanç”ı bu kez “savcı” sürdürüyor; bunu, A. Özoğlu: “Savcının, eşimle yaptığım telefon konuşmasını okuyarak; konuştuğunuz kim, ‘Seni seviyorum!’ diyorsun, bunu açıklar mısın, diye sorması hangi ‘hukuk’ ve hangi ‘ahlak’la izah edilebilir?” diyerek Cumhurbaşkanı’na soruyor. “İddianame”nin bu bölümünün okunduğu duruşmayı “Simgesel Eylem Grubu” olarak izledik; savcı yalnızca okumuyor, adeta bir tiyatro sanatçısı gibi vurgulamalar yaparak, “seslendiriyor”du; bir ara mahkeme salonundan, Silivri’den “kaçmak” gibi bir duyguya kapıldığımızı hiç unutamıyorum... Kuşkusuz, Cumhurbaşkanı’na yazdığı bu mektuba bir “yanıt” verileceğini düşünmüyordu A. Özoğlu. Nitekim bunu: “Sanığın şaşkını derdini ‘mübaşir’e anlatır derler; mahkemenin bile dinlemediği derdimi size anlatmak yanlışlığına düşmek istemiyorum. Sosyal medyada yurttaşlarınızla, duygulu anılarınızın fotoğraflarını paylaşacak kadar ‘vaktiniz’ olmasına rağmen sizden, bana ‘cevap’ vermenizi beklemiyorum!” diye belirtiyor. Ayrıca “hukuk”un nasıl paramparça edildiğini, dolaysiyle “adalet”in vicdansızca nasıl çiğnendiğini de ayrıntılarıyla anlatıyor A. Özoğlu ve soruyor: “Çankaya’dan bakınca burada (Silivri’de) yaşanan insanlık ve hukuk katliamını görebiliyor musunuz?” Cumhurbaşkanı’na son sorusu da: “Rahat uyuyabiliyor musunuz?” olmuş A. Özoğlu’nun. Ne dersiniz? Uyuyor mudur? ÇİZGİLİK KÂMİL MASARACI [email protected] HAYAT EPİK TİYATROSU MUSTAFA BİLGİN [email protected] BULMACA SOLDAN SAĞA: SEDAT YAŞAYAN 1 2 3 4 5 6 7 8 9 OTOBÜSTEKİLER KEMAL URGENÇ [email protected] T.C. ANKARA 21. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ’NDEN / BAŞKANLIĞI’NDAN ESAS NO: 2012/55 Esas DAVALI: HASAN YALDIR Anafartalar Cad. Kınacı Han No: 23 Merkez/ANKARA Davacı NUROL İNŞAAT VE TİCARET AŞ. tarafından aleyhinize açılan İpotek (İpoteğin Kaldırılması Fekki) davasının yapılan yargılamasında; Mahkemenizce dava dilekçesinde belirtilen adresinize duruşma gününü bildirir davetiye çıkarılmış olup, adresinizden ayrıldığınız gerekçesiyle tebligat yapılamamıştır. Adres araştırmasından da bir netice alınamadığından dava dilekçesinin ilanen tebliğine karar verilmiştir. 6100 SAYILI KANUNUN 122. Maddesi gereğince ilan tarihinden itibaren iki hafta içinde davaya cevap vermeniz, veya kendinizi bir vekille temsil ettirmeniz, Aksi takdirde yargılamaya yokluğunuzda devam olunacağı veya karar verileceği hususu, Dava Dilekçesi yerine geçerli olmak üzere ilanen tebliğ olunur. 1/ Geleneksel 1 Türk evlerinde, bir yanı pencereli 2 yüksekçe seki. 2/ 3 Kırmızı renkli bir 4 üzüm cinsi. 3/ 5 Namlusu yivsiz bir tüfek... Sacda 6 pişirilen bir tür 7 uzun pide. 4/ 8 Muğla’nın bir ilçesi... Atıf Yıl 9 maz’ın yönettiği ve baş 1 2 3 4 5 6 7 8 9 rolünü Tarık Akan’ın 1 MA K UMB A Ç oynadığı bir film. 5/ Pa 2 A NOM İ S K İ dişahların sadrazamlara 3 L İ V A N E O R hitap için kullandıkları 4Ç A R A F A T söz... Kendi alanında en 5 L E D K E Ş A N önde gelen kimse ya da 6 A N A T O M İ O nesne. 6/ Telli bir çalgı... Eski dilde gönül... Bir 7 M A O P E R E T R E V A bağlaç. 7/ Rusya’da zen 8 A Y A K İ L H A T EM gin köylülere verilen 9 ad... Kızıl tüylü bir kuş. 8/ 18. yüzyılda Fransa’da moda olan gösterişli bir bezeme biçemi. 9/ Eyerin ön ve arkasındaki çıkıntılı bölüm... Yazılıp katlanmış ya da şekerlere sarılmış fal kâğıdı. YUKARIDAN AŞAĞIYA: 1/ Kundak çocuklarının avucunda biriken kir. 2/ Çalgıcılara verilen bahşiş. 3/ Üflemeli bir çalgı... Yeterince aydınlık olmayan. 4/ Osmanlılarda sivil rütbelerden biri... Kutsal bir güce, bir dileği yerine getirmesi için yapılan vaat. 5/ Çocuğun eğitim ve öğretimiyle ilgili erkek bakıcı... Bilgisayarda, üzeri tıklanan küçük simgelere verilen ad. 6/ Utanma duygusu... Denize uzanan dar ve alçak kara parçası... İlgi eki. 7/ Telli çalgılarda telleri germeye yarayan burgu... Eski Türklerde, toplumsal ve örgütsel içerikli büyük ziyafet. 8/ Bir pasta cinsi. 9/ Antalya’nın bir ilçesi... Bir şeyi yapmayı önceden isteyip düşünme.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle